Olacaksa borcumuz Aziz Sancar’a olsun!

Hüsnü Yavuz Aytekin
11.06.2016

Önümüze fatura koymayanlardan biri de Nobel ödüllü bilim adamımız Aziz Sancar. “Başarılı olmak Nobel almak değildir” diyor Aziz Hoca, “Başarılı olmak ailenize, memleketinize, vatanınıza, insanlığa hizmet etmek demektir”.


Olacaksa borcumuz Aziz Sancar’a olsun!

Hüsnü Yavuz Aytekin / Türk Alman Üniversitesi

Beyaz Türklükle ilgili tartışmalar ne zaman alevlense Full Metall Jacket filminin o efsanevi sahnesi canlanıverir zihnimde: Sivil hayatın değişik tabakalarından gelmiş askerleri ‘adam’ etmeye niyetli görünen komutan şöyle haykırır uzun koğuşta: “Burada ırk ayrımcılığı yoktur! Zencileri, Yahudileri, İtalyanları ve Latin Amerikalıları hor görmem. Burada hepiniz eşit derecede değersizsiniz!”

Hizaya sokulması gereken kitlenin bir ferdi iseniz farklılıklarınız aslında bir takım tali meselelerden ibarettir. Bu durum aynı şekilde toplumdaki ahlaki değerleri ihdas etme makamında olduğuna inanan Beyaz Türkler için de geçerlidir. Bir kısmı Batıcı-modern, bir kısmı daha muhafazakâr-saraylı eskisi olsa da aralarındaki ayrım son tahlilde asli bir ayrım değildir. Bir takım muhafazakârların kendilerini mezunu oldukları elit okulların ‘imalat hatası’ olarak takdim etmeleri de bu olguyu doğrular niteliktedir. Küçük bir ayrıntı gibi görünen bu tutum kanaatimce muhafazakâr Beyaz Türklerin en ayırıcı vasıflarından biridir: Kendini eksiklikler üzerinden tanımlamak. Zizek’in Hiçten Az isimli kitabında Ninotschka filminden bir fıkra alıntılanır: Fıkranın kahramanı kafeteryaya gider ve “Bir kahve istiyorum, kremasız olsun lütfen!” der, garson ise diğer taraftan “Kusura bakmayın kremamız kalmadı” diye cevap verir “Sütsüz kahve versem olur mu?” Yukarıda verdiğimiz örnek üzerinden devam edecek olursak imalat hatası olmak negatif bir yüklenime sahipmiş gibi görünse de kendi zihin dünyası ile örtüşmeyen bir mensubiyetin verdiği rahatsızlığı değil, bir eksiklik üzerinden inşa edilen kimliği ifade eder.

Onlar hep alacaklı

Kara budunun Beyaz Türklere olan borcu “ilk günah” gibi herhangi bir bedel yahut hizmet karşılığında eda edilemeyecek tarzda bir borçtur, isteseler bile bu hesabı kapatamazlar. Beyaz Türklerin tüm memleket kendilerine borçluymuş gibi davranma temayülünün altında bir tür bilgi-etik-estetik rejimi diktatörlüğü yatmaktadır. Bu zihnî diktatörlük, kendi mensupları tarafından -çirkin ve güvensiz dış dünyanın vaveylasından uzak- bir ‘estetik getto’ olarak tanımlanmansa da bu durum söz konusu gettonun hayatta kalmak için karşıtına mutlak bir ihtiyaç duyduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Tıpkı toplumun kitap okumamasından durmadan şikâyet eden bir yarı eğitimlinin aslında kendine açmış olduğu konforlu alanı bizatihi ‘cahil’ diyerek tezyif ettiği insanlara borçlu olması gibi. Bu zevatın tüm memlekete alacaklı insan gözüyle bakması temsil ettiği değer yargılarının kendi bakış açılarından bir mutlaklık ifade ettiği zehabına kapılmaları ile alakalıdır. Kanaatimce ‘estetik gettonun’ edinilmiş zevklerinin önemli bir kısmı sanatsal bir tutku ve üretkenlikten ziyade, her sahanın en bilinenleri ile alakalı en yaygın zevki benimseyen burjuvavari bir zihin tembelliğinden beslenir. Tıpkı Martin Eden’in başta ulaşılamaz gördüğü ve dünyadaki en gelişmiş şiir zevkine sahip insan sandığı sevgilisi Ruth gibi. Aslında Ruth’un yegâne yaptığı şey otorite olarak kabul edilegelmiş her isme saygı göstermek, iyi şiir diye nam salmış kimselerin şiirlerini bellemek ve kanonik olarak yetkin sayılan tüm yazarları okumaktan ibaretti. Ruth da tıpkı Beyaz Türk prototipinde sıklıkla rastladığımız üzere kendi ahlaki/estetik yargılarının mutlaklığına inanıyordu.

Alacaklı Beyaz Türkler yakınmalarında zımnen bir ‘olması gereken’ ideal durum ortaya koymakta ve o ideal resme benzemeyen ne varsa yozluk olarak kabul etmektedirler.  Bu zihin yapısı insanlar arasındaki küçük münasebetlerden, yasama ve yürütmenin işleyişi gibi ciddi meselelere kadar geniş bir sahada kendini göstermektedir. Bir takım kalıpların ‘verili’ hakikatler olarak sunulması ufak sınıfsal çatışmaların da zeminini teşkil etmektedir. İlginç bir biçimde tarih içerisinde bu sınıfsal farkları haklı göstermek için doğa kavramına başvurulmuştur. İngilizlerle alakalı hoş bir fıkra vardır: Bir Alman, bir Fransız ve bir İngiliz birlikte yemek yemek için restoranda buluşurlar. Konu konuyu açar ve kaşığın arkadaşlarının dillerindeki karşılığını öğrenmek isterler. Alman “Biz buna “löffel” deriz”, Fransız ise “Bu nesnenin dilimizdeki karşılığı ‘cuillère’dir” der. İngiliz ise kaşığı eline alıp kısaca inceledikten sonra “Bunun adı İngiltere’de ‘spoon’dur. Biliyor musunuz, spoon aynı zamanda bu şeyin gerçek adıdır” der. Bu ironide anlatılan şey bize oldukça tanıdık gelen İzmirli gururunu andırmaktadır biraz. İzmirlinin çekirdeğe çiğdem demesi Yozgatlının çitlek demesinden hiç de daha ilginç gelmemektedir bize. Oysa bu bir İzmirli için ayrıştırıcı bir şeydir, Yozgatlı ise İzmirlinin gözünde çekirdeğe bırakın çiğdem demeyi, çekirdek bile diyemeyen adamdır. Hint’in kast sisteminden Platon’un üç sınıftan oluşan ideal devletine kadar pek çok kurgu Beyaz Türklerin beyaz, kara budunun ise kara olmasının “doğaları gereği” olduğu tezini işler. Platon’un derdi her sınıfın kendi doğasının gerektirdiği işlerle meşgul olması değil, diğerlerinin işleri ile meşgul olmaması idi. Refik Halid’in Tanıdıklarım adlı eserinde aktardığı birbirinden ilginç karakterler arasında Numan Hocaefendi isminde, İstanbullu olmakla bir hayli gurur duyan birisi vardır. Taşralılarla ilgili “Kabil değil” der “Taşralı ne kadar tahsil görse, ömrünü Avrupa’da geçirse, zeki ve fatin olsa yine kusurludur, yine büyük mesnetlere layık değildir, onları ikinci derecede işlerde, İstanbulluların maiyetinde kullanmalı, İstanbullulara tercih etmemelidir.” Neredeyse bir asır önce yazılmış bir kitapta geçmesine rağmen ne kadar canlı bir örnek, değil mi? Yakın zamanlarda vefat eden işadamı Mustafa Koç’un cenaze töreninde tarihçi İlber Ortaylı merhumun ardından kameralara “Belli bir aile terbiyesi var, yazmayı, mektup yazmayı biliyor en azından, bütün aile fertleri gibi” demişti. Bu bana Numan Hocaefendi’yi hatırlattı. Burada meziyetlerle faziletlerin karıştırılması gibi bir ihtimal söz konusu olamayacağına göre meziyetlere fazilet değeri biçilmiş olmuyor mu?

Bahsi geçen bilgi rejiminde yalnızca bir ahlak ölçütü değil, bununla irtibatlı biçimde bir bilgi algısı da ortaya konmaktadır. Bu ölçütlere göre cahil olarak adlandırılan -dolayısıyla aşağılanan- insanlara atfedilen cehalet ile kadim tasavvurumuzun yahut dünyanın farklı iklimlerindeki farklı öğretilerin bahsettiği cehalet çok farklı içeriklere tekabül etmektedir. Ertuğrul Özkök’ün aralarında büyüdüğü yoksul mahalle çocuklarının Beatles, Rolling Stones ve Bob Dylan’ı İngiliz ve Amerikalı akranları ile aynı sene tanımış olmayı ufku açıklık olarak tasvir etmesi bir tür yaşam stili için gayet tutarlıdır ancak evrensel bir “bilgi” ölçütü değildir.  Mesela günlük dua rutinleri arasında faydasız bilgiden tanrıya sığınan insanların öğrenmenin değil ancak öğrenilmeye layık bilgi nesnesinin niteliği ile alakalı çok farklı bir perspektifinin olacağı izahtan varestedir. Kulağın ve dimağın müzik âleminde neler olup bittiğine bu denli duyarlı olmasını nihayetinde dünyadan bihaber olmamak şeklinde yorumlayabiliriz. Dünyayı ABD ve Avrupa’dan ibaret saymak koşuluyla tabii.

Beyaz Türk-kara budun

Nerede okuduğumu şimdi hatırlayamadığım bir söz şöyle diyordu: “Hayatın insana her şeyi yapmaya hakkı vardır.” Çocukların kimyasal silahlarla öldürüldüğü, yerine ve coğrafyasına göre toplu katliamların ana haber bültenlerinde dahi yer almadığı bir dünyada “niçin kendimizi Londra’da gibi hissetmemize yardım etmiyorsunuz?” diye mızmızlanmak kimsenin doğuştan getirdiği doğal bir hak değildir. Beyaz Türkler tarafından küçümsenen insanların varoluş amacı diğerlerine hayatı daha keyifli hale getirmek hiç değildir. Her insan bir takım kabiliyetler ve hayatta kalma içgüdüsü ile dünyaya gelmekte daha sonra içine doğdukları toplumların zihin preslemesinden geçerek eşyaya ve olgulara bakmakta, onları anlamlandırmaktadır... Dehrin karşısında dayanma gücüne hiç kimse sahip değil, hele hele iletişimin baş döndüren bir hıza ulaştığı ve mutlaklık ifade eden cümlelere hiç olmadığı kadar yan gözle bakılan bir devirde. Derinlerde cereyan eden bu Beyaz Türk-kara budun çatışması yalnızca sembol savaşları üzerinden okunabilecek bir çatışma değildir. Semboller işlevsel oldukları kadar yanıltıcı da olabiliyorlar. Sembollerin şekilsel olarak birbirine benzemesi her zaman aynı bilinç içeriğine gönderme yaptığı anlamına gelmeyebiliyor. Meşhur iç içe geçmiş G ve S harflerinden oluşan Galatasaray sembolü yağmur, çamur, kar demeden her koşulda takımını destekleyen bir taraftarın heyecanını simgeleyebilirken diğer yandan onun maça giderken bindiği otobüsten tiksinen elitlerin elitizmini de sembolize edebiliyor. Aynı şekilde Doğan arabaların ve lüks dört çeker arabaların arkasındaki K. Atatürk imzası biçim itibariyle aynı iken birbirinden çok farklı kaygıların ifadesi görevini üstlenmektedir. Aynı sembolleri paylaşanlar pekâlâ birbirlerinin yoldaşı olmayabiliyor.

Bütün bunlar olurken Beyaz Türkler alacaklarını hiçbir zaman tam olarak tahsil edememenin öfkesi içinde iken kara budun ağır bir yükü minnet etmeden taşıdığının çoğu zaman farkında dahi değildir. Sosyal ve ekonomik açıdan en kötü şartlarda büyürler, hep kısa çöpü çekerler ancak önümüze fatura koymazlar. Önümüze fatura koymayanlardan birisi de Nobel ödüllü bilim adamımız Aziz Sancar. “Başarılı olmak Nobel almak değildir” diyor Aziz Hoca, “Başarılı olmak ailenize, memleketinize, vatanınıza, insanlığa hizmet etmek demektir”. Kaderin cilvesi olacak, Beyaz Türklerin hayrülhalefliğini üstlenmek dahi kara budunun çocuklarının sırtına kalır. “Amerika’ya borcumuz ne kadarsa aramızda toplayıp ödeyelim, nedir yani” diyen insanlardan birinin torunu olarak son sözüm şudur: Biz bu tarihsel yükle yüzleşmeye hazırız; yalnız ne olur birileri söylesin: Bizim Beyaz Türklere borcumuz ne kadar?

 

[email protected]