Ölümden yana bu tedhiş niye?

Dr. M. Taceddin Kutay / Türk Alman Üniversitesi
4.04.2020

Kutsal olanın dünyaya değil dünya ötesine ait kabul edilmesini neticelendiren seküler akıl, metazori katlanmak zorunda olduğu ezana ilaveten minarelerden okunan salaya tahammül edemiyor. Ölümden yana bu tedhiş, bu ürkmek niye?


Ölümden yana bu tedhiş niye?

Kitab-ı Mukaddes’te ölüm pek çok yerde yaşamın doğal bir sonucu olarak zikredilir. Ölüm diye bir şey vardır ve bir şekilde karşımıza gelecek olan bir düşman gibidir. Ve yine pek çok yerde bu düşmanın mağlup edilmesinin mümkün olduğu yer alır. Yeşaya Kitabı’nda Tanrı’nın kullarını ölüme karşı zafere ulaştıracağı vaadi yer alır. İsrailoğullarının dönemsel olarak girdiği inanç krizlerini yine ölüm ile ilgili pasajlar üzerinden okumak mümkündür. Kitab-ı Mukaddes’in Kohelet Kitabı’nda ölümün yenilmesi mümkün bir düşman olup olmadığı ile ilgili iç karartıcı bir sorgulama vardır. Süleyman aleyhisselama izafe edilen bu kitapta –ki kitabın hemen girişinde “Kudüs’te hüküm süren Kral Davud oğlu Kohelet” ifadesi geçer- ölüme karşı son derece pesimist bir yaklaşım ortaya konur. “Ne malum ölümden sonra bir hayat olduğu?” ve benzeri pasajlar, kitabın yazıldığı dönemde İsrailoğulları’nın içine girdiği inanç krizini gözler önüne serer. Bir kutsal metnin haşri sorgulaması biz Müslümanlar açısından anlaşılabilir şey değildir. Buna karşın Ahd-i Cedid’de, İsa Mesih’in hayatı ve memeatı ile ölüme karşı bir zafer kazandığı ve onun yolundan gidenlerin Mesih sayesinde bu savaşı kazanacakları vaadi yer alır. Hatta Mesih’in ölümü bizzat bir hayatın sunulması anlamına gelir. Gayet muhtasar olarak ortaya koymak durumunda kaldığımız bu tablo, ister Ahd-i Atik’te isterse Ahd-i Cedid’de resmedilen ölümün bir hal olduğu ve bir şekilde kulun önüne geleceğini, buna karşın Tanrı’nın kullarına destek olacağını anlatırken, Tanrı’nın cezalandırmak haricinde ölüm hadisesinde pasif bir aktör olduğunu ortaya koyar. Tanrı bazen cezalandırmak için öldürse de, doğal ölüm O’ndan gelmez, aksine kul günahları sebebiyle ölümü bizzat yaratır. Günah ölümle sonuçlanır! Kitab-ı Mukaddes açısından tablo kabaca budur. Tanrı ölüme karşı kurtuluş yolunu gösterebilecek olandır, ölümün faili değildir. Adem’in günahı sebebiyle gelinen dünya ölüm ile sonuçlanacaktır. Theophilus “Ademin çocukları Tanrı’ya itaat etmeyi öğrenseler ölüm hiç gelmeyecekti” der. “Tanrı materyal bedene ölümsüzlük vermemiştir, zira dünyada başa çıkılamayacak kadar insan olsun istemez” der Lactantius. Ancak Tanrı teologlara göre de öldürmez, aksine hayatı yaratandır. Ölüm ise bu hayatın son bulması halidir. Dolayısıyla Tanrı’nın ölüm hadisesindeki rolü en fazla ölüme mani olmamak kadardır.

Muhyî ve Mümît

Müslümanlar olarak ölüme bambaşka bir perspektiften yaklaşan bir kitaba iman ettiğimiz açıktır. Hangimizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan bir Allah’a inanırız. Dolayısıyla ölüm Allah’ın pasif olarak müdahale edip etmeyeceği bir süreçten bambaşka bir şeydir. Her şeyin yed-i kudretinde olduğuna inanılan bir Allah’ın ölümü de yaratmış olmaması düşünülemez.

Allah bir Müslüman için hayatı yaratan Muhyî olduğu gibi ölümü de yaratan Mümît’tir. Bineanaleyh ölüm hayatın son bulması ile ortaya çıkan pasif bir süreç değildir, aksine hayatı yaratmak kadar Allah’ın bizzat yaptığı ve yarattığı bir şeydir. Ölüm yoksa hayat vardır, hayat varsa ölüm yoktur anlayışı bu bakımdan bir Müslüman için anlamsızdır. Epikouros’a izafe edilen “Ölüm bizi alakadar etmez. Biz burada olduğumuz sürece ölüm yoktur, ölüm geldikten sonra ise biz yokuz” sözü de Müslüman için her hangi bir anlam taşımaz. Çünkü Allah ezelde ve ebedde muhyi ve mümittir; yani biz yokken de hayatta iken de ölüm vardır, öldükten sonra hayatın olacağı gibi. Tek cümlede özetleyecek olursak rastgele bir şey değildir ölüm, aksine Allah’ın bizzat faili olduğu bir hadisedir. Hal böyle olunca yaşamımız ve ölümümüz kendi elimizde değildir.

Elbette nice mektepli medreseli ilmiyelinin yaşadığı memleketimizde bu meselenin fetvasını vermek bana düşmez. Buna karşın iki kutsal kitabın ölüme karşı takındığı temel tutumu mukayese etmek haddimedir. Bundan cesaret alarak bu girişi yapmış olduktan sonra asıl konumuza girebiliriz. Nedir bu minarelerden okunan salalar ile alıp veremedikleri?

Vaziyeti nicedir?

Dini olan ile ünsiyeti cenazeden cenazeye ve ancak pasif bir izleyicilik suretinde olanlar açısından salanın ölümü hatırlatması şaşılacak şey değil. Cenaze ezanıdır sala böylelerinin. Efendim, Peygamber’e salat ediliyormuş; adının anılması bereketin gelmesine, kazanın-belanın selbine vesileymiş vb. bunlar açısından zaten bir argüman değildir. Bilimsel, tecrübi bilgi değildir her şeyden evvel. Nasıl inansın böyle bir şeye? Buna mukabil kutsal olanın dünyaya değil dünya ötesine ait kabul edilmesini neticelendiren seküler aklı sebebi ile metazori katlanmak zorunda olduğu ezana ilaveten minarelerden okunan salaya tahammül edemiyor. Ölümden yana bu tedhiş, bu ürkmek niye? Ölüm anlamlandırabileceği bir şey olmanın çok ötesinde bir şey de ondan. Seküler aklın, modern ideolojilerin ölüm hakkında söylediklerinin hiçbir anlamı olmadığı muhakkaktır.

Bunu tecrübe etmek çok da zor değil. İnternette sol militanların, örneğin bir YPG’linin, bir DHKPC’linin cenazesinde verilen söylevlere bir göz atınız. “Sıkılmış bir yumruk gibi girdi kavgaya, ve o bir kurşun gibi saplandı düşmanın göğsüne. Şimdi onlar güneşe gittiler, yüreklere gömüldüler….vb.” ölüm hadisesini hiçbir şekilde anlamlandırmayan “E şimdi ne oldu ona? Vaziyeti nicedir?” sorularına en ufak cevap vermeyen epik söylevlerle karşılaşacaksınız. Övülen, destanlaştırılan yegane şeyin cesaret olduğunu ve mesajın kalanlara olduğu dikkatinizi çekecek. Ölümünün bir anlamı olduğu, kavgada düştüğü söylenecek. Bu bir motivasyon konuşması olarak kabul edilebilecek ve anlaşılabilecek bir şeydir. Buna karşın ölümün herhangi bir şekilde anlam kazandığına şahit olamazsınız. Kalanlar bu konuşmaları kendileri için dinlerler. Ölümün zatının bir anlamı olup olmadığını bu konuşmalardan çıkartamazsınız. Ve yüreklere yahut güneşe gömülmenin aslında hiçbir anlamı olmadığının herkesçe malum olduğu böyle bir ortamda ölümden irkilmemenin yegane yolu cesareti övmekten ve ölüme karşı cesurca durmaktan geçiyor bu akıl için.

Dönüşmüş inanç

Modern ideolojilerin ve seküler aklın teolojik kavramlarını Avrupa’dan aldığına şüphe yoktur. Hayat ve ölüm hakkındaki anlamlandırmaların hemen hepsi on sekizinci ve on dokuzuncu asırlarda ortaya çıktıkları Avrupa’da şekillendiler. Bu dönemin Avrupalısının muhayyilesini şekillendiren şey ise dönemin teolojik anlatısından bir başka şey değildir. Bilim dilediği kadar gelişmiş olsun, Aydınlanma dilediği kadar muzaffer olmuş olsun, temel anlatıların teolojik bir noktaya istinad ettiğine şüphe yoktur. Bu Durkheim’ın dönüşmüş inanç dediği şeye tekabül eder. Bu sebeple dilediği kadar Türk ve Müslüman kökene sahip olsun, bir ideolojiye yahut seküler akla kendini dahil gören herkesin ölümden anladığı şey kökenlerini Antik Yunan’da ve Kitab-ı Mukaddes’te bulan bir ölüm tasavvurudur. Tanrı’nın dahlinin olmadığı ve hayatın sonlanması ile ortaya çıkan bir şeydir ölüm. Böyle bir ölüm ile karşı karşıya olmak ve bunu hatırlamak ise koronavirüs ile karşı karşıya olmaktan farksızdır. Görülmeyen, bilinmeyen ancak gücümüzün yetmediği bir düşman olarak görülür. Asla mağlup edilemeyecek bir düşman. Hele ölümün her yerde kol gezdiği böyle bir zamanda “ölü ezanı” olarak kodladığı salanın bu kimseye yaşattığı dehşeti bir düşünün. Dine, dini kurumlara ve sembollere karşı çoğu zaman anlamlandıramadığımız saldırıların menbaı da işte bu korkudur. İşte bu kimse ile aynı kamusal alanı paylaşıyoruz. Elbette hatrı için sala okumaya, okutmaya bir son verecek değiliz.

Ölümün anlamı

Ölümün bir anlamı olduğu bu topraklarda ölüme atfedilen manadan uzaklaşması elbette bizim kabahatimiz değil. Ölüme hadisesin tanatolojik bir yaklaşımla anlamlandırmaya çalışmasının söz konusu kimseyi anlamlı bir yere çıkartmaması da bizim kabahatimiz değil. Altındaki teolojik zeminin, bütün teolojik zeminlerin en mukavemetsiz olanlarından birine, Avrupa teolojisine –bakın bu tümden bir Hıristiyan teolojisi demek değildir- kayması ile birlikte anlamsızlaşan immateryal şeyleri kendi dini referanslarımız ile bu kimse için anlamlı hale getiremeyiz. Zira sahip olduğumuz bütün değerler, özünü bulduğu İslamiyet ile birlikte, saladan rahatsız olan kimse için ancak yaşam konforunu yitirmesine vesile olan rahatsızlık vesilelerinden ibaret. Elbette müşterek bir değerler silsilesi üzerinde bir araya gelememekten dolayı izahlarımız ile hayatını anlamlı hale getiremiyoruz. Elden bir şey gelmez. Kendisine sabırlar dileriz.

 

[email protected]