Onu aramakla bulamazsın lakin bulanlar yine arayanlardır

Mehmet Ödemiş / Yazar
25.08.2019


Onu aramakla bulamazsın lakin bulanlar yine arayanlardır

God and the New Physics adlı kitabında Paul Davies, dinin dogmalardan yani değişmeyen sabitelerden meydana geldiğini, gerçek müminin aleyhe bir delil olsa bile inancını değiştirmeyerek bilişsel hafızasını muhafaza edeceğini oysa bilim insanının, ortaya makul bir delil konduğunda hipotezini değiştirmeye herkesten hevesli olduğunu iddia eder. Anladığım kadarıyla o, dinin, bireyin düşünce dünyasını dondurduğunu, bilimin ise zenginleştirdiğini savunmaktadır. Doğrusu din, vahiy üzerine kuruludur ve değiştirilemez akideler içerir. Müminin zihninde -yanlış dahi olsa- bu mukim bilgiler, itminan yaratır. Sonuçta insan, emin olmakla zihinsel emana erer. Hayata dair aksiyomları sürekli değişen bir kişilik, şizofreniye meyyaldir. Biraz daha idealize edelim: İnsan, bazen tek bir ‘söz’ uğruna yaşar. 

Bilim ise hakikat arayışında sürekli değişken, yanlışlanabilir içeriklerle ilerler. Bilim, kendi geliştirdiği varsayımları hurafe boyutuna taşıyıp amentüye dönüştürmediği sürece pek saygın bir anlam arayışıdır. İnsanın anlam arayışına hizmet etmeyen bilginin yeri, malumat çöplüğüdür. Bilimle din arasındaki ilişkide korunması gereken sınır, birinin diğerine kuma olmamasıdır. Haddizatında insanın anlam arayışı bağlamında düşündüğümüzde, bilim ve din, amaç birliğine sahiptir. 

Paul Davies’e göre, bilimsel muhakeme geçerliliğini, evrenin pek çok karanlık sırrını çözerek ve teknolojinin sağladığı sayısız kolaylık sayesinde üretilen konforla ispat etmiştir. Dolayısıyla bizden, statik inançlar (dogmatik) sunan dine değil, dinamik inançlar sunan bilime itibar/iman etmemizi ister. 

İnsanı, yaşamı, evreni anlamlandırmada, dinler söylemlerle bilimse teorilerle yola çıkar. Kimi dinlerin inananları, mensup oldukları dinlerin varoluşla ilgili açıklamalarını birer buyruk şeklinde telakki edip bilimin söylediklerine kulak tıkar. Bilimcileri çileden çıkaran husus da tam olarak bu ayak diremedir. Bu problematik mevzulardan biri de ‘yaşamın kökeni’ meselesidir. 

İnsanın kendine bakışı

Teologlara göre, yaşam en üstün mucizedir ve insan yaşamı, Tanrı'nın kozmik ana planının başarısını temsil eder. Bilim insanına göre ise yaşam, doğadaki en şaşırtıcı fenomendir. Yüz yıl önce, canlı sistemlerin kökeni ve evrimi konusunda, bilim ve din arasında tarihin en büyük meydan muharebesi yaşandığında Darwin, evrim teorisi ile Hıristiyan doktrininin temellerini sarsmıştı. Copernicus güneşi, sadece güneş sisteminin ortasına yerleştirmemiş adeta muazzam bir hidrojen bombası gibi kilisenin ortasına getirip bırakmıştı. O günlerden bu güne yapılan herhangi bir dini açıklama, sıradan insanlara bilimsel analizin kapsamlı izahlarından fazlasını sunmadı. Bilim, bahusus Batı’da, insanın kendisine bakışını ve evrenle olan ilişkisini kökten değiştirmişti. 

İncil ve diğer kutsal kitaplar açıkça, yaşamın Tanrı'nın faaliyetlerinin doğrudan sonucu olduğunu yazar. Kitab-ı Mukaddes, “İnsan, Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır” derken  biyolojik/fizyolojik bir imada bulunmaz. Suretle kastedilen, imaj değildir. Bir tözden bahseder. İncil’in anlatımına göre, önce cennet ve dünya yaratılmış sonra İlahi güçle bitki ve hayvanlar var edilmiş ve en sonunda Adem ve Havva yaratılmıştır.  Davies’e göre,  Hıristiyanların ve Yahudilerin büyük çoğunluğu şimdi, İncil’de anlatılan bu Yaratılış hikayesinin alegorikliğini kabul eder ve yaşamın menşei hakkındaki İncil versiyonunun, tarihsel gerçekliğini savunmaya çalışmazlar. 

Peki o devasa sorunun dogmatik (!) cevaplarının dışında bir cevabı var mıdır? Yaşam, nasıl meydana gelmiştir? Cansız atom toplulukları nasıl canlandırılmıştır? Geleneksel ve dinsel açıklama, Tanrısal dokunuş olmadan yaşamı var kılmanın imkansız olduğunu savunur. Bu yüzden tüm canlıların içinde maddi olmayan bir bileşen, bir yaşam kuvveti, iksir, tin, töz adına her ne derseniz, manevi bir öz bulunur. Ona canlılık veren bir ruh... Tanrısal bir nefes... Davies’in de ifade ettiği gibi bu, vitalizmin kadim doktrinidir. 

Asgari müşterek mümkün mü?

Bilimci için elbette bu izah yeterli gelmeyecekti. En azından bunun nasıl olduğunu anlamak önemliydi. Bu merak, gayet insani ve değerliydi. Fakat modern ateist/anti-teist paradigma, camiada dominant hale gelinceye kadar geçmiş bilim insanlarının çoğu, bu çabalarını daha müteal bir anlamsal çerçeveye oturtuyorlardı. Onlara göre, doğanın esrarını kavramak, Tanrı’yı daha iyi anlamayı da beraberinde getirecekti. 

Davies’e sorulması gereken soru; gerçekten din ve bilimin, uzlaşabilme şansının olup olmadığıdır. Bir asgari müşterek mümkün değil midir? Zira din, insanın varoluşsal sorularına cevaplar üretir ki bilim, keşfettiği bulgularla buna lojistik sağlar. Belki de birinin Davies’e, İngiliz genetikçi John Haldane’ın (1892-1964) ünlü sözünü hatırlatması gerekir: “Bilge adam, davranışlarını hem din hem de bilim teorileri ile düzenler.”

Ama Davies’in geçmişine indiğimizde, onu anlamamız da kolaylaşır. Zira o aşağıda savunmasını naklettiğimiz bir din-bilim çatışmasından gelmektedir. Batı’nın entelektüel zihninde, hala Kilise zindanlarından ve Engizisyon’un yaktığı bilim insanlarından yükselen feryatlar çınlamakta! 

“Ancak, bu Kutsal Ofis aracılığı ile, Güneş'in merkez ve sabit olduğunu iddia eden yanlış düşünceyi bırakmaktan ve söz konusu sahte doktrini herhangi bir şekilde tutmanın, savunmanın ya da öğretmenin yasaklanmasından tamamen zevk aldığım için… Bahsedilen hataları ve sapkınlıkları ve genel olarak söz konusu Kutsal Kilise'ye aykırı diğer hata ve mezhepleri kınıyor, lanetliyor ve iğreniyorum ” 

Yukarıdaki ‘resmi ifade’ Galileo Galilei’nin Engizisyon’daki savunmasından... Yakılarak öldürülen Bruno’nun haykırışlarını kafalarından söküp atamayan bir bilim geleneğinin travması bu. Ya da herem/tekfir/aforoz edildiği için Yahudi toplumundan tecrit edilip dışlanan Spinoza’nın patolojik psikolojisi... 

Yaşamın kökeni bahsine dönersek, modern bilim literatüründe hayata canlılık veren şeyin ne olduğunu anlamaya dair ilk ciddi kayıt, 1770'lerde Luigi Galvani tarafından düşüldü. O, bir kurbağanın kasına bir çift metal çubukla dokunulduğunda büküldüğünü keşfetti. Ona göre, hayvani ruh, bir tür elektrikten ibaretti. 

Yaşamın kökeni için tercih edilen senaryolardan biri olan ‘uzaydan gelen yaşam’ efsanesini (dünya dışı zekaların bir ürünü olduğumuz teorisini) bir kenara bırakırsak en popüler senaryo, “ilkel çorba” adıyla bilinenidir ki fikrin mucidi de tanıdık bir isim olan Darwin’dir. Buna göre dünyanın yaratılışının ilk zamanlarında, yeryüzündeki göletler, peyderpey atmosferdeki kimyasal reaksiyonlardan oluşan basit organik bileşiklerle zenginleştirilmiştir. Milyonlarca yıl boyunca, daha büyük ve daha karmaşık olan moleküller, o kritik ve ‘hayati’ (mecazen değil gerçekten hayati) eşiklerin aşılmasıyla birlikte, yaşam, tamamen karmaşık organik moleküllerin rastgele kendiliğinden örgütlenmesinden doğuvermiştir. (Paul Davies, God and The New Physics, Penguin Books, 1983) 

Cümledeki kelimelere dikkat edin. İlkel, karmaşık, basit bileşikler, rastgele, kritik, hayati… 

Bu zekice teorinin üzerine ilk gidenler, Rus bilim adamı Aleksandr Oparin ile İngiliz J. B. S. Haldane oldu. Bu iki bilim insanı ayrı ayrı ileri sürdükleri hipotezlerde teoriyi zenginleştirdiler ama altın vuruşu yapmak ikisine de nasip olmadı. Tarihler, 1953’ü gösterdiğinde sahne alan Harold Urey ve Stanley Miller, –ki Miller genç bir doktora öğrencisiydi- mezkur hipotezin bir simülasyonunu gerçekleştirmeyi başardılar.  Araştırmacılar, yaptıkları deneyde, dünyanın yaşam öncesi atmosferini (hidrojen, metan, amonyak ve su) yeniden canlandırmış ve yaptıkları karışımı bir şişeye doldurup sabit bir elektrik boşaltımı uygulamışlardı. Bu enerji akışından birkaç gün sonra şişenin içinde, protein molekülleri oluşturan birimler olan bir dizi farklı aminoasit de dahil olmak üzere bir çok karmaşık organik bileşiğin oluştuğunu fark ettiler. Deney, farklı enerji kaynaklarıyla müteaddit defa yinelendi ve hepsinde de aynı sonucu verdi. 

Prebiyotik bir hamle

Gerçekten bu deney bir devrim gibiydi. Deney sonunda, nur topu gibi aminoasitlerimiz oluvermişti. Enerji akışı, yarı kapalı bir sistemde düzene ve karmaşıklaşmaya neden olmaktaydı. Tek bir eksik vardı. Elde edilen aminoasitler, kendi kendini kopyalayabilme yeteneğine sahip değildi. Yaşamın devam etmesi için bu da ‘hayati’ idi. Belki daha güçlü bir radyasyona ihtiyaç vardı belki de negatif bir entropiye. Biyosferi bir canlı cennetine dönüştürecek o kritik eşik, Tanrı’ya mahal kalmadan bir şekilde aşılmalıydı? Prebiyotik bir hamle gerekiyordu. 

Elektrik, Tanrı’nın yerini alabilir miydi? Dünyada ilk canlılığın ortaya çıkmasında rol alan karbonun ‘niçin’ine dair sorular henüz cevap bulamamışken elektriğin Tanrı karşısında pek şansı yoktu. Modern insanı, insana dair her şeyi açıklığa kavuşturabileceğine ikna eden Kadir-i Mutlak bilim, hınk-mınk ediyordu. Yaşam, rastgele atomların bir araya gelmesinden oluşuyordu işte.  Bu köşeye sıkışmışlık duygusu, şu cümlelerde kendini açık ediyordu: 

“Yaşamın sırrı, atomlar arasında değil; moleküler yapılar içinde kodlanmış bilgilerde bir araya getirilmiş olmalıdır. Kolektif fenomenlerin varlığı tasavvur edildiğinde, bir yaşam gücüne olan ihtiyaç ortadan kalkar. Atomların hayat vermek için “canlandırılmaları” gerekmez, sadece uygun karmaşık şekilde düzenlenmiş olmaları gerekir.” (Paul Davies, God and The New Physics, Penguin Books, 1983) 

Siz de benim düşündüğümü mü düşünüyorsunuz? Bir Beethoven senfonisini ya da Dede Efendi bestesini dinlerken bunların sadece düzensiz atomların rastgele bir araya gelişinin sonucu olduğunu düşünmenin yaratacağı değersizlik hissi, bir süre sonra yerini Sartre’den mülhem bir bulantıya bırakabilir. 

Sorun şu ki bilimsel bazı doktrinler, kendilerini aşan varoluş problemleriyle karşılaştıkları zaman, bir anlamda köşeye sıkıştıkları zaman, entelektüel şiddet ve keskinliklerini artırıyor ve kendilerini birer ideolojiye dönüştürüyorlar. Kanaatim o dur ki her bilim insanının ya bir sanat dalıyla ya da felsefe ile ilgilenmesi şarttır. Hobi düzeyinde bile olsa bu ilgi, bakış açılarına bir derinlik, değerlendirmelerine feraset katacaktır. Meselelere tek ya da belirli açılardan bakmak yerine çok boyutlu bakmanın sağlayacağı avantaj, paha biçilmez katkılar sunabilir. Tanıdıkları isimler üzerinden örnekler vermek gerekirse bir Galilei’nin, Newton’un, Kepler ya da Descartes’in avantajı bence buydu. 

Hasılı kelam bilim yaşamın kaynağını Tanrısız anlamak için çabalıyor, deneyler yapıyor, paralar harcıyor. Kimi bilim insanları da samimi bir şekilde gerçeğin peşinde gitmek, aslında ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamak için gayret ediyor. Çabalar, dökülen alın terleri sonuç verecek, Tanrı kendisini anlamaya/kavramaya çalışan insanın emeğini heba etmeyecek, bir sünuhât vaki olacak ve biz bir şekilde o ‘hayati’ soruya cevap bulacağız. Ne demişti erenler: Onu aramakla bulamazsın lakin bulanlar yine arayanlardır. 

[email protected]