Operasyonel yargısal vesayet: Dam üstünde yargıç var!

Prof.  Dr. Muharrem Kılıç / Akdeniz Ünv. Hukuk Fak.
25.01.2014

Meşru kamusal erkin kullanımında demokratik devlet felsefesi ve tecrübesi hiçbir biçimde herhangi bir paralel yapı(lanma) ile bağdaşık değildir. Millet adına kullanılmakta olan egemenlik yetkisi ve kamusal erkin hangi surette olursa olsun güdümlü paylaşımı demokratik hukuk devleti ilkesine ve yapılanmasına aykırıdır.


Operasyonel yargısal vesayet: Dam üstünde yargıç var!

Ontolojik meşruiyetini ‘millet iradesinden’ alan devlet egemenliğinin bir bütünlük içerisinde tezahür etmesinin gerekliliği ortadadır. Bu kuramsal bütünlüğün bir gereği olarak, bir erkin diğer erksel alan/lar üzerinde tahakküm kurmaması bu ayrımın temel felsefesini oluşturmaktadır. Fonksiyonalist biçimde alanların tanımlandığı bu düzenekte, alanlar arası mütecavizane tutum, eylem ve işlemlerin, devlet düzeni açısından kaotik bir yapıya işaret edeceği ortadadır. Erkler ayrılığı ilkesinin temel göstergelerinden bir diğeri de herhangi bir erksel alanın diğerinin meşruiyet alanını aşan amaçlarını gerçekleştirme noktasında araçsallaştırılmamasıdır.

Cumhuriyet tarihimiz boyunca deneyimlediğimiz siyaset kültürümüz, zaman zaman yargısal erkin araçsallaştırılma deneyimlerine tanıklık etmektedir. Kimi zaman millet iradesini tahfif eden bir tutumla sosyo-politik alanı kuşatma saiki ile yargının istenilen sonucu istihsal etme noktasında araçsallaştırıldığına tanık olunmuştur. Bu durum, hiç kuşku yok ki, modern demokratik devlet örgütlenmesi ve siyaset kültürü ile çatışık ve aynı zamanda patolojik tarihsel tecrübeler yaratmıştır.

Halbuki hukukun özsel idealitesini oluşturan adaletin tezahür ve tecessüm etmesi beklenen yargısal alanın figüratif ve kurumsal güvenilirliğinin örselenmesi, devlet erkinin temelinin dinamitlenmesine yol açacaktır. Zira adalet idesi bir bütün olarak toplumsallığı tanzim eden normatif alanın yanısıra, egemenlik yetkisini kullanan kamusal erklerin ‘içkin değerini’ teşkil etmektedir. Bu değersel alan, hangi biçimde olursa olsun kullanılan kamusal erkin ya da yönetici devlet aklının ‘adalet dairesi’ olarak nitelendirilebilecek olan bir bütünlüğü ifade etmektedir.

Kamu vicdanını tatmin

‘Adalet dairesi’ metaforu, devletin şekli ve maddi tüm eylemselliğini kuşatan küllî bir mükemmellik ilkesini deyimlemektedir. Ancak bunlar içerisinde yargısal erk, kurumsal örgütlenmesi ve kavramsal altyapısı itibariyle bu aşkın idealiteyi içkinleştirmektedir. O yüzden bütünüyle bu erksel alan, kamu vicdanı ve toplumsal düzlemde adalet değerinin tezahür ettirilmesinde kritik bir konuma ve geniş bir denetleyici işlevselliğe sahiptir. Öyle ki, modern demokratik devlet yapılarında yargısal erk, fonksiyonalist anlamda toplumsal barışı temin etme ereğini güden uyuşmazlıkların bağlayıcı biçimde hükme bağlanması; yasamanın devletin normatif-meşruiyet belgesini oluşturan anayasaya uygunluğu ve yürütmenin icrai yetkisinin hukuka uygunluğunu denetleme yetkisini uhdesinde barındırmaktadır.

Bu denli kritik önemi haiz olan yargının kendinden menkul iktidar alanı, bir yönüyle de kullanışlı bir sistem aygıtına da dönüşebilir niteliktedir. Nitekim tarihsel örneklemlerine tanıklık etmiş olduğumuz üzere, yargısal erk, olağan ve süreçsel iktidar alanlarını devre dışı bırakan, yönetsel süreç ve sahiplerini siyasal bağlamın dışına iten bir iktidar alanı yaratmaktadır. Söz konusu müdahaleci atipik yargısal iktidar alanı, olağanüstü biçimde siyasal alanı tanzim etme güdüsü ile hareket edebilmektedir. İşletilen bu atipik süreçlerin bütün siyaset alanını berheva ederek ‘demokratik devlet’ yapısını zedeleyici niteliği aşikardır. Millet iradesinin biricik tezahür etme aracı olan siyasal alanı tüm araç ve aktörleri ile değersizleştirme çabası, bu hendesenin yıkıcı yansımalarından birisini teşkil etmektedir.

Yargılamanın meşruiyeti

Türk Milleti adına icra edilebilir bir yetki olması hasebiyle yargılama erkinin (Ay. m. 9) dayandığı meşruiyet alanı doğallıkla millet iradesidir. Bu noktada yargı erkinin ‘demokratik meşruiyeti’ millet iradesini temsilde ve/ya millet adına kullanılmasında tezahür etmektedir. Bu yetkinin bağımlı, koşullu/kayıtlı bir yetki olmadığı şöylece düzenlenmektedir: “Hakimler görevlerinde bağımsızdırlar.” (Ay. m. 138/1). Bağımsızlığı anayasal güvence altına alınan yargı, yargısal adaletin tesisinde baş aktör olan yargıç ve/ya savcının böylesi siyasal ve buna bağlı biçimde sosyal bir nüfuz alanına sahip olması, bu etkinliğin diğer kamusal erkler alanına mütehakkim olma potansiyelini de içermektedir. Erkler arasında rol karmaşasına, yetki aşımına ve denge yitimine olanak sağlayacak mütecaviz kurumsal tutumun izale edilmesi ise ancak, tarihsel, toplumsal, psiko-sosyal vd. kuşanmışlıklar içindeki yargıç figürüne bağlıdır.

Yargısal erkin merkezi figürü olan ‘Yargıç/Savcı’nın kişisel niteliği hukuksal ve toplumsal bir beklenti olarak ‘bağımsızlık’ ilkesinde müşahhaslaşması umulmaktadır. İnsan doğasının kişiye zerk ettiği tüm kuşatılmışlıklara rağmen yargıç, aşkın adalet idesini tecessüm ettirecek, -deyim yerinde ise- bir üst-kişisini ifade etmektedir. Bu bağlamda yargıcın sahip olduğu kişisel dünya görüşü ve zihinsel kabullerinden soyutlanması gerekmektedir. Bir anlamda yargı mensubu, adalet idealine yönelmiş ‘saf bağımsız ve bağlantısız akıl’ olmalıdır.

Hatta bu noktada yargıcın dürüst ve bağımsız olması yetmez; bunun yanısıra dürüst ve bağımsız görünmesi de icap etmektedir. Yargıç, böylesi bir ontolojik gerilim içerisinde görevini icra eden kişidir. Yargıcın inşai bir aklı deyimleyen ‘karar verme süreçlerinde’ yalnızca diğer iki erksel alana karşı bağımsızlığı değil, bizatihi kendi insani kuşatılmışlıklarına karşı da bağımsızlığı ve kayıtsızlığı temin edilmiş olmalıdır. Aksi takdirde Aristophanes’in Eşekarıları (Yargıçlar) komedyasında ironik bir dille hicvettiği sözde yargısal adalet ve yargıç figürüne tanıklık ederiz.

Yargıçlık hastalığı

Sözünü etmiş olduğumuz Aristophanes’in Eşekarıları komedyası, yargı ironisi üzerinden Atina’nın adalet sistemini tasvire dönük bir oyundur. Bu komedya yargısal adaletin, yargıçlar eliyle demagojinin ve politik tercihlerin kucağında can çekişmesini tahkiye etmektedir. Demagog Kleon dostu; Philokleon isimli yargıcın hikayesi anlatılır ve yaşlı Philokleon için denir ki, “Adam yargıçlık hastalığına tutulmuş, delisi olmuş bu işin. Tek düşüncesi adam yargılamak. Hem yargıçlar arasında, hem de en ön sırada oturmasa kahrından ölecek…

Toplumsal düzeni bozucu nitelikteki davranışlar karşısında bireylerin adalet beklentisi, sistematik bir biçimde yargı ve yargıçlar üzerinden karşılık bulmaktadır. Bu beklentiyi karşılayacak olan adalet duygusu, ‘yargısal adalet’ formu ile tezahür etmektedir. Kadim dönemde kişilerarası ilişkilerde ortaya çıkan nizaların kesin çözüme/hükme kavuşturulması ile sınırlı iken modern devlette kişinin devlet erki ile olan uyuşmazlıklarına da teşmil edilen bir yetkisel genişlemeye sahip olmuştur. Bütün bu yönleri ile oyun, modern zamanlara taşan bir hikaye olarak bizlere seslenmektedir.

Buradan çıkarılacak ders; yargısal adaletin tesisi ile teskin olacak olan kişinin vicdanını demagojiye veya herhangi bir politik tercihe kurban etmeyecek bir hak duygusunun yaratılmasıdır. Yargısal iradenin herhangi bir amaç doğrultusunda araçsallaştırılan bir yapıya dönüşmemesi ve atipik yargısal alanların yaratılmaması esastır. Yargısallaştırma patolojisini Aristophanes Komedya’sında ‘dam üstünde yargıç var!’ diyerek, ironik bir biçimde ifade etmiştir.

Ülkemizde 17 Aralık 2013 tarihinde başlayan ve devam etmekte olan süreç, yargısal erkin olağan siyasal zemini, yerel ve/ya küresel dinamikler ile yeniden tanzim ve tayin etmeyi amaçlamaktadır. Müdahaleci ve tanzim edici nitelikteki bu yargısal aktivizmin yaratmış olduğu ekonomik, politik ve sosyo-psikolojik bedelin ağırlığını ölçümlemek erbabınca mümkündür. Ancak burada üzerinde durulması gereken en temel sorun, yargısal erkin yakın tarihimizde ortaya koyduğu performansın yarattığı güvenilirlik meselesidir. Yaşananlar, yargısal adaletin toplumsal zeminde meşruiyetini kuran kurucu unsurları açısından ciddi bir örselenmişlik algısı yaratmaktadır. İstihdaf edilen amaçlara hizmet edici nitelikte yargısal operasyonlar, yargıda itibar zedelenmesine yol açmaktadır. Yargısal erk, meşru iktidar alanları dışında bir rejim ihdasına yol açıcı biçimde bir ‘yargıçlar iktidarı’ üretmiştir. Bu durum, demokratik hukuk devleti kuramı ve pratiği açısından anomali olarak nitelendirilebilecek tehakküm edici bir vesayet alanı yaratmıştır.

Yargısal müdahale

Türk demokrasi tarihi ve sancılı bir süreçte kırılmalarla ürettiğimiz demokratik değerler açısından içinde bulunduğumuz dönem, bir kriz dönemidir. Sancılı ve maliyeti yüksek olsa da söz konusu krizin, demokrasi kültürümüzü besleyici ve daha da güçlü kılıcı bir neticeyi hasıl edeceği umudu kendisini göstermektedir.

Türk demokrasi tarihi ve sancılı bir süreçte kırılmalarla ürettiğimiz demokratik değerler açısından içinde bulunduğumuz dönem, bir kriz dönemidir. Bu krizin yargıç iktidarı üzerinden üretildiğinin son dönem örneklerinden birisi Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) bildirgesi olmuştur. Söz konusu bildirge, yargıç/savcıların özlük işleri, tayin ve soruşturma işlemlerini yapan bir kurum olması itibariyle HSYK’nın hukuksal uyuşmazlıklara ilişkin olarak yapmış olduğu açıklama, karar verecek olan merci bakımından teorik ve mevzuat gereği bağlayıcı nitelikte olmamasına rağmen pratik anlamda bağlayıcılık arz edecektir. Zira karar verme/alma yetkisini haiz yargıç/savcı HSYK’nın görüşüne muhalif bir karar alma cesareti gösterememektedir. Bundan dolayıdır ki HSYK tarafından yapılan açıklamalar, yargıçlar üzerinde bir etki göstermektedir ve yargıçların tarafsızlığı ve bağımsızlığını ortadan kaldırmaktadır. HSYK görev ve yetkileri itibariyle her ne kadar yargıçlar/savcılar bakımından amir konumda olmasa da fiili uygulamaları nazara alındığı zaman bu konuma geldiği görülmektedir. Doğallıkla bu durum, yargıç bağımsızlığı ve tarafsızlığını ihlal edici bir yargısal müdahale olarak karşımıza çıkmaktadır.

İfade edilmelidir ki, içinde bulunduğumuz dönem, demokratik devlet ve hükümet sistemini izale edici ağır neticeleri doğurma potansiyeline sahip olan olağanüstü bir dönemdir. Bu olağanüstü dönemin araçsal aktörü ne yazık ki, yargı ve yargısal süreçler olmuştur. Söz konusu koşulların yarattığı olağanüstü durum, yargı örgütünün belirlenmesi süreçlerinde demokratik meşruiyeti temin edici bir refleks üretmesini gerekli kılmaktadır. Bu noktada, ‘millet iradesini’ temsil eden TBMM ‘demokratik meşruiyet’ kanalını açmak adına Yüksek Mahkemelere ve HSYK’ya yargıç atamalarında, anayasal bir yetkiye sahip olmalıdır.

Hukuka aykırı yargı

Son dönemlerde demokrasinin yerleşmesinin önünde engel oluşturduğu öne sürülen kişilerin yargılanması ve ‘şike’ davasıyla ilgili olarak toplum vicdanını rahatsız edici nitelikteki uygulamalar, millet adına yargılama faaliyeti yapan mahkemelerin meşruiyet dayanağına ilişkin sorgulamaları beraberinde getirmiştir. Özellikle sahte delil oluşturulması, koruma tedbirlerindeki orantısızlık, anonim tanık kullanılması ve bu tanıkların kimliklerinin ifşa edilmesi, mahkemenin yürüyüşüne ilişkin bilgi ve belgelerin yazılı ve görsel basına servis edilerek kişilerin masumiyetinin ihlal edilmesi gibi çeşitli temel ilkelere aykırılıklar, verilen kararların toplum vicdanında cezalandırmanın amacını oluşturan ‘adalet duygusunun’ gerçekleşmesini sağlayamamıştır.

Benzer biçimde, yargısal süreçlerin manipülatif sonuçlar doğurucu şekilde işleyişinin örneklerinden birisi de şudur: Yargıtay’daki dosyalar, yüksek mahkemenin yoğun iş yükü gerekçesiyle, temyizden makul bir sürede dönmemektedir. Ancak ne hikmettir ki toplumun büyük bir bölümünün ilgisini çeken ve çıkacak sonucun siyasi bir bedelinin olacağı algısı yaratılan şike davasının açıklanmış olması ve bu davada tartışılması gereken hukuka aykırılık iddialarına cevap vermeyecek bir biçimde gerekçelendirilmiş olması makul sürede yargılanma hakkı ile açıklanamayacak derecede şüpheler taşımaktadır. Özellikle yargı vesayeti tartışmalarının tırmandığı bir zaman olması ve yerel seçimlere kısa bir süre kalması bu şüpheleri haklı çıkarmakta ve şüphenin daha da artmasına neden olmaktadır.

Son günlerde yargısal aktörlerin talimatıyla kolluk güçleri maharetiyle gerçekleşen operasyonlara tanık olmaktayız. İlgili yasa hükmü gereği, ancak mahkeme veya yargıç tarafından incelenebilecek olan devlet sırrı niteliğindeki bilgi ve belgelerin operasyonel biçimde ifşası çabaları söz konusudur. Devlet sırrı niteliğindeki bilgilerin alenileştirilmesi ceza muhakemesinin amacıyla bağdaşmaz ve bu durum maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasına yönelik bir faaliyet olarak kabul edilemez.

Maddi ve manevi hasarlar

Sonuç olarak, ülkemizin olağan demokratik siyasal süreçlerinin derin apolitik ve vesayetçi güç kullanımları ile manipülatif biçimde tanzim ve tahrip edildiğini görmekteyiz. Baş döndürücü bir iştah ile bu siyaset mühendisliğini icra eden aktörler, ekonomik, sosyo-politik ve sosyo-psikolojik açıdan bu durumun ülkemiz için yarattığı/yaratacağı yıkımı da tereddütsüz biçimde göze almaktadırlar. Yakın siyasi tarihimizde ve şu anda, siyasal zemini tanzimi amaçlayan bu aktivizmin, siyasi figürleri bu arenadan tasfiye etme biçiminde hukuk ve etik dışı yollara tevessül ettiğini görmüş bulunmaktayız. Ne yazık ki bu manipülatif yargısal aktivizmin, sofistike biçimde uygulanan bir ‘algı yönetimi’ eşliğinde sunulduğu görülmektedir.

Vurgulanmalıdır ki, meşru kamusal erkin kullanımında demokratik devlet felsefesi ve tecrübesi hiçbir biçimde herhangi bir paralel yapı(lanma) ile bağdaşık değildir. Millet adına kullanılmakta olan egemenlik yetkisi ve kamusal erkin hangi surette olursa olan güdümlü paylaşımı demokratik hukuk devleti ilkesine ve yapılanmasına aykırıdır. Son söz olarak acilen sarılması icap eden bir takım maddi ve manevi hasarlar yaratmakta olan bu krizin, demokratik devlet geleneğini ve demokrasi kültürünü berkitmek adına bir fırsata dönüştürülme imkanını ve umudunu kaydetmeliyiz.