Orta Doğu'da Palmerston kuralı

Prof. Dr. İsmail Şahin / Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi
4.03.2023

Orta Doğu'da ciddi siyasi, ekonomik ve askeri sorunlar söz konusudur. Ancak en temel problem, bu sorunların hangi yöntemle ve nasıl çözüme kavuşturulacağına ilişkindir. Nihayetinde bu gibi sorunların nasıl çözüme kavuşturulacağına dair ne ortak bir fikir ne de kolektif kararlar almayı sağlayacak ortak bir mekanizma vardır. Bu yüzden ilişkilerde başlangıç noktası, ekonomi olmalı, tartışmalı ve sorunlu alanlar değil.


Orta Doğu'da Palmerston kuralı

Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde 2010 yılında baş gösteren Arap Baharı, bölge ülkeleri arasındaki siyasi ilişkilere bir hayli zarar vermişti. Bölge ülkeleri, diplomatik ilişkilerde ciddi kopuşlar yaşarken Arap Baharı'nı destekleyen Batılı devletlerin benzer kopuşlara sürüklenmediği görüldü. Bu durumun birçok nedeni olabilir. Ancak en dikkat çekici fark, bölge ülkelerinin ilişkilerde "duygusal kaygıları", Batılı ülkelerin ise "rasyonel kaygıları" ön plana çıkarmasıydı. Batılı devletler, Fransa Kralı XIII. Louis'in başbakanı veya başdanışmanı Kardinal Richelieu (1624-1642) döneminden bu yana devlet işlerinde ve özellikle dış politikada realpolitik yani maddi çıkar ve güç dengelerine dayanan bir siyaset izlemenin peşinde koşuyor. Dolayısıyla realpolitikte bağlayıcı bir idealden söz etmek pek mümkün değildir. Önemli olan tasavvur edilen ulusal çıkara ulaşmaktır. Richelieu, Katolik Kilisesi mensubu bir kardinal olmasına rağmen Fransız devletinin çıkarlarını Kilisenin üzerinde tutmuş ve bu bağlamda Mezhep Savaşları da olarak bilinen Otuz Yıl Savaşları'nda (1618-1648) Protestan güçlerle ittifak yapmaktan çekinmemişti.

Diplomaside yol gösterici

Batılı devletlerin Orta Doğu ülkeleriyle kurdukları ve geliştirdikleri ilişkiler değerlendirildiğinde bunların söylemsel düzeyde demokrasi, hürriyet, insan hakları, adalet ve eşitlik gibi değerler veya normatif kavramlar içerdiği, eylemsel düzeyde ise büyük ölçüde ilke ve değerlerden yoksun çıkarlara dayalı olduğu görülür. Belki bu yaklaşım tarzı ahlaki açılardan eleştirilebilir. İkiyüzlülük şeklinde yorumlanabilir. Fakat şurası çok açık ki, devletler arası ilişkilerde gelinen nokta itibariyle, bu davranış biçimi en doğru tercih olarak benimsenmektedir. Kardinal Richelieu, "ulusal çıkar" anlamına gelen "Raison d'etat" kavramını diplomaside yol gösterici olarak ilan etmişti. Bunun anlamı şuydu: Devletin çıkarlarının üzerinde bir değer ya da kural yoktur. Bu düşünce tarzı, 19. yüzyıl diplomasisinde tüm yalınlığıyla hayata geçirilerek neredeyse uluslararası sistemin tüm aktörleri tarafından benimsenen ya da onaylanan bir kurala dönüştü. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Palmerston 1848'de şöyle diyordu: "İngiltere'nin ne ebedi müttefikleri ne de ebedi düşmanları vardır; ebedi olan yalnızca çıkarlarımızdır ve bu çıkarlarımızı takip etmek bizim görevimizdir." Dış ilişkilerde soğuk pratikliği betimleyen bu söz, kuşkusuz ahlaki ve insani değerlerden yoksun olduğu kadar bir o kadar da materyalistti. Ancak bir gerçekliğe işaret ediyordu.

20. yüzyılda devletler arası ilişkilere ilkeler ve değerler getirmek üzere başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere birçok örgüt kurulmuş olsa da uluslararası ilişkilerde hayal edilen seviyeye bir türlü erişilemedi. İnsani değerler ve ilkeler, uluslararası toplumda karşılık görse de devletler düzeyinde, "Lord Palmerston kuralı" diplomaside işlemeye devam etti. Özellikle bu kuralın izlerini Orta Doğu'da sürmek bir hayli kolay. Bu gerçeklikten hareketle, Orta Doğu coğrafyasında yer alan ülkelerin birbirlerine karşı değer/çıkar denkleminde bir politika gütmeleri elzemdir. Değer ve ilkeler konusunda sığınacakları en güvenli liman BM Şartı'dır. Bu çerçevede egemenlik haklarına ve toprak bütünlüğüne saygı ile içişlerine karışmama kuralı, uyulması gereken en temel prensip olmalıdır. Bu konuda bölgedeki hiçbir devlet herhangi bir tereddüt yaşamamalıdır. Zira Orta Doğu ülkeleri için siyasi birliğin korunması, toprak bütünlüğünün muhafazası, istikrar ve güvenliğinin sağlanması, ilk sırada gelen en hayati ve hassas siyasi başlıklardır. Bunların ardından halkın refah ve esenliği ikinci sırada yer alır. Üçüncü sırada ise bölgesel güvenlik ve istikrar gelir. O halde yapılması gereken, bu sıraya riayet ederek bölge halklarını çatışma temelli olmayan iş birliği modellerine hazırlamaktır.

Başlangıç ekonomi

Şurası çok açık ki, Orta Doğu'da ciddi siyasi, ekonomik ve askeri sorunlar söz konusudur. Ancak en temel problem, bu sorunların hangi yöntemle ve nasıl çözüme kavuşturulacağına ilişkindir. Nihayetinde bu gibi sorunların nasıl çözüme kavuşturulacağına dair ne ortak bir fikir ne de kolektif kararlar almayı sağlayacak ortak bir mekanizma vardır. Bu yüzden ilişkilerde başlangıç noktası, ekonomi olmalı, tartışmalı ve sorunlu alanlar değil. Bir başka deyişle, gerçek koşullar yani realpolitik, ilişkilere yön vermelidir. Kısacası bölgenin modern tarihini dikkate almak ve ona uygun ve ona özgü bir strateji ortaya koymak ziyadesiyle önem arz eder. Aksi halde savaşlar, çatışmalar ve gerilimler içerisinde mutlak manada güvenlik ve jeopolitik odaklı bir strateji izlemekten öteye geçilmez.

Bu realitelerden hareketle, Akdeniz'in karşı kıyılarında konumlanmış, ortak tarih ve kültüre sahip Türkiye ve Mısır'ın dış politikada birbirlerini dışlamasının uluslararası ilişkiler mantığı içerisinde rasyonel bir açıklamasının olduğu söylenemez. Her iki ülkenin birbirine yaklaşması, birlikte hareket etmesi, ortak projeler üretmesi jeopolitik olduğu kadar tarihi bir sorumluluktur. Günümüzde pek az kişi dışında hiç kimse, Türkiye ile Mısır arasındaki gerilimin iki ülkeye önemli kazanımlar getirdiğini savunamaz. İki ülke de bu gerilimden zararla çıkmıştır. İki ülke, birkaç yıldır ilişkileri yeniden rayına oturtmak için ciddi diplomatik çabalar harcıyor.

Şam ziyareti

Bu bağlamda Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şukri'nin deprem felaketi nedeniyle Türkiye'yi ziyaret etmesi, Ankara ile Kahire arasındaki buzları iyice eritmesi bakımından önemli fırsatlar sunuyor. Samih Şukri'nin Türkiye'ye gelmeden önce depremden etkilenen Suriye'yi de ziyaret etmesi ve burada Suriyeli mevkidaşı Faysal Mikdad'la görüşmesi de dikkate değer bir gelişme olarak görülmeli. Nitekim Suriye'de iç savaşın başladığı 2011 yılından bu yana Mısır'dan Şam'a dışişleri bakanlığı düzeyinde yapılan ilk resmi ziyaretti bu. Gözden kaçmaması gereken sıcak bir gelişme de Mısır Başbakanı Mustafa Madbuli'nin Katar ziyareti. Pazartesi günü gerçekleşen resmi ziyarette, Madbuli hem mevkidaşı Halid bin Halife bin Abdülaziz ile hem de Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad Al Sani ile görüştü. Görüşmelere iki ülke arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin damga vurması ve her iki ülkenin ekonomik iş birliğini öne çıkarması bölgesel barış, istikrar ve refah açısından yerinde bir davranıştı.

Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şukri'nin Türkiye ve Suriye ziyaretlerinde de benzer içerikte mesajlar verdiği görülüyor. Orta Doğu'daki "dargın" ülkelerin aralarındaki diplomatik mesai yoğunluğunu artırmalarının önemli bir nedeni, pandemi ve ardından patlayan Ukrayna Savaşı'nın dargınlığın yol açtığı siyasi, askeri ve ekonomik maliyetleri daha da ağırlaştırmasıdır. Bu yüzden siyasi konulardan ziyade bölge içi ticaretin, turizmin ve yatırımların gelişmesine odaklanılması öncelikli bir hal almıştır. Bölge ülkelerinin ekonomisini canlandırmak adına siyasi merkezli bir anlayıştan ekonomi temelli bir dış politika anlayışına geçmek artık kaçınılmazdır. Mısırlı Bakanın Türkiye ziyaretinde, "Mısır her zaman Türkiye'deki kardeşlerinin yanında olacaktır.

İlişkilerimizin de bundan sonra en iyi düzeye geleceğine inanıyorum" ifadelerini kullanması oldukça önemliydi. Zira iki ülkenin halkları arasında herhangi bir ciddi sorundan bahsetmek mümkün değil. Devletler düzeyinde bir anlaşmazlık söz konusu. Gerek Türk halkı gerekse de Mısır halkı zaten mevcut gerilimi tasvip etmiyor. Onlar ilişkilerin zaman kaybetmeden düzeltilmesinden ve iki ülke arasındaki iş birliğinin artırılmasından yana. Burada hayati olan, iki hükümet arasındaki iletişim kanallarının sonuna kadar açılmasını sağlamak. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun iki ülke arasındaki ilişkilerin tamamıyla normalleşmesi adına cumhurbaşkanları düzeyinde görüşmelerin olabileceğinden bahsetmesi, sevindirici bir gelişme olarak okunabilir.

Katar, Türkiye ile Mısır'ın normalleşme sürecine olumlu bir katkı sunabilir. Nitekim daha önceki yıllarda Mısır-Katar ilişkileri büyük bir sınamadan geçmişti. Mısır'da demokratik yollarla seçilen ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin askeri müdahale ile devrilmesinin (3 Temmuz 2013) ardından iki ülke ilişkilerinde gerginlik başlamıştı. Gerginliğin büyümesi üzerine de Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Mısır, 5 Haziran 2017 tarihinde "terör örgütlerini desteklediği" ve İran ile yakın ilişkiler kurduğu gerekçesiyle Katar ile tüm diplomatik ilişkilerini kesmiş ve bu ülkeye ekonomik ve siyasi ambargo uygulama kararı almışlardı. Katar'a uygulanan ekonomik ve siyasi ambargo, 5 Ocak 2021 tarihine kadar devam etmişti. Bu nedenle yakın zamana kadar Mısır-Katar ilişkilerinin gerginlik düzeyi üst seviyelerdeydi. Ancak iki taraf olgunluk ve soğukkanlılık içerisinde, iki ülke arasındaki ilişkileri düzeltmeyi başarmışlardı. Dolayısıyla bu tecrübe, Mısır-Türkiye ilişkilerine de yansıtılabilir.

Orta Doğu uzun süredir çatışmalardan, işgallerden ve gerginliklerden yorgun düşmüş bir coğrafyadır. İstikrar ve refah en çok arzuladığı ihtiyaçtır. Bölge ülkelerine düşen, siyasi çıkar çatışmalarından ötürü keskin ayrılıklar yaşamaktan uzak durmaktır. Bir başka ifadeyle sorunlar yerine iş birliği alanlarına odaklanmaktır. Aksi halde Orta Doğu öksüz ve geleceksiz olur. Bölge ülkelerinin birbirlerine düşmeleri durumunda emperyal güçlere daha fazla müdahale şansı vermeleri kaçınılmaz olacaktır.

[email protected]