Ortadaki Adam: Mustafa Kutlu

Ali Ayçil / Yazar
15.10.2016

Bunca sevilmesinin ve okunmasının sebebi, Türkçenin anlatma zevkini hep canlı tutması, Anadolu’nun maddi-manevi dünyasını yansıtmaktaki kudreti, içtenliği ve geleneği yenileyen bir anlatıcı olmasıdır. Aslında o bütün şeffaflığı ile ortadaki adamdır ve bu yanıyla hikâyeci hırkası giyinmiş yeni Yunus’umuzdur.


Ortadaki Adam: Mustafa Kutlu

Genç okurları, Mustafa Kutlu’nun bir ‘Nahiye Müdürü’nün oğlu olduğunu öğrendiklerinde, bu mesleğin karşısına hangi işi koyacaklarını bilemezler. Şimdi ancak yaşı elliyi geçenlerin hatıralarında yaşayan Nahiye Müdürleri, bir zamanlar taşrada rütbece kaymakamların altında bulunan devlet idarecileriydi. Onlarca yıl boyunca çoğunlukla at sırtında bir köyden diğerine dolaşmış, 70’lerin başında ‘Nahiye’lerin kaldırılmasıyla Anadolu’nun dert babası olmaktan kurtulmuşlardır.

Mustafa Kutlu, bir Nahiye Müdürü olan Nurettin Beyin oğludur. Güneşin henüz Munzur’daki karları eritmeğe yetmediği 1947 senesinin Martında, babasının görevli olarak bulunduğu Kuruçay’da dünyaya gelmiştir. Kuruçay bu gün, eski günlerini hatırlatan bir cami ve birkaç konağın bulunduğu tenha bir köydür. Mustafa Kutlu’nun hikâyelerinden biri olan Beyhude Ömrüm’de bahçesi bin bir meşakkatle yeşertilmeye çalışılan bir beldenin zaman içinde nasıl ıssızlaştığı canlı bir biçimde anlatılır. Yine de bu zaman içinde ıssızlaşan taşra hikâyecinin çocukluk belleğine yapışmış, trenleri, istasyonları, türküleri, kavak ağaçları ve insan suretleriyle, kah hüzünlü kah şenlikli, onun kaleminde ısrarla yaşatılmıştır. Nurettin Bey, Nahiye Müdürlüğü görevinden emekliye ayrılınca bir süre Erzincan’da Cihan Otelinin kıraathanesinde arzuhalcilik yapar. Şehre geldiklerinde Kutlu henüz altı yaşındadır. Bu yıllarda Erzincan, büyük zelzeleden ötürü Fırat’ın bir yakasından ötesine taşınan, tıpkı Marquez’in Macondo’su gibi yavaş yavaş büyüyen bir yerdir: Bahçeler, bahçelerin içine saklanmış tek katlı evler, dümdüz caddeler ve ara sokaklar...

Psikolojik eşik

Kutlu’nun anlatılarında ve sohbetlerinde baba Nurettin Bey’in bir portresini çıkarabilecek ayrıntılarla karşılaşmayız. Ancak henüz on üç yaşında, Orta ikideyken kaybedilen babanın bir mirası vardır. Önemli bir ayrıcalık sayılmasa da Mustafa Kutlu, Tek Parti döneminde taşranın küçük idarecilerinden birinin oğlu olarak hayata başlamıştır. Toplumda belirgin bir ekonomik ve hatta siyasi ayrışmanın bulunmadığı bir zamanların Anadolu’sunda, bu baba görevinin yazarın çocukluğunda psikolojik bir eşik inşa ettiği söylenebilir. Yazar, bütün bir hayatı boyunca cesaretle kendi hikâyesini yaşamış, hikâyesinden ödün vermemiştir. Türkiye’nin çok partililiği tecrübe ettiği 1950’lerin başlarında Kutlu’yu da, sonraları ömrünün patikaları haline gelecek birkaç yolu tecrübe ederken buluruz. Komşuları Hakim Hamit Bey’in çocuklarıyla bodrum katta bir kütüphane kurmuş, ellerine geçen her kitabı okumaya başlamışlardır; kütüphaneye bir perde germiş, zaman zaman Karagöz oynatmışlardır; Savcı Beyin oğlu Tunç rengarenk boya kalemleri, Şeker Fabrikası muhasebe müdürünün oğlu Atalay da Pekos Bill’i ve meşin topuyla bu çocukluk halkasına katılacaklardır. Tek bir meşin top olduğu için Atalay ayrıcalıklıdır, maçlarda kaptanlık görevi ona verilir. Yine de Atalay, İstanbul’da benzer bir hikayenin içinde büyüyen ve tek plastik topa kendisi sahip olduğu için kerhen oyuna dahil edilen Edip Cansever’den birkaç mertebe yüksekte durmaktadır. Hem topu meşindir hem de kaptanlık yapacak kadar maharete sahiptir, Cansever gibi meseleyi içine atacak bir sebebi yoktur...

Hareket’e dahil oluş

Kütüphane, Karagöz, boya kalemleri ve meşin top; Mustafa Kutlu’nun çocukluk pınarları gibidir. Hayatının ileriki dönemlerinde, onun, çocukluğunun pınarlarından hiçbirini kurutmadığına, bazılarından su içmeyi bir süre ihmal etse de, sonunda mutlaka geri döndüğüne tanık oluruz. Belki de Kutlu, bütün bir hayatı boyunca çocukluğunda ısrar etmiş bir adamdır, belki de Kutlu’nun en büyük sırlarından biri budur. O ilk kütüphaneden bir yazar, o ilk karagöz oyunlarından bir sinemacı, Tunç’un boya kalemlerinden bir ressam ve Atalay’ın meşin topundan bir futbolcu çıkarmıştır. O yıllarda yazarın tek yanlış tercihi, Erzincan Lisesinin Fen Bölümüne girmiş olmasıdır. Neredeyse her gece bir kitap okuyarak, adeta bu girilmiş yanlış yolu telafi etmeye çalışır. Nahiye Müdürü Nurettin Beyin oğlu, lise çağında manevi bir yolculuğa da çıkmış, ibadet etmeye başlamıştır.  Ama işte Ordu Caddesi üzerindeki şu geniş bahçeli okulun diploma töreni yaklaşmaktadır. İhtilalden dört yıl sonra, 1964 senesinde liseden mezun olan Mustafa Kutlu ilkin ressamlık hayalinin peşine düşer. Güzel Sanatlar Akademisine kaydolmak için İstanbul’a gelir ancak Akademideki gözlemleri, onda, bir kişilik erozyonuna uğrayacağı endişesini doğurur. Geri döner ve doğduğu kente en yakın üniversiteye kayıt yaptırır: Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi...

Atatürk Üniversitesinin Türk Dili ve Edebiyatı bölümü, Türkiye’de bu isimle açılan üçüncü bölümdür. Kutlu, Mehmet Kaplan’ın temellerini attığı fakültede, Orhan Okay, Kaya Bilgegil, Bilge Seyidoğlu, Muhan Bali gibi hocalardan dersler alır. Bu yıllarda Sanat Felsefesi dersini de İonna Kuçuradi vermektedir. Kuçuradi, Halkevi’nde bir resim sergisi açan Kutlu’yu hem destekler hem de bu yolculuğuna devam etmesi için cesaretlendirir. Ama kader onu, hocası Orhan Okay’ın odasında bir başka yola sokacaktır: Orada memleketini ziyarete gelmiş bulunan, Fikir ve Sanatta Hareket Dergisi’nin sahibi Ezel Erverdi ile tanışacak, sohbete Hemşin Pastanesinde devam edilecek, o gün desenlerini eleştirdiği dergiye sonra kendi çizimlerini gönderecek ve 28. sayının kapağını süsleyen deseniyle birlikte fiilen Hareket’e dâhil olacaktır. Hareket, ilk olarak 1939’da Nurettin Topçu tarafından çıkarılmaya başlamış ve yayın hayatına aralıklarla devam etmiş ‘Anadolucu’ bir dergidir.  Kutlu, 1968’de, 29. sayıda yayınlanan hikâyesiyle, dergiye yazar olarak da katılır.  Ancak başlangıç döneminin meyveleri olan ilk iki kitabı Ortadaki Adam ve Gönül İşi’ni acemilik denemeleri sayacak ve bir daha baskıya göndermeyecektir.

Munzur’un kıyısında

Mustafa Kutlu, üniversite mezuniyetinin hemen ardından 1969’da Sevgi Hanımla evlenir. Tunceli’de öğretmenliğe de başlamıştır. Üç yıl geçirdiği bu şehirde Munzur çayında balık tutmaya iner, tabiatla konuşur ve Ezel Erverdi ile mektuplaşmaya devam eder. 1972 senesinde tayinle İstanbul’a gelir ama iki yıl sonra, 1974’te öğretmenlikten ayrılarak Hareket dergisinin yolunu tutar. Başta Ezel Erverdi olmak üzere, Nurettin Topçu’nun fikir dünyasına girmiş bulunan gençler için Hareket bir okul vazifesi görmektedir; geliri az, yükü ve mesuliyeti çoktur. Bu yük ve mesuliyete iki de çocuk eklenmiştir: Pınar ve Murat. Kutlu, bu dönemde özellikle eşi Sevgi Hanımın görünmez desteğine çok şey borçludur. Dergâh yayınları, 1976’da, tamamlanması yaklaşık 22 yıl sürecek Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisini hazırlamaya girişmiş, mesai yoğunlaşmış, aynı yıl askere gidip gelmiş ve onu okur sahibi yapan kitaplarını neşretmeye başlamıştır. Kalem birden bereketlenmiştir. 80 darbesinden hemen önce Yokuşa Akan Sular, darbenin ertesinde de Yoksulluk içimizde ve Ya Tahammül Ya Sefer yayınlanır. Bu kitaptan beş yıl sonra Bu Böyledir’i, 1990’da Sır’ı çıkarır. Aynı yıl 27 sene idare edeceği Dergâh Dergisinin başına geçer. İsmet Özel, İsmail Kara, Mustafa Özel, Beşir Ayvazoğlu ve daha pek çok isim dergiye sırt vermektedir. Kutlu, dergi idareciliği ile 90’lardan sonra şiir ve hikâyede edebiyatımıza hamleler kazandırırken, Uzun Hikaye ve ardından yazdığı onlarca kitapla geniş okur kitlesi tarafından takip edilen bir yazar haline gelir. Araya bir gazeteye yazdığı şehir mektuplarını, senaryoları sığdırmıştır.

 2000’lerden sonra neredeyse her yıl okurunu bir kitapla selamlayan Mustafa Kutlu’nun eser sayısı 40’a yaklaşmıştır. Tabiatın, köylerin, kasabaların ve şehirlerin bu ‘Türk anlatıcı’sı, son elli yıllık sosyal tarihimizi yazdığı hikâyelerle kayıt altına almış bir kalemdir. Bunca sevilmesinin ve okunmasının sebebi, Türkçenin anlatma zevkini hep canlı tutması, Anadolu’nun maddi - manevi dünyasını yansıtmaktaki kudreti, içtenliği ve geleneği yenileyen bir anlatıcı olmasıdır. Aslında o bütün şeffaflığı ile ortadaki adamdır ve bu yanıyla hikâyeci hırkası giyinmiş yeni Yunus’umuzdur.  

[email protected]