Ortadoğu: Eyyüb’ün neşesi ve çilesi

Zeynep Bayramoğlu - Yazar
5.10.2013

3 Mayıs 1808’de Principe Pio Dağı’nda kurşuna dizilenlerle, 14 Ağustos 2013’te Rabiatu’l-Adeviyye’de kurşuna dizilenler hep aynı çilenin, hep aynı hüznün evlatları. Nihayet yeryüzünün bütün gözyaşları aynı renktir ve tek millettir bütün ağlayanları.


Ortadoğu: Eyyüb’ün neşesi ve çilesi

Ûs ülkesinde yaşayan bir adam vardı. Bu adam kendi hâlinde inançlı ve doğru biriydi. Tanrı’dan çok korkar ve kötülükten kaçınırdı. Mal olarak yedi bin koyunu, üç bin devesi, beş yüz eşeği, birçok hizmetkârı vardı. Doğudaki insanların içinde bu adamdan büyüğü yoktu...” (Tevrat/ Eyyüb-1)

En acı hastalıklara duçar olmadan, sayısız mal ve mülkünü ve hayatına anlam katan evlâd ü iyâlini kaybetmeden önce Eyyüb’ün öyküsü de böyle başlamıştı... 

Tıpkı bir zamanlar neşeyle “mutluluğum sınır tanımıyor” diyen Tolstoy gibi...

Tanrı, belki de o bunaltıcı rahatlığından silkelemek, tertemiz libasına bulaşan kimi kirlerinden arındırmak için Allen Poe’nin girdabında; o dipsiz maelstrom’da ağırlar Eyyüb’ü... 

Yalnızlığı, en yakınları tarafından terk edilmişliği, varlıklı bir hayattan sonra mahrumiyeti sonuna kadar tadar Eyyüb. İktidarı, zenginliği ve müreffehliği tattığı gibi. Her terkedilmiş, yoksul ve mahrum gibi yumrukları sıkılı, yüreği burkulmuştur onun da. Ümmetin ilk inanmışlarına, ilk ambargoya maruz bırakılanlarına, ilk defa inancından dolayı terk edilenlere gösterilen örnektir o.

Silsile-i mütesaddigîn

Lakin yaşlılık çağında bile Allah’tan çocuk isteyen Zekeriya kadar ümitli, “Zindan bana dışarıdan daha sevimlidir.” diyen Yusuf kadar metanetlidir de... 

İş bu yüzden peygamberlere “silsile-i mütesaddigîn” der eskiler. Birbirlerini doğrulayanlar silsilesi. 

Ona düşen şeytanın “Allah seni terk etti, seni bu çaresizliğinle baş başa bıraktı.” vesveselerine aldırmadan sabretmek ve ümitsizliğe kapılmadan dua etmekti. Zira kurtuluş, ümitsizliğe kapılmadan ayaklarını yere vurması, birazcık depreşmesi, mücadele etmesi ve bunun sonunda yerden çıkacak suyla yıkanmasına bağlanmıştı: 

“Biz de ona: ‘Ayağını yere vur!(depreş biraz) İşte şurada yıkanılacak ve içilecek bir su!’ dedik.” (Sad / 42)

Bir zamanlar Ortadoğu da Eyyüb’ün neşesini yaşıyordu. Hikmet ve felsefenin, sanat ve edebiyatın, bilim ve tekniğin Fırat gibi çağladığı, bâkir ve bereketli topraklardı buralar. Batılı seyyahların gözüyle “dünyadaki cennet”ti. Gandhilerin, Lao Tzuların, İbrahim Ethemlerin, Zeynel Abidinlerin, güçlü ve kuvvetli imparatorlukların yuvasıydı. 

Nizamiye medreseleri ile ilmi sahada dünyanın en güçlü damarı, İbn-i Sinaları, Farabileri, İbn Rüşdleri, Nazzam ve Câhızları ile bir zamanlar düşüncenin şehbal açtığı doruklardı. Henüz İbn-i Sina’nın Avicenna, İbn-i Rüşd’ün Averros diye çağrılmadığı zamanlardı anlayacağınız...

Eyyüb’ün gençliği gibi mutlu ve huzur doluydu üzerinde yaşadığımız coğrafya... Ve Moğol istilalarından beri hiç bu kadar eli yüzü kana bulanmamıştı... 

Oysa bugün bizler, kayıp zamanın çocukları, Ortadoğu’nun ezilmiş ve yoksun bırakılmış evlatları; Süleyman’ın tahtında Eyyüb’ün çaresizliği ile oturan bizler... 

Bedenimizde çıkan çıbanlar sebebi ile toplum dışına, irademizde çıkan çıbanlar sebebi ile tarih dışına itilmiş, sınananlar topluluğu... 

“Katil olmamak maktulün onurudur.” diyen büyük şair Cibran’ın sesine kulak verip, Eyyüb’ün mücadelesini, sabrını, metanetini kuşanma vakti gelmedi mi?  

“Urkud bi riclik!” Ey ümmet-i merhume! “Ayaklarını yere vur!” Depreş biraz. Ayaklan ey onurlu maktul! Bu hastalıktan kurtulmak için yapabileceğin her şeyi yapmaya bak! Oturduğun yerde kendini salma!

Süleyman’ın ihtişamını geri almak için Eyyüb’ün ayakları lazım sana! Yeri delen o adımlara ihtiyacın var senin! Kopkoyu derinliklerde, kapısız zindanlarda yalnız ve çaresiz kaldığında, on dört asır evvel bir yetimin kulağına fısıldanan şu çağrıyı asla unutma:

“Rabbin sana darılmadı ve terk etmedi!” (Duha / 3) 

Mısır’da Memluk kalıntısı, Suriye’de Sasani meşrep bir yönetim ve ordunun zulmüyle canından olan, şehit edilen herkes sabırla mücadele edilmesi gereken birer Eyyüb çilesini doldurmuştur. Onlar sıralarını savdılar. Hem de büyük bir şecaatle. Büyük bir onurla. Ve ümit ediyoruz ki büyük bir mükâfatla... 

3 Mayıs 1808’de Principe Pio Dağı’nda kurşuna dizilenlerle, 14 Ağustos 2013’te Rabiatu’l-Adeviyye’de kurşuna dizilenler hep aynı çilenin, hep aynı hüznün evlatları. 

Nihayet yeryüzünün bütün gözyaşları aynı renktir ve tek millettir bütün ağlayanları.

Küfür ve zulmün tek millet olduğu gibi...

[email protected]