Ortadoğu'da diyaloğun gücü

Doç. Dr. İsmail Şahin / Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
3.12.2021

Sudan, Yemen, Suriye, Libya ve Lübnan'daki siyasi istikrarsızlık, mülteci krizi, Doğu Akdeniz'deki restleşmeler, küresel petrol fiyatlarındaki düşüş, yerel para biriminin değer kaybetmesi, yüksek enflasyon gibi ekonomik, siyasi ve toplumsal sorunlar, bölge ülkelerini ulusal çıkar önceliklerini güncellemeye zorladı.


Ortadoğu'da diyaloğun gücü

Her devlet uluslararası ilişkilerde kendi ulusal çıkarlarını güvence altına almak için mücadele eder. İktidara gelen her hükümetin en ulvi görevlerinden birisi de budur. Diğer taraftan hükümetler, kendi halkının ihtiyaçlarını karşılamak, kendi kendine yeterli bir ülke haline gelmek arzusu taşır. Ancak bu, pek mümkün değildir. Nitekim bu ideallere ulaşabilmek için diğer ülkelerle iş birliği yapmak, artık kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Zira dünyanın hızla küreselleştiği bir zamandayız ve bu çağda ülkeler arası karşılıklı bağımlılık, uluslararası sistemin önemli bir yapısal özelliği haline gelmiştir. Böyle bir ortamda dış aktörlerden bağımsız bir dış politika yürütmek neredeyse imkânsızdır. Bir başka ifadeyle, dünyada, bölgede veya yakın çevrede meydana gelen durumsal değişiklikler dikkate alınarak yeni bir politika uygulamasına gidilmesi, bu bağımlılığın bir gereğidir. O nedenle dış politikada belirli ölçülerde esneklik önemli bir güç olarak görülebilir. Nitekim esneklik burada değişime ayak uydurabilme kabiliyeti ve kapasitesiyle ilgili bir özelliktir.

Ulusal çıkar hedefleri

Karşılıklı bağımlılık, uluslararası ilişkilerin yadsınamaz bir gerçeğidir. Yüksek bir gelişmeye ulaşılsa bile karşılıklı bağımlılık varlığını korumaya devam edecektir. Her devlet ulusal çıkar hedeflerini güvence altına almak için diğer uluslarla diplomatik, askeri, ekonomik, ticari, eğitimsel, kültürel ve siyasi ilişkiler kurmak zorundadır. Türkiye gibi kadim, hareketli ve küresel ilgiye mazhar bir coğrafyada bulunan ülkeler için diğer uluslarla ilişkiler kurma ve yürütme sürecine esasen dahil olma zaten kaçınılmazdır.

Her devletin uluslararası ortamdaki davranışı her zaman dış politikası tarafından belirlendiğine göre, dış politikanın önceliklerinin, ilke ve prensipleri o devletin ekonomik, siyasi ve askeri yapısıyla uyum içerisinde olması önemlidir. Aynı zamanda tüm bunlar belirlenirken bölgesel ve küresel değişimlere ayak uydurabilecek araçlara da sahip olması, ciddi bir kapasite göstergesidir.

Türkiye itici güç olmalı

Bu pencereden Türkiye'ye bakıldığında Türk devletinin uzun süredir etrafındaki sorunlardan dolayı güvenlik temelli bir dış politikaya önem verdiği görülmektedir. Batıda Yunanistan'ın, doğuda PKK/YPG'nin ve içeride de darbe teşebbüslerinin uluslararası yardımlarla ortaya çıkardığı tehdit, devleti daha fazla güvenlik refleksi vermeye zorlamıştır. Nihayetinde bu gelişmelerin Türkiye'nin arzu ettiği ve geniş bir şekilde tasarladığı amaç ve çıkarlarına ulaşmayı geciktirdiği ifade edilebilir. Türk dış politikasının asli hedeflerine bir göz atıldığında, temel önceliğinin barışçıl araçlarla halkının refah düzeyini ve uluslararası saygınlığını artırmak olduğu görülür. Yine Türkiye'nin bölgesel sorunların diyalog ve diplomasi kanalıyla çözüme kavuşturulabilmesi ve sorunlu coğrafya olarak nitelendirilen bölgenin barış, refah ve istikrar kuşağı haline gelmesi yolunda çaba sarf eden bir dış politika izlediği söylenebilir. Fakat Türkiye'nin bu çabası, bölgesel belirsizliklerin, tehditlerin, kriz ve ihtilafların artmasıyla akim kalmıştır.

Mevcut küresel yönetişim mekanizmalarının etkisiz ve yetersiz kaldığı, Batı'nın hızla sürüklendiği etnik ve dini nefret, yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığı politik atmosfer dikkate alındığında, köklü bir diplomasi geleneğine ve birikimine sahip olan Türkiye'ye bu ortamda düşen vazife ve rol, kalkınma ve insani yardımlar odaklı bölgesel bir dış politika izlenmesi konusunda komşularını ve bölge ülkelerini ikna etmektir. Nihayetinde kısa sürede tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs salgını, uluslararası ilişkilerde karşılıklı bağımlılığı bir kez daha gözler önüne sererken, diğer taraftan kördüğüme dönüşmüş siyasi sorunlardan ziyade ekonomik ve toplumsal sorunların ülkelerin kaderini ne denli etkileme gücüne sahip olduğunu, tüm devletlere yeniden göstermiştir. O halde Türkiye bu yeni süreçte sosyal ve ekonomik sorunları önceleyen bölgesel yönetişim mekanizmalarının kurulması için öncü bir rol üstlenmelidir. Elbette Türkiye'nin bu yönde atacağı adımlar tek başına yeterli olmayacaktır. Böyle bir girişimden sonuç alınabilmesi için ortak bir çaba zaruridir. Bu bağlamda diğer bölge ülkelerine de büyük sorumluluklar düşmektedir. Uzun bir süredir tüm yönleriyle ağır bedeller ödeyen bölge ülkelerinin inisiyatif almaları kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Kaldı ki tüm taraflar bölgesel sorunların çözümünün aktif bir iş birliğine bağlı olduğunu çok iyi bilmektedir.

Yakınlaşma dalgası

Öyle ki son zamanlarda bölgesel düzeyde iş birliği ve normalleşmeye ilişkin yapılan açıklamalar, atılan diplomatik adımlar ve imzalanan anlaşmalar bu ihtiyacın varlığına işaret eden somut gelişmelerdir. Bölge ülkelerinin diyalog kapılarını açması, birbirleriyle yakın ilişki içerisine girmeleri ve bölgesel sorunlara akılcı çözüm üretmeleri ve böylelikle bölgenin kaderini bölge dışı aktörlere terk etmemeleri oldukça önemlidir. Genel hatlarıyla ele alındığında Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) hegemonyasının şekillendirdiği bir Ortadoğu'nun artık geride kalmaya başladığı bir eşiğe doğru gidildiği, birçok analistin ortak görüşüdür. En azından Ortadoğu'da bu yönde yoğun bir şüphenin ve algının varlığı, su götürmez bir gerçektir. Birbirini takip eden iki başkan döneminde, (Trump ve Biden) farklı partilere ve farklı mizaçlara sahip olmalarına rağmen, ABD'nin odağının merkezinde Asya'nın olduğu gün gibi ortadadır. ABD başkanlarının Asya-Pasifik'le yakından ilgilenme ihtiyacı ve bu doğrultuda gelişen Çin'le mücadele yaklaşımı, Ortadoğu'da birçok ülkeyi giderek daha fazla kendi başlarının çaresine bakmaları yönünde bir endişeye sürüklemektedir. Bu nedenle Ortadoğu'nun bir dönüm noktasında olduğu ve bu bağlamda bölgesel tüm liderlerin mahalleyi daha güvenli hale getirme konusunda sorumluluk üstlenmesinin önem arz ettiği ifade edilebilir.

Kaldı ki ABD-Çin rekabeti, Ortadoğu'da belirsizlikleri ve öngörülebilirliği daha da azaltarak bölgede var olan krizleri derinleştirebilir ve bunlara yeni ihtilaflar ekleyerek bölgesel barış ve istikrarı topyekûn tehlikeye atabilir. Yine burada belirtmek gerekir ki Türkiye'yi ötekileştiren, çevreleyen veyahut yalnızlaştıran bölgesel arayışların, bölgesel refah, istikrar ve güvenlik bakımından işe yarar bir çözüm olmadığı, aksine tüm bunlara zarar veren bir yol olduğu zaman içerisinde anlaşılmıştır. Bir defa bölge ülkelerinin kazanç sağlayamadığı bir istikrarsızlık söz konusudur. Bunu devam ettirmenin hiçbir anlamı olmadığı gibi yenişemeyen çıkar çatışmalarından en çok bölge ülkeleri zarar görmektedir. Dolayısıyla başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinin politikalarını bölgesel ihtiyaçlardan hareketle yeniden şekillendirmesi, iyi komşuluk ilişkilerini daha fazla ön plana çıkarmaları ve tüm bunları yaparken ABD öncelikli olmak üzere diğer bölge dışı aktörlerin angajmanından uzak bir şekilde davranmaları kritik bir hal almıştır. Nitekim Biden sonrası Amerika'nın gündeminin ağırlık noktasını veya çekim merkezini yine Çin'in oluşturacağına ve dolayısıyla Asya-Pasifik odaklı politikaların devam edeceğine dair güçlü analizler ve tespitler söz konudur. Bu nedenle Amerika'nın yakın gelecek projeksiyonu, Ortadoğu'da yumuşamanın ana itici gücü olabilir. Türkiye-Mısır, Türkiye-BAE ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşme sinyalleri vermesi, değişmekte olan statükoya işaret etmesi bakımından dikkat çekici bir gelişme olarak yorumlanabilir.

Şurası çok açıktır ki Ortadoğu'da şiddetli bir bölgesel rekabet dönemi geride kalmak üzeredir. Taraflar bölgesel nüfuz elde etme yerine iş birliğine ve karşılıklı yarara dayalı yeni bir siyasi ortama sürüklenmiş vaziyettedir. Tabii ki bu ortamın oluşmasında koronavirüsün meydana getirdiği yeni koşulları da görmek gerekiyor. Zira koronavirüs salgını ülkeler arasındaki yakınlaşma dalgasının doğmasına uygun bir zemin hazırlamıştır. Salgının insani ve ekonomik sarsıcı maliyetlerinin üstesinden gelebilmek için bölgesel iş birliğinin önemi yeniden kendini ziyadesiyle hissettirmiştir. Bu ağır koşullarda daha etkili ve hızlı sosyo-ekonomik çıktılar elde etme ihtiyacı bölgesel siyasi rekabeti önemli ölçüde gölgelemeye başlamıştır. Haliyle bu vaziyet kimin iktidarda olduğuna bakmaksızın ülkeleri birbirine yakın durmaya daha istekli yapmıştır. O yüzden salgının bölge ülkeleri arasında esen soğuk rüzgârları tersine çevirmeye başladığı ve bunun yerine sıcak rüzgârlara yol açan dinamikleri tetiklediği ifade edilebilir.

Koranavirüs etkisi

Sudan, Yemen, Suriye, Libya ve Lübnan'daki siyasi istikrarsızlık, mülteci krizi, Doğu Akdeniz'deki restleşmeler, küresel petrol fiyatlarının ve talebindeki düşüş, yerel para biriminin değer kaybetmesi, yüksek enflasyon, gıda fiyatlarının artması ve hane halklarının satın alma gücünün düşmesi şeklindeki ekonomik, siyasi ve toplumsal sorunlar, bölge ülkelerini ulusal çıkar önceliklerini güncellemeye zorlamıştır. Bu noktada devletlerin ulusal çıkar algısı, dış kazanımları güvence altına alma anlayışından iç kazanımları korumaya ve bu doğrultuda salgının ekonomik ve psikolojik etkilerini ortadan kaldırmaya yönelik dümen kırdığı anlaşılmaktadır. Esasında bu olumlu bir gelişmedir. Bunun nedeni, bu yönde atılan adımların ülkelerin bölgesel perspektiflerini ve politikalarını, ekonomik ve endüstriyel kaynakları ile dış pazar ve ticaret alanlarına kaydırmalarına olanak tanımasından ileri gelmektedir. Başka bir ifadeyle, bölge ülkelerinin asli ihtiyacı, karşılıklı güvenene dayalı ekonomik ve toplumsal gelişmedir. Birbirlerini tehdit olmaktan çıkartıp bir fırsata dönüştürmeleri durumunda, arzu edilen barış ve istikrar kuşağının inşası daha sağlam ve hızlı olacaktır.

Çatışma yerine iş birliği

Toprak bütünlüğü, egemenlik hakları ve içişlerine karışmama gibi temel düsturlar rehber edinildikten sonra uluslararası ilişkilerin ekonomik faktörlerinin rolüne odaklanılması tüm ülkelere karşılıklı bir kazanç sağlayacaktır. Nihayetinde ekonomik ve toplumsal gelişmişlik düzeyi, bir ulusun diğer uluslarla kurmak istediği ilişkilerin kapsamını da belirleyeceğine göre, bölge düzeyinde ülkeler arasında başlatılacak ekonomik ve toplumsal temelli ilişkiler, devletleri ve toplumları birbirine daha bağımlı hale getirecektir. Netice itibariyle bölge ülkelerinin önemli bir emperyalizm ve sömürgecilik tecrübesi vardır. Bu yüzden birbirlerine çelme takmanın bedelini yine kendilerinin ödeyeceğini iyi bilmeleri gerekiyor. Dolayısıyla çatışma yerine iş birliğini tercih ederek emperyalizmin ve sömürgeciliğin yol açtığı acı tecrübelere yeniden maruz kalmazlar.

[email protected]