Ortadoğu’da düzen değişimi ve Türkiye

Dr. Ömer Aslan / Polis Akademisi Öğretim üyesi
12.12.2015

Şekillenecek olan bölgesel düzenin Türkiye’nin bölge vizyonuna da maksimum düzeyde uygun olması için bir yandan bazı zor soruları sormaya başlarken diğer yandan eldeki sert güç unsurlarını ve mekanizmalarını gözden ve tadilattan geçirmek, hatta yenilerini oluşturmak gerekiyor.


Ortadoğu’da düzen değişimi ve Türkiye

Ortadoğu’da ‘otoriter istikrar’ yönetimleri üzerinde yükselen yarım yüzyıllık eski düzen geride kalırken, önümüzdeki 40-50 yıl hüküm sürecek yeni bölgesel düzenin savaşı veriliyor. Mısır’da meydana gelen 2013 darbesi, Suriye ve Irak’ta devam eden vekâlet savaşları, DAEŞ, Yemen ve Libya’da çatışmalar ve parçalanmışlık küresel ve bölgesel tüm aktörlerin bölgede kurulacak yeni düzeni kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek istediklerine işaret ediyor.

Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulmaya çalışılan ancak başarısızlıkla sonuçlanan yeni bir küresel düzen kurma çabalarına paralel olarak, Ortadoğu’da da iki dünya savaşı arasında kalıcı bir düzen kurulamamıştı. Sınırları Sykes-Picot ile din, dil, etnik yapı ve tarihi sınırlar gözetilmeksizin keyfi olarak çizilen Arap coğrafyası, özellikle de Levant, bir yandan kısa süreyle İtalyan ama daha çok İngiliz ve Fransız sömürge yönetimleriyle mücadele etti, diğer yandan bu süreçte sık sık askeri darbeler gerçekleşti. Ortadoğu’da otoriter yönetimlerin, getirdiği ‘istikrar’ ile birlikte yeni düzenin yönetim modeli haline gelmesi                                II. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşti. Ancak o zaman dahi İsrail’le Arap devletlerinin “konforlu düşmanlık” seviyesine geldiği, toplum-devlet ilişkilerinin bir şekilde meşruiyet kazandığı, Arap devletleri arasındaki ilişkinin Arap Ligi’nin temsil ettiği belirli kurumsal zemine oturması ancak 1967’den sonradır. 1940’lar ve 50’lerde sürekli askeri darbelere sahne olan Arap coğrafyasında 1970’ten sonra, Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Tunus’ta darbe girişimleri çok seyrekleşti ve bölgesel statüko belirli bir forma kavuştu. Artık hiç şüphe yok ki Ortadoğu’nun bu düzeni şu anda savaşla revize edilmektedir. Bu ise sürpriz değildir çünkü küresel düzenin Çin’in yükselişiyle birlikte değişim olasılığı tartışılırken, Çin’in yükselişinin ‘barışçıl’ olup olamayacağına dair dönen tartışma, ‘bölgesel ve küresel düzen’ değişimlerinin çatışma ve savaş getirmesinin istisna değil kaide olduğunu anlatır.

Güvenlik ve jeopolitik

Polis Akademisi Başkanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Uluslararası Terörizm ve Güvenlik Araştırmaları Merkezi (UTGAM) Türkiye’nin en geniş katılımlı güvenlik konferansı olan ‘Uluslararası Terörizm ve Sınıraşan Suçlar Sempozyumu’nun yedincisini, sert jeopolitik yaklaşımlara sahne olan düzen değişiminin farklı veçheleri ve aktörleriyle daha iyi anlaşılabilmesi için 4-6 Aralık tarihlerinde “Küresel Güven(siz)lik ve Bölgesel Jeopolitik” temasıyla düzenledi. Farklı sivil toplum kuruluşlarından akademisyenlere, devlet bürokrasisinden önde gelen düşünce kuruluşlarına ve siyasetçilerden gazetecilere kadar yerli ve yabancı yaklaşık 300 kişiyi bu vesileyle Antalya’da buluşturdu. Yabancı Savaşçılar oturumunda konuşan Nathan Patin, Amerika’dan Suriye’ye giden Hıristiyan yabancı terörist savaşçılara dikkat çekerken, bu savaşçıların hangi motivasyonlarla Suriye’ye giderek Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul ettiği YPG saflarında savaştıklarından, Suriye’ye hangi ağlarla gittiklerinden, nasıl radikalleştiklerinden ve adları medyada yer bulmayan bu Hıristiyan yabancı savaşçıların profillerinden bahsetti. London School of Economics’ten Prof. Christopher Coker 1930’lu yıllarda kurulmaya çalışılan küresel düzen çabaları ile mevcut küresel güvensizliği ele aldığı kapanış panelindeki konuşmasında, Avrupa’nın mülteci kriziyle birlikte daha büyük savrulmalara ve kaosa gebe olduğunu, BM’nin küresel sorunları çözmekte çok yetersiz kaldığını ve BM’nin küresel güçlerce ulusal çıkarlar doğrultusunda kullanıldığını veya bloke edildiğini anlattı. Çözüm sürecinde gelinen noktanın değerlendirildiği panelde ise bir taraftan dünyanın farklı bölgelerinde ortaya çıkmış çatışmaların çözüm safhaları tartışılırken, diğer yandan bölgesel konjonktürün ülkemizdeki barış sürecini nasıl etkilediği konuşuldu.

Kervanı büyütmek

Polis Akademisinin gerçekleştirdiği sempozyum bu yönüyle ülkedeki büyük bir açığı kapatmayı amaçlıyor. Yabancı savaşçılar sorunundan Suriye’ye, Mısır’dan Kırım’a, Yemen’den Libya ve Irak’a kadar farklı çatışma coğrafyalarının ve kriz alanlarının odağında yer almasına rağmen farklı alanlardan ve en üst düzeyde yerli ve yabancı uzmanları, politika yapıcıları, diplomatları, gazetecileri, akademisyenleri bir araya getirerek tartıştırma ve gündem oluşturarak güç ve etki ağları kurma konusunda geride kalan Türkiye’ye çok anlamlı bir katkı yapıyor.

Bahsedilen bu eksikliğin iç siyaset gündeminde de yoğun şekilde hissedildiğini söylemek gerek. Toplumda oluşan kutuplaşmayı gidermek, bazı sol-liberallerin iddia ettiklerinin aksine tamamen hükümetin görevi olamaz. Ancak etnik milliyetçilik, çözüm süreci ve PKK, demokrasi ve hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı gibi konularda sivil toplum kuruluşlarınca farklı görüş ve kanatları temsil eden makul ve büyük bilgi ve tecrübe sahibi aydınların, akademisyenlerin, emekli diplomatların, emekli subayların ve daha genel anlamda köşe yazarlarının fikir paylaşımına imkân tanıyacak geniş katılımlı toplantıların düzenlemesi büyük önem taşıyor. Örneğin, bu türden basına kapalı bir buluşmanın ilk konusu neden ‘Türk ve Kürt milliyetçilikleri ve Barış Süreci’ olmasın?

Zor sorular, zordaki kurumlar

Türkiye’nin türlü meydan okumalar ve eksiklikler karşısında gelecek 5-10 yıl sürmesi beklenen, şimdiden çok kanın aktığı ve yüksek maliyet üreten bölgesel düzen değişimi sürecine çok iyi hazırlanması gerekiyor. Şekillenecek olan bölgesel düzenin Türkiye’nin bölge vizyonuna da maksimum düzeyde uygun olması için bir yandan bazı zor soruları sormaya başlarken diğer yandan eldeki sert güç unsurlarını ve mekanizmalarını gözden ve tadilattan geçirmek, hatta yenilerini oluşturmak gerekiyor. En başta vekâlet savaşlarına sahne olduğu söylenen Ortadoğu’da Türkiye’nin bir ‘vekili’ var mı, olmalı mı, neden yok, olması için ne yapılabilir, vekilimiz varsa ne kadar etkin gibi can sıkıcı olabilecek soruları sormak gerekiyor. Son birkaç yılın yıpratıcı yerel gündemi içerisinde korozyona uğramış kurumların ve bu kurumların, temel amacı sert güç unsurlarına destek olmak olan bazı programlarının yeniden gözden geçirilmesi ve iyileştirilmesi gerekiyor. Bu tür programların başında birçok büyük ülke gibi Türkiye’nin de yabancı devletlerin güvenlik sektörü aktörlerine verdiği eğitimler geliyor. Kısmen bu tür eğitim programları sayesinde olsa gerek ki Mısır’da Sisi’nin öğretmen-komutanlarından Robert Springborg Sisi hakkında 3 Temmuz darbesinden sonra şunu diyebilmişti: ‘’Sisi yüksek askeri mevkilerde görev alması için dikkatlice hazırlandı. ABD hükümeti ve askeriyesi onun farkındaydı. Gelecek nesillerden bahsedilirken ismi geçerdi.”  Mevcut durumda önümüzde duran avantajlardan faydalanmak ve sıkıntıları aşmak için sert güç unsuru kurumsal altyapının yeniden tanzim edilmesi, kurumların kapasiteleri ve verimliliklerinin arttırılması ve gelecek vizyonuna yeni hissedarlar bulunarak kervanın genişletilmesi şart gözüküyor.

[email protected]