Ortadoğu'da İngiliz-Amerikan rekabeti

Cafer Talha Şeker / ORDAF Üyesi
13.08.2016

15 Temmuz Vakası’nda Amerikan parmağı olduğu açıktır. Darbeden kısa süre sonra Türkiye’yi ziyaret edenler ise Amerikalıların “özel” müttefiki ve rakibi olan İngilizler olmuştur. Müttefikler, rekabete devam etmektedir.


Ortadoğu'da İngiliz-Amerikan rekabeti
15 Temmuz Kalkışması’nın sebepleri sadece iç siyasette yaşanan gerilimler ile sınırlı değildir. Ortadoğu’da enerji kaynaklarının yeniden paylaşılıp mevcut ülke haritalarının yeniden çizilmeye çalışıldığı bu günlerde Türkiye daha iyi bir demokrasi ülkesi olsaydı bile küresel oyuncuları memnun edemediği takdirde dışarıdan vurulacak bir darbe ile sarsılacaktı. AB’nin dağılmaya başlaması ve Fransa’da Türkiye’den önce OHAL ilan edilmesi bu iddiamızın delilidir. Dolayısıyla Ankara’da ABD’nin istediğine razı gelmeyen bir siyasi irade er ya da geç tebdil-i iktidar hamlesiyle karşılaşacaktı. Nitekim son birkaç yıl içinde Türkiye’yi hedef alan tüm operasyonlar, büyük ölçüde Ortadoğu’daki enerji rekabetine bağlı olarak gelişmektedir. Mühim olan Türkiye’nin bu badireleri atlatıp atlatamayacağı idi. Şimdilik darbe girişimi de dâhil tüm büyük musibetleri geride bırakmış görünüyor. Ancak bundan sonrası daha fazla ehemmiyet arz ediyor. Bu yazımda, Ortadoğu’nun son yarım asır içinde müşterek, müttefik ancak birbirlerine sürekli rakip olan iki küresel işgalcisinin rekabetini ele alacağım. Bu, İngiliz - Amerikan rekabetidir ve şüphesiz Türkiye’yi de etkilemektedir.

Müttefik rakipler

Birleşik Krallık ve Birleşik Devletler’in çıkarları ciddi ölçüde iç içe geçmiştir. AB’nin lideri Almanya ve Fransa bu ikilinin ortak çıkarlarına karşı denge kurmaya çalışıyor. Rusya ise hepsinin aralarındaki anlaşmazlıklardan çıkar elde etmeye çalışmaktadır. Londra ve Washington pek çok sahada birbirine muhtaçtır. Amerikalılar İngiltere’nin evladı gibi görülseler de Washington’da Londra’ya karşı üstünlük taslamak bir kimlik haline gelmiştir. Gururlu İngilizler, ABD’nin babası olduklarını ama yaşlanınca mülkün idaresini evlada bırakıp onu çalıştırdıklarını düşünürler. Ancak bu iki “özel” müttefik aynı zamanda birbirlerine rakiptir. Mamafih Brexit uygulanmaya başlar ve İngilizler tekrar AB’nin dışına çıkıp Thatcher günlerindeki gibi hareket etmeye başlarlarsa ABD’nin daha fazla rakibi olacaklardır. Thatcher dönemi, İngiltere’nin içeride ve dışarıda büyük savaşlar yaşadığı bir dönemdi. İçeride İskoçlar ve İrlandalılar ile çatışılırken dışarıda Arjantin ile sıcak savaş yaşanmıştı. Bu savaşın arkasında yatan komplo teorileri, Arjantin’i İngilizlere karşı Amerikalıların kışkırttığını ileri sürmektedir. Ancak İran, Irak ve Arabistan’daki kıyasıya rekabetleri komplo teorisi değildir. Burada dikkat çeken esas nokta şudur ki bu iki müttefik ülke vekâlet savaşlarıyla birbirlerini hedef aldıklarında çoğu defa kazanan gene kendileri oldular. Aralarındaki ihtilafı gidermek için anlaştıkları zaman ortada kalan vekâlet savaşçılarından başka zarar eden olmadı. Çünkü küresel rekabette akan kan ve gözyaşı ortada kalanların bedeninden çıkmaktadır. Bugün Ortadoğu’da vekâlet savaşlarını kullanmaktadırlar ve bu ortamda Türkiye zikredilen küresel rakiplerin arasında kalmamak için çıkış yolu aramaktadır.

Türkiye, I. Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin nüfuzuna girdiği gibi II. Dünya Savaşı akabinde ABD’nin nüfuzuna girmiştir. Ancak Türkiye’de İngiltere ve ABD’nin sadece iki müttefik değil aynı zamanda iki rakip olduklarını etraflıca inceleyerek ele alan akademik araştırma bile yoktur. Zikredilen ülkelerin Türkiye ile Azerbaycan gibi iki devlet tek millet olduğu düşünülür. Oysa bu iki Anglo-Sakson ülke arasında en başından beri büyük bir rekabet yaşanmaktadır.

Körfez’de büyük rekabet

Dünya enerji kaynaklarının kömüre bağlı olduğu günlerde piyasa İngilizlerin elindeydi ancak 20. yüzyılda petrole bağlı yeni enerji piyasaları Amerikalıların elinde yükselmeye başladı. Petrol sanayisi ABD ekonomisinin İngiliz ekonomisini yakalamasına ve geçmesine yardımcı oldu. Amerikalılar petrolü ilk kendi ülkelerinde çıkarmaya başlamışlardı. İngilizler ise kendi ülkelerinde kömür çıkarıyorlardı ancak petrole sahip değillerdi. İngilizler, İran’da petrol bulup çıkarmaya başladıktan sonra Osmanlı elindeki Irak’a da göz koydular. Burayı Fransızlar, Almanlar ve Ruslara bırakmadan Osmanlıların elinden almanın mücadelesini verdiler. 1926’da Türkiye’nin Musul petrollerinden tamamen vazgeçtiği görüldü ve Türkler petrol sahasından def edildi. İran Şahı ile yapılan anlaşmaya göre İran petrolünden gelen kârın beşte dördünden fazlası İngiliz Krallığı’nın olurken kalan kısmı Şah’ın hazinesine gidiyordu. 1930’larda bölgeye gelen Rockefeller’ın petrol şirketi (Standard Oil of California, bugünkü Chevron) ise Suudiler ile masaya oturduklarında Araplara daha fazla pay vermeye başladı. Amerikalıların bu şekilde bölgeye gelişi İngilizlerin çıkarlarını tehdit etmeye başladı. İlerleyen yıllarda İran’ın İngiltere’den benzer muamele görmeyi talep etmesiyle İngiliz-İran anlaşmazlığı başladı. Ruslar, İran’da İngilizlere karşı her türlü mücadeleyi destekliyorlardı. İngilizler, 1951’de İran’daki petrol haklarını kaybedince Amerikalılara bu ülkedeki petrol haklarını paylaşmayı teklif edip karşılığında CIA’in MI6 ile işbirliği yaparak Tahran’daki hükümeti devirmesini teklif ettiler. İran petrolünü yabancıların eline bırakmamak için mücadele veren Başbakan Musaddık, eski müttefiki Molla Kaşani’nin de dışarıyla işbirliği yaparak kendi aleyhine dönmesiyle darbecilere mağlup oldu. 1953’teki darbe sonrasında İran petrolünde Amerikan ortaklığı başlayınca İngiltere’nin payı azaldı. 1979’daki ihtilale kadar bu ülkenin petrol kaynaklarının hatırı sayılır kısmı Londra ve Washington’ın elindeydi.

1950 senesi, İngilizlerin sadece İran’daki hükümet ile gerginlik yaşadığı bir yıl değil aynı zamanda NATO’ya girmesine gönüllü olmadığı Türkiye’deki hükümetle de bazı anlaşmazlıklar yaşadığı bir sene olmuştur. İlk dünya savaşından beri Türkiye’de yerleşik olan İngiliz nüfuzu bu dönemde Amerikan nüfuzu tarafından devrilmeye başlanmıştı. Diğer taraftan 1953’te Suudi Kral Abdülaziz’in hayatını kaybetmesi Suudilerin İngilizler ile yaşadıkları petrol gerginliğini sona erdirmediği gibi bu ülkede İngiltere’nin aleyhinde olacak şekilde ABD nüfuzunun güçlenmesi devam ediyordu.

Londra-Paris yakınlaşması

1950’li ve 60’lı yıllarda Amerikalıların Afrika’daki İngiliz ve Fransız sömürgelerini kışkırtıp kendi nüfuzlarında yeniden yapılandırmaya çalışma politikaları hem Londra’da hem de Paris’te derin huzursuzluklara yol açıyordu. Benzer politikaları Rusya da gerçekleştirmeye çalışıyordu. Sovyetlerin Afrika politikası, Batı’ya kızgın olan Afrikalı yeni nesil milliyetçi liderlerin komünizme meyletmelerini sağlamaya çalışmaktı. Dolayısıyla hem Ortadoğu hem de Afrika coğrafyasında ABD ve Sovyetlerin girişimleri İngiltere ve Fransa’nın hâkim konumunu devirmeye başlamıştı. Bunun üzerine Londra - Paris arasında Amerikalılar ve Ruslara karşı bir yakınlaşma başladı. 1956’da Ortadoğu’yu ABD ve Sovyetlere bırakmak istemeyen İngilizler, Fransa ile ittifak yaparak Mısır’ı işgal etti. Ortadoğu ve Afrika arasındaki güzergâhı ele aldılar. Süveyş Harbi’nde fırsatı değerlendirmek isteyen İsrail de Mısır’a saldırdı. Ancak müttefikler ABD ve Sovyetlerin baskılarına dayanamadılar ve Mısır’dan çekildiler. Bunun üzerine daha fazla Rusların safına kayan Abdünnasır’ın elindeki Mısır ile Suriye arasında birleşik devlet kurma teşebbüsü gerçekleşti. Bu girişime Moskova destek veriyordu. Aynı yıl Irak’ta İngiliz ve Amerikan petrol çıkarlarını tehdit eden bir darbe gerçekleşince bu defa İngiliz- Amerikan ittifakı Lübnan ve Ürdün’e asker yerleştirdi. Petrol zengini Irak’ın Rus nüfuzundaki Arap ittifakından uzak kalması gerekiyordu. Ancak İngilizleri çok rahatsız eden bir diğer gelişme, Amerikalıların İngilizleri dikkate almadan Irak’a silah vermesiydi. Iraklılar, İngiliz-Amerikan anlaşmazlığını kullanmak isteyince hem bölgede İngiliz silahlarına olan talep yok olacak hem de İngilizlerin sözü geçmeyecekti. Dolayısıyla 1950’li yıllar İngiltere’nin bir yandan Ruslara karşı Amerikalılar ile işbirliği yaparken diğer yandan Ortadoğu’da ABD’yi frenlemeye çalıştığı bir dönem oldu.

20. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’nin Basra Körfezi ve bazı başka bölgelerdeki nüfuzu nispeten gerileyince Londra’nın dış politika mantığı, süper güç olan ve kendisiyle özel bir münasebet (special relationship) içinde olan ABD’nin kuvvetini kendi çıkarlarına uygun olarak kullanabilmek ve Washington ile iyi geçinerek çıkarlarını sağlama alma anlayışı üzerine kurgulandı.

Demokrasi (petrol) adına işgal

21. yüzyılda AB, ABD, İngiltere ve Rusya arasında Avrasya hattında kıyasıya bir rekabet yaşanırken Afro-Asya hattında bu yarışın içinde Çin de yer almaktadır. Batı’nın yatırım varlıkları olarak Çin’de kurulan dev sanayinin petrol ve gaz ile çalışan fabrikaları da Batılı enerji şirketlerinin müşterisidir. Çin, bu bağımlılığını azaltmak için kendi enerji şirketleriyle Asya ve Afrika’da büyük yatırımlar yapmaktadır. Ancak Batılı müttefikler Çinlileri Ortadoğu’ya sokmamakta ve Rusları bölgeden tamamen ihraç etmekte kararlıdır.

Bu kararlılığın bir neticesi olarak Irak’ın işgaline girişilmişti. İngilizler, Kuveyt petrolünü ele geçirmek isteyen Saddam Hüseyin’in Irak’ta ve yurtdışında teşkilatlanan muhaliflerini destekliyordu. Amerikalılar ise eski İngiliz kolonisi olan Irak’ı işgal etmekte kararlıydı. 2003’te Irak’ın işgali ve Saddam Rejimi’nin yıkılması için Washington ve Londra’da alınan kararlar, sadece ABD’nin değil tüm Ortadoğu’nun ve Avrupa’nın geleceğini alakadar eden kararlardı. 1953 İran Darbesi’nde olduğu gibi 2003 Irak İşgali’nde de petrol üzerinden rekabet eden İngiltere ve ABD ortaklık yapıyordu. Dönemin İngiliz Başbakanı (İşçi Partisi Lideri) Tony Blair, “Irak’ı petrol için işgal edeceksiniz” diyenleri tekzip ediyor ve Amerikalı (Cumhuriyetçi) müttefikleriyle aynı propagandayı yaparak “Irak’ı ve bölgeyi zalim Saddam’dan temizleyip dünyayı kitle imha silahlarının tehdidinden kurtaracağız” diyordu. İngilizler savaş esnasında Kıbrıs’taki askeri üslerini kullanacaklardı ancak Türkiye’nin Irak’ı vuracak olan Amerikan askerlerine ev sahipliği yapmayı reddetmesi üzerine Amerikalıların Doğu Akdeniz’de hem elleri zayıfladı hem de İngilizlere karşı itibar kaybettiler.

Gizli yazışmalar

Irak’ı işgal edenler, savaş sonrası bölgenin perişan olacağını iyi biliyorlardı. Geçtiğimiz haftalarda Chilcot Raporu vasıtasıyla yayınlanan döneme ait gizli yazışmalar bunu ispatlamaktadır. T. Blair, George W. Bush’a gönderdiği mektuplarda savaşın zor geçeceğine ve sonrasında doğabilecek zorluklara dikkat çekmişti. Ancak İngiliz Hükümeti’nin her halükarda ABD ile birlikte hareket edeceğini belirtmekten de geri kalmamıştı. Zira eski İngiliz müstemlekesi olan Irak’taki yer altı kaynakları İngilizlerin Amerikalılara terk edebilecekleri kadar az değildi. Ancak İngilizlerden önce Irak’ın sahibi olan (Osmanlı bakiyesi) Türklerin Amerikalılara tezkere vermemesi ve Irak paylaşımında hiç yer almayacak olması stratejik açıdan Londra için memnuniyet vericiydi. Zira Amerikalıların Irak İşgali’nde sevkülceyş noktasında İngilizlere ihtiyacı da artmıştı.

Ortadoğu’da ülkelerin iç meseleleri istismar edilerek başlatılan darbeler ve işgallerde “demokrasi” kelimesi kullanılmış, asıl hedef petrol ve tabii gaz kaynaklarının güvenliğini sağlamak olmuştur. 2003 Irak İşgali esnasında ve 2010’da başlayan Arap Baharı operasyonlarında hep “demokrasi” getirmekten bahsedilmiştir. 15 Temmuz 2016 günü demokratik bir ülke olan Türkiye’nin devlet televizyonunda darbe girişimcilerinin okuttuğu darbe bildirisinde de “demokrasi” namına sıkıyönetim ilan edildiğinden bahsedilmiştir. O halde bu rekabet ortamında Türkiye çok iyi bir demokrasi ülkesi olsa bile bir şekilde NATO içindeki ve dışındaki rakiplerinin oyunlarıyla karşılaşacaktır. Çünkü esas mesele demokrasi değil, dünyanın en değerli emtiasından pay alma yarışıdır. 15 Temmuz Vakası’nda Amerikan parmağı görülmektedir. Darbeden kısa süre sonra Türkiye’yi ziyaret edenler ise Amerikalıların “özel” müttefiki ve rakibi olan İngilizler olmuştur. Müttefiklerin rekabeti devam etmektedir.

[email protected]