Ortadoğu'da istikrarlaştırıcı güç olarak Türkiye

Prof. Dr. Metin Aksoy/ Akademisyen, Yazar
24.06.2025

Türkiye, hem İsrail hem de İran ile ilişkileri bulunan nadir ülkelerden biridir. Bu konum, Türkiye'ye taraflar nezdinde konuşup dinlenebilen bir kanal olmak gibi eşsiz bir diplomatik avantaj sağlamaktadır. Dolayısıyla Türkiye hem İslam dünyasının sesi olarak hukuksuz güç kullanımını kınayabilmiş, hem de taraflarla konuşabilen bir arabulucu olarak öne çıkmıştır.


Ortadoğu'da istikrarlaştırıcı güç olarak Türkiye

Prof. Dr. Metin Aksoy/ Akademisyen, Yazar

Orta Doğu siyasetinin son yarım yüzyılı, İsrail ile İran arasındaki ideolojik ve jeopolitik rekabetin gölgesinde seyretmektedir. Bu rekabet özellikle 1979 İslam Devrimi sonrasında sert bir düşmanlığa evrilmiş; her iki taraf da karşı tarafın varlığını kendisi için varoluşsal bir tehdit olarak görmeye başlamıştır. Ancak bu düşmanlık iki tarafı da yıkıcı bir etkiye sahip değildir, bilakis iki ülke de fundamentalist ideolojisini, politikasını ve söylemlerini meşrulaştırmak için bu "Siyam ikizi düşmanlığını" kullanmaktadır. Bir diğer deyişle; İran ve İsrail'in fundamentalist ideolojileri adeta siyam ikizi gibidir; birbirlerine düşman görünseler de, varlıklarını ve meşruiyetlerini karşı tarafın varlığına borçludur.

İran ve İsrail fundamentalizminin diyalektik ilişkisi

İran ve İsrail fundamentalizmleri, yüzeyde birbirine düşman iki zıt ideolojik kutup gibi görünse de aslında karşılıklı olarak birbirlerini besleyen diyalektik bir ilişki içindedir. İran'daki Şii fundamentalizmi, İsrail'in varlığını gayrimeşru ilan ederek hem içeride rejimi konsolide etmekte hem de bölgede Şii nüfuzu artırmak için bu söylemi kullanmaktadır. Öte yandan İsrail'deki dinî-milliyetçi fundamentalizm, İran'ı irrasyonel ve nükleer tehdit olarak tanımlayarak güvenlikçi politikalarını meşrulaştırmakta ve uluslararası desteği mobilize etmektedir. Bu karşılıklı düşmanlık söylemi, her iki taraf için de vazgeçilmez bir ideolojik meşruiyet kaynağına dönüşmüştür. İran rejimi "İsrail'e direnen tek güç" iddiasıyla Arap coğrafyasında itibar kazanmaya çalışırken, İsrail de İran tehdidini öne çıkararak kendini "tek istikrarlı demokrasi" olarak sunmaktadır.

İran örneğinde fundamentalizm, 1979'da Ayetullah Humeynî önderliğinde gerçekleşen devrimle somutlaşmıştır. Humeynî'nin dünya görüşü, toplumu "mazlumlar ve zalimler" şeklinde ikiye ayırmış, mevcut rejimin ideolojisini mazlumları koruyacak yegâne ideoloji olarak sunmuştur. Bu ideoloji anti-emperyalizm ve Batı-karşıtlığı kadar, İsrail'in mevcudiyetine kökten bir karşıtlığı da içermektedir. İsrail tarafında ise kuruluş ideolojisi olan ve seküler-milliyetçi temeldeki Siyonizmle birlikte zamanla dinsel-milliyetçi fundamentalizmde gelişmiştir. 1967 Altı Gün Savaşı'nın ardından Tevrat'ta vaat edilen toprakların "kutsal emanet" olduğuna inanan Dînî Siyonizm akımı güçlenmiş ve İsrail devletini tanrısal bir planın aracı olarak görüp "Büyük İsrail" idealini temel alan fundamentalist bir söylem ortaya koymuştur. Bu yaklaşım sözde seküler devlete kutsallık atfetmiş ve Tevrat'ın vaat ettiği tüm topraklarda egemenlik kurmanın ilahi bir yükümlülük olduğunu savunmuştur.

Ancak İran'daki Şii fundamentalizm ile İsrail'deki dinî-ulusalcı fundamentalizm, ideolojik olarak zıt kutuplarda görünmekle birlikte birbirlerini besleyen bir etkileşime sahiptir. İran İslam Devrimi'nin hemen ardından Humeynîrejimi, İsrail'i gayrimeşru bir "şeytan" olarak tanımlayıp hedef almıştır. Bu yaklaşımda İsrail'in devrik Şah rejimiyle yakın işbirliği yapmış olmasının payı olduğu gibi, yeni rejimin İslam dünyasında liderlik iddiasını pekiştirme gayesi de mevcuttur. Devrim sonrası İran, İsrail'i tanımayı reddederek Filistin davasını retoriğinin merkezine yerleştirmiştir. Ancak İran rejimi yıllar boyunca söylemde İsrail'e karşı sert bir "Kudüs'ü kurtarma" retoriği kullansa da, pratikte konjonktürel çıkarları gereği zaman zaman İsrail'le örtülü temaslarını sürdürmüştür. Özellikle 1980'lerde İran-Kontra skandalı örneğinde olduğu gibi İsrail'den gizlice silah satın alması bu gerçekliği yansıtmaktadır. Bu çelişkiyi kapatmak için Humeynî rejimi, İsrail karşıtı retoriğin dozunu daha da artırmıştır. Sonuç olarak, İran'daki fundamentalist söylem İsrail'in varlığını hem kendi ideolojik tutarlılığı için bir meşrulaştırma unsuru, hem de bölgesel nüfuz inşa etme aracı olarak kullanmıştır. İran, Hizbullah, Hamas ve Husiler'e destek vererek hem İsrail'i sürekli bir tehdit olarak canlı tutmuş, hem de Arap coğrafyasında kendi rejimine yönelik sempati yaratmaya çalışmıştır.

İsrail tarafında da benzer bir öteki üzerinden meşrulaşma şolgusundan söz edilebilmektedir. 1990'lardan itibaren İsrail, İran'ı uluslararası alanda tecrit etme stratejisi gütmüştür. Özellikle 1992 sonrasında İzak Rabin ve Şimon Peres gibi liderler, İran'ı Orta Doğu'daki tüm sorunların kaynağı olarak tanımlamış, Şii fundamentalizmin dünya barışı için uyandırılması gereken bir tehdit olduğunu vurgulamışlardır. İsrail, kendisini "Ortadoğu'daki tek demokrasi" olarak konumlandırıp İran'ı "Batı'nın tüm değerlerine düşman bir teokrasi" olarak çerçeveleyerek Batılı devletleri kendi safına çekmeyi başarmıştır. Burada dikkat çekici bir nokta, İsrail'in bu ideolojik çatışma söylemini inşa ederken İran rejiminin söyleminden de faydalanmış olmasıdır. İran'ın sert açıklamaları, İsrail'in uluslararası toplumu ikna çabasında adeta can simidi işlevi görmüştür. İran liderleri kendi radikal ideolojilerini göstermek adına İsrail'e yönelik büyük sözler sarf ettikçe, İsrail bu beyanları dünya kamuoyuna kanıt olarak sunmuştur. Bu dinamik, karşılıklı olarak radikalleşen bir söylem sarmalı yaratmıştır. Dolayısıyla her iki taraf da karşı tarafın varlığından ideolojik beslenme sağlamış, bu düşmanlığı kendi iç politik konsolidasyonu için kullanmıştır. Ters açıdan bakıldığında, İsrail-İran gerilimi, İran'ın da bölgede nüfuz arayışını pekiştirmiş; İran, kendini "İsrail'e karşı direniş cephesinin lideri" olarak sunarak Suriye, Lübnan, Irak ve Filistin'de etkinliğini artırma yoluna gitmiştir. Sonuç olarak, İsrail, İran tehdidi sayesinde uluslararası destek toplarken, İran da "İsrail'e direnme" söylemiyle Şii ve radikal çevrelerde etki sağlamıştır.

13 Haziran 2025 saldırısı

13 Haziran 2025 tarihinde İsrail, Operation Rising Lion(Yükselen Aslan Harekâtı) kod adlı geniş kapsamlı bir hava saldırısı ile İran'ın nükleer tesislerine ve askerî altyapısına taarruz etmiştir. İsrail yönetimi bu saldırıyı uluslararası hukukun meşru müdafaa hakkı çerçevesinde "önleyici bir harekât" olarak savunmaya çalışmıştır. Bir diğer deyişle İsrail düşman bir rejimin nükleer silaha sahip olmasını önlemek için önceden vurma hakkı olduğunu varsaymıştır. Nitekim İsrail İran'ın nükleer programının son noktaya geldiğini, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nun 12 Haziran'da İran'ın nükleer denetim yükümlülüklerini ihlal ettiğini duyurduğunu ve artık diplomasi penceresinin kapandığını iddia etmiştir.

Ancak İsrail saldırısının sadece nükleer altyapıyı değil İran'daki siyasi rejimi de hedef aldığı görülmektedir. İsrail saldırı öncesi ve sonrasında İran halkının asıl düşmanının onları baskı altında tutan mollalar rejimi olduğunu vurgulamıştır. Hatta İsrail, doğrudan İran halkına yönelik mesajlar vererek bu operasyonun bir "rejim değişikliği" fırsatı olarak görülmesi gerektiğini ima etmiştir. Bu söylemlerin gerçekliğe karşılık geldiğini gösteren geçmiş gelişmeler de mevcuttur. Nitekim 2023 yılında İsrail hükümeti, sürgündeki İran muhalefetinin önde gelen ismi olan eski Şah'ın oğlu Reza Pehlevî'yi Kudüs'e davet ederek dikkat çekici bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla İsrail, İran'ın nükleer kapasitesini yok etmenin yanı sıra, saldırının İran iç siyasetinde de bir kırılma yaratmasını da ummuştur. Bu doğrultuda, İran'daki etnik ve mezhepsel kırılganlık noktaları da dikkatle değerlendirilmelidir. Özellikle Kürt muhalefeti ve Azerbaycan Türkleri, rejimin iç istikrarını zayıflatabilecek potansiyel gruplar olarak öne çıkmaktadır. Nitekim İsrail istihbaratının geçmişte Kürt gruplarla sınırlı düzeyde temas kurduğu iddiaları mevcuttur. Benzer şekilde, İran'daki Azerbaycan Türklerinin kimlik talepleri ve kültürel hak arayışları da zaman zaman dış müdahalelere açık hale gelmektedir. İsrail'in, bu grupların rejime karşı taleplerini dolaylı olarak desteklemesi, İran'ın çok etnisiteli yapısını bir kırılganlık alanına dönüştürmeyi amaçladığına işaret etmektedir. Bu strateji, rejimin merkeziyetçiliğini sorgulatan söylemlerle birleştiğinde, İran'ın iç bütünlüğünü sarsma potansiyeli taşımaktadır.

Yine de İran için saldırının olumlu sayılabilecek tek sonucu, bu saldırının ülke içindeki bölünmüş kesimleri geçici de olsa birleştirmesi olmuştur. Nitekim uzun süredir rejime muhalif olan kesimler bile yabancı bir saldırı karşısında milliyetçi reflekslerle rejimin etrafında kenetlenmiştir. Bununla bağlantılı olarak rejim, saldırı sonrası güvenlik gerekçesiyle baskıları artırma imkânı da bulmuştur. Sıkıyönetim uygulamaları genişlemiş, saldırıyla bağlantılı olduğu iddia edilen bazı rejim muhalifleri "İsrail'e casusluk" suçlamasıyla tutuklanmıştır. Dolayısıyla İsrail'in rejimi devirmeye yönelik ümidinin aksine, en azından kısa vadede rejim kendini tahkim edebilmiştir. Ancak bu saldırının uzun vadede rejimin içerideki meşruiyetini zedeleyen bir imaj yaratabileceği de gözden kaçırılmamalıdır. Zira saldırının gerçekleşme şekli İran'ın hem içerideki hem de dışarıdaki imajını sarsacak mahiyettedir.

Bölge açısından sonuçlar

İsrail'in İran'a saldırısı, sadece bu iki ülkeyi değil tüm bölgeyi tehlikeyi atabilecek tarihî bir kırılma olarak görülmelidir. Öyle ki saldırının hemen ardından Orta Doğu'da tansiyon son derece yükselmiştir. İran'ın müttefiki konumundaki Lübnan Hizbullah'ı İsrail'in İran'a saldırısını "savaşa davet" olarak nitelemiş ve güney Lübnan'daki birliklerini alarma geçirmiştir. Yine Hizbullah ile İsrail arasında sınır atışmaları başlamış ve İsrail kuzey cephesini takviye etmiştir. Çünkü olası bir İsrail-İran savaşında İsrail'in en çok çekindiği senaryo İran'ın doğrudan misilleme yapmasından ziyade vekil aktörler üzerinden asimetrik bir süreç yürütmesidir. Dolayısıyla mevcut çatışmanın, Lübnan'ın kendisini de içine alacak şekilde tırmanması mümkündür. Bununla birlikte İsrail-İran gerilimi Körfez'e de sirayet etmiştir. İran, ABD'nin İsrail'e destek vermesi sebebiyle Hürmüz Boğazı'nı kapatmak tehdidinde bulunmuştur. Bu tehdidin gerçekleşmesi küresel petrol arzını ciddi oranda etkileyebilecek bir risk ortaya çıkarmaktadır.

Bölgesel çerçeveden bakıldığında İsrail saldırısı mevcut ittifakları daha da keskinleştirmiştir. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler, bir yandan İran'ın saldırı sonrası zayıflamasından memnuniyet duyarken diğer yandan doğrudan bir savaşın bölgeyi istikrarsızlaştıracağından endişe etmektedir. Bu tutum Ortadoğu'daki aktörlerin tarihsel bir duruşunu yansıtmaktadır: Hiçbir aktör tam olarak ne İsrail'den ne de İran'dan yana açık tavır almak istemektedir. Nitekim saldırı sonrasında 21 Arap ve Müslüman ülke ortak bir bildiri yayımlayarak İsrail'i kınarken bölgenin nükleer silahlardan arındırılması gerekliliğine vurgu yaparak İran'a da mesaj vermiştir. "Bölgenin nükleer silahlardan arındırılması" vurgusu İsrail'in de nükleer cephaneliğini ima eden diplomatik bir ifadedir.

Türkiye'nin istikrarlaştırıcı ve normatif gücü

Türkiye, saldırının hemen ardından net bir pozisyon alarak İsrail'i sert bir şekilde kınamış ve bunu uluslararası hukukun ihlali olarak nitelendirmiştir. Bu tavır, Türkiye'nin geleneksel olarak benimsediği ilkesel tutumla uyumludur: Türkiye, bölgede güç kullanımının Birleşmiş Milletler ilkeleri çerçevesinde ve meşru savunma sınırlarında kalması gerektiğini her fırsatta dile getirmektedir. Nitekim 17 Haziran 2025'te Türkiye'nin de imzacısı olduğu ortak bildiride, İsrail'in saldırılarının "uluslararası hukukun ve BM Şartı'nın açık ihlali" olduğu belirtilerek tüm taraflara "uluslararası hukuka riayet, egemenliğe saygı ve barışçı çözüm" çağrısı yapılmıştır. Burada Türkiye açısından önem arz eden husus, ilkesel tutumunu kolektif bir girişimle destekleyerek tek başına değil bölgesel bir blok halinde hareket etmesidir. Böylece Türkiye hem İslam dünyasındaki lider konumunu perçinlemiş, hem de İsrail'e karşı ortak bir cephe yaratarak krizin maliyetini diğer aktörlere paylaştırmıştır.

Türkiye'nin bu krizde üstlenmeye çalıştığı bir diğer rol, arabuluculuktur. Özellikle AK Parti iktidarı döneminde Türkiye, kendini çevresindeki ihtilaflarda arabulucu veya kolaylaştırıcı olarak konumlandırmış; bu amaçla 2000'ler boyunca çeşitli platformlarda aktif olmuştur. Dolayısıyla Türkiye'nin, İsrail-İran krizinde de benzer bir "akil arabulucu" rolüne talip olması beklenen bir durumdur. Nitekim krizin hemen ardından yapılan açıklamalarda, Türkiye'nin gerekirse müzakerelere zemin hazırlayabileceği, tarafların diyalog kanallarını açık tutması için girişimlere hazır olduğu dile getirilmiştir. Bu, Türkiye'nin hem uluslararası alanda sorumlu bir aktör imajını pekiştirmiş hem de somut çıkarlarını korumuştur. Çünkü Türkiye, hem İsrail hem de İran ile ilişkileri bulunan nadir ülkelerden biridir. Bu konum, Türkiye'ye taraflar nezdinde konuşup dinlenebilen bir kanal olmak gibi eşsiz bir diplomatik avantaj sağlamaktadır. Dolayısıyla Türkiye hem İslam dünyasının sesi olarak hukuksuz güç kullanımını kınayabilmiş, hem de taraflarla konuşabilen bir arabulucu olarak öne çıkmıştır.

Türkiye'nin tavrı aynı zamanda normatif bir güç olduğuna işaret etmektedir. Türkiye saldırıyı ilkesel olarak yanlış bulduğunu net biçimde ortaya koymuştur. Bu tutum, Türkiye'nin uluslararası arenada normatif bir aktör olduğunu göstermektedir. Uluslararası hukukun korunması, egemenlik ilkesine saygı, sivillerin korunması gibi evrensel normlar, Türkiye'nin açıklamalarının merkezinde yer almıştır. Ayrıca Türkiye'nin, saldırının bölgesel nükleer silahsızlanma konusundaki çifte standardı da gündeme getirmesi normatif bir çerçeveye sahiptir. Bu duruş, Türkiye'yi bölgesinde adalet ve dengeyi gözeten bir güç olarak konumlandırmaktadır. Türkiye, bir yandan çatışmanın tarafı olmayarak rasyonel davranmış, diğer yandan mazlumun (saldırıya uğrayan İran'ın) yanında durarak ve ilkesel tavrını korumuştur. Bu tutum, İslam dünyasında Türkiye'nin saygınlığını artırdığı gibi Batı'da da "sorumlu bölgesel ortak" imajını kuvvetlendirmiştir. Elbette Türkiye'nin bu krizdeki yaklaşımının arka planında kendi milli çıkarları da yok değildir. İran ile İsrail arasında topyekûn bir savaş, Türkiye için son derece riskli sonuçlar doğurabilecek mahiyettedir: Sınır komşusu olan İran'ın istikrarsızlaşması, mülteci akınları, enerji tedarikinin sekteye uğraması, Suriye ve Irak üzerinden yeni terör tehditleri, NATO müttefiki ABD ile ilişkilerinde yeni ikilemlerin ortaya çıkması vs.