Ortadoğu’da yeni dönemin kodları ve Türkiye’nin düzen arayışları

Dr. Talha Köse - İst. Şehir Ünv. Öğr. Üy.
27.07.2013

ABD, İsrail, Baasçıların ve Selefilerin üzerinde ittifak ettikleri bir senaryo uzun vadede sürdürülebilir değildir. İslamcıları dışlayan bir ittifakın bölgeye istikrar getirilebilmesi son derece zayıf bir ihtimal.


Ortadoğu’da yeni dönemin kodları ve Türkiye’nin düzen arayışları

Son dönemde Türkiye’nin Ortadoğu siyasetine dair eleştirilerin dozu giderek artmaktadır. Bu eleştiriler yaklaşık iki yıldır sürmekte olan Suriye’deki iç savaş ve bu iç savaşın Türkiye’nin güvenliği açısından oluşturduğu risklerin artması ve Mısır’da seçim yolu ile işbaşına gelen ve Türkiye tarafından da desteklenen Muhammed Mursi’nin askeri darbe ile devrilmesi ile hız kazanmıştır. Bu eleştirilerin bir kısmı Türkiye’nin bölgedeki gelişmeleri doğru okuyamadığını iddia ederken diğer bir kısmı ise Türkiye’nin politikalarının tüm bu gelişmeler karşısında etkisiz kaldığını ve Türkiye’nin bölgede yanlış taraflara oynadığını iddia etmekte. Bu iddialar Türkiye’nin Ortadoğu’da kendine özgü bir oyun planı olduğu ve hamlelerin bu plan etrafında yapıldığı gerçeğini göz ardı etmektedir. Yaklaşık 5-6 sene sürdürülen ve Arap Baharı ile gelen dönüşüme de katkıları bulunan bu stratejik paradigmanın sürdürülebilirliği son gelişmelerle birlikte daha zor hale gelmiştir. 

Türkiye’nin Ortadoğu siyasetindeki yeri ve etkinliğini sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için bölgede ortaya çıkan yeni durumu ve ittifakları ve bu ittifaklara nasıl gelindiğini dikkate almayı gerektirmektedir. Arap Baharı sonrası esmeye başlayan ve Türkiye açısından olumlu algılanabilecek bu rüzgar son zamanlarda tersine döndü ve Türkiye’nin aleyhine esmeye başladı. Tüm bu değişim göz önünde bulundurulduğunda Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yeni ortaya çıkan durumu genel hatlarıyla nasıl şekilleneceği ancak Türkiye dışındaki diğer önemli bölgesel aktörlerin pozisyonları ve stratejileri incelenerek anlaşılabilir. Bölge’de mevcut şartlarda kendi başına düzen kurabilme kabiliyeti ve isteğine sahip bir aktör mevcut değildir. Bu nedenle aktörler arası ilişkilerin parametreleri çok yönlü bir şekilde incelenmeyi gerektirmektedir. Bu açıdan bakıldığında bölgede son 5-6 yıldır süren esnek ve çok aktörlü güçler dengesi politikasının halen hareketli ittifaklarla sürmekte olduğu görülebilir.

Ortadoğu’da düzen arayışları

1989 yılının sonu Avrupa için Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Soğuk Savaş düzeninin ortadan kalkışının başlangıcı idi. Doğu Avrupa demokratik geçişini ABD ve AB’nin de destek ve katkılarıyla Rusya’nın da engel olmaması sayesinde son derece hızlı bir şekilde tamamladı. Ortadoğu’da Soğuk Savaş’ın kalıntısı olan ve Camp David düzeni ile kalıcı hale gelen rejimler ise çok daha dirençli çıktı. Değişen ittifak yapıları ve demografik dönüşümlere rağmen başta İsrail ve Batı müttefiki Arap rejimlerinin güvenlik kaygıları Ortadoğu’da siyasi dönüşüm ve normalleşmeye uzunca süre ket vurdu. ABD’nin İran ve Irak’ı kontrol altında tutmayı hedefleyen çifte çevreleme politikası da Ortadoğu’da geniş çaplı siyasi dönüşüm ve ittifakların oluşmasına uzun süre izin vermedi. Ortadoğu’daki kapsamlı siyasi dönüşümü sağlamaya yönelik en esaslı plan 11 Eylül konjonktürünün de etkisiyle ortaya atılan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) idi. Amerikan neo-conları ve yerel destekçileri eşliğinde hayata geçirilmesi öngörülen bu plan Ortadoğu’da kapsamlı bir demokratikleştirme gündemine sahipti. Ortadoğu’da kapsamlı bir demokratikleşme sürecinin ardından Batı ve İsrail ile çatışmayacak siyasi aktörlerin siyasi arenada hakim olacaklarını ön gören bu plan liberal/neo-liberal değer yargılarına bağlı idi. Bu plan ABD’nin Irak işgalindeki başarısızlığı ve bölgedeki müttefiklerini yeterince ikna edememesinden dolayı akamete uğradı. 

BOP karşısında oluşan ve Amerikan eksenli düzen kurma girişimini dengeleme amaçlı oluşan İran merkezli, Suriye, Lübnan, Irak’taki bazı Şii grupları ve Hamas’ı da içeren Şii direniş bloğu, BOP’un iflasında sonra da hayatiyetini sürdürdü. Bölgede direnişi ve mezhep eksenli paramiliter yapılanmaları esas alan Şii direniş ekseni Suriye iç savaşının çıkmasının ardından halen son derece etkili olduğunu göstermiş oldu. Amerika’nın etkili düşünce kuruluşlarında Council on Foreign Affairs’in kıdemli analisti Richard N. Haass, 2006 yılının son aylarında Ortadoğu’da Amerikan hegemonyasının sona erdiğini ve yeni bir döneme girildiğini ilan ediyordu. Bu yeni dönem yerel aktörlerin çok daha aktif ve esnek şekilde kullanıldığı, daha esnek ve değişken ittifakların oluştuğu ve ideolojik ve değer bazlı kaygı ve düzen arayışlarının gözardı edildiği bir güçler dengesi düzeni idi. Amerika’nın bölgesel çıkarları sabit blokları ve değer bazlı taahhütleri kaldıracak bir yapıda değildi. ABD bu stratejik hamle ile üzerinde yük olan değerlerden sıyrılarak daha esnek ittifakların kapısını aralamış oldu.  İsrail ve Körfez ülkelerinin güvenliklerinin sağlandığı ve Basra Körfezinden petrol akışının sağlanmasının haricinde kırmızı çizgisi olmayan bu yeni düzen ABD’nin de çok daha düşük profilli rol oynadığı ve gelişmeleri perde arkasından yönetmeye çalıştığı bir dönemdi.  Obama yönetimi Amerikan dış politikasında daha düşük profilli bir yaklaşımı tercih etti ve bu strateji ile uyumlu, 2007 başlarından bu yana oluşturulmaya çalışılan güçler dengesine dayalı yeni Ortadoğu düzeni, Washington’un temel bölge stratejisi olarak sürdü. 

Bölgede 2011 yılının sonunda başlayan “Arap Baharı” dalgası tektonik değişikliklere neden olmuş ve ABD güçler dengesine dayalı ve değer eksenli yaklaşımı gözardı eden Ortadoğu stratejisinden vaz geçmemiştir. Suriye Krizi ve Mısır’daki 2013 darbesinden sonra da bölgesel siyaseti yaklaşımında yapısal bir değişim olmamıştır. Bu değişimlerde ABD’nin temel kaygısı kendini dışlayabilecek veya kendi bölgesel konumunu tehdit edecek muhtemel süreç ve ittifakları engellemek doğrultusunda olmuştur. ABD gerek Arap Baharı sürecinde, gerekse sonrasında demokratik süreçlere destek vermek yerine kendi bölgesel çıkarlarını ve kırmızı çizgilerini savunmayı tercih etmiştir. Dünya ekonomik krizinde ekonomik kaynaklarını stratejik olarak da seferber eden Suudi Arabistan ve Körfez emirlikleri, Arap Baharı’nın getirdiği değişim rüzgarına karşın kendi statükolarını sürdürmeyi başardılar. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Arap Baharı sonrası bütüncül bir dönüşümün sinyalleri verilmişti ancak Mısır ve Suriye’de son yaşananlar göz önüne alındığında cari güçler dengesi sisteminin halen geçerli olan yapı olduğu görülmektedir. Bu yeni ortamda ABD’nin faal “model ortağının”, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerine evrildiği gözlemlenmektedir. 

BOP sonrası dönem 

ABD, BOP projesinin rafa kaldırılmasının ardından kendi idealist siyasetinden vazgeçerek Ortadoğu’daki düzen arayışını güçler dengesine bırakırken, Türkiye’nin önünde dört temel seçenek vardı. Bu seçenekler Ortadoğu’daki gelişmelere kayıtsız kalarak de-facto durumları kabul etmek; güçler dengesi içinde kendi siyasi/ stratejik çıkarlarını maksimize etmek; bölgede etnik ve mezhepsel bölünmelere ve yeni bir Soğuk Savaş hattının oluşunda belli bir blokta yer almak ve bölge için ekonomik işbirliği ve etkileşimi önceleyen bütüncül güvenlik ve istikrar arayışlarını sürdürmek şeklinde özetlenebilir. Türkiye bu seçeneklerden sonuncusunu yani kolektif güvenlik ve işbirliğini, toplumsal ve iktisadi etkileşimi artırmayı sağlayacak bütüncül bir düzen anlayışını tercih etti. Özellikle Obama yönetiminin işbaşına gelişinden bu yana bahsettiği “model ortaklık” çerçevesi aslında Türkiye’nin öncelediği bölgesel kolektif güvenlik ve işbirliğini değil Türkiye’nin ABD önderliğindeki denge bloğunun aktif bir üyesi olmasını öneriyordu. 

Türkiye bu güvenlik sarkacında realist ve ortaya çıkan yeni durumlarda çıkarını artırmayı hedefleyen bir aktör gibi değil kendi düzen anlayışı ve değer önceliklerine göre davranan bir aktör olmayı tercih etti. Türkiye’nin Ortadoğu’daki arabuluculuk girişimleri, öncülüğünü yaptığı ve ev sahipliği yaptığı sayısız işbirliği ve barış platformu Ortadoğu’da bütüncül ve kalıcı barışın sağlanması açısından önemli girişimler olarak algılanmıştır. Yumuşak güç, kültürel etkileşim, ekonomik işbirliği ve bölgesel krizlerde etkin diplomasi ve arabuluculuğun ön planda olduğu tüm bu girişimler Türkiye’ye bölgede yeni ufuklar açmıştı. Suriye krizinde aktif bölgesel rol alan Türkiye açısından böylesi kaotik bir ortamda zorlayıcı dış politika enstrümanlarının sınırlılığı Türkiye’nin hareket kabiliyetini sınırlamıştır. Bunun üstüne bölgesel siyasette yeni müttefiki olarak gördüğü Mısır’da eski rejim kalıntılarının darbeyle yeniden işbaşına gelmiş olması Türk dış politikasını daha da zora soktu.

Türkiye’nin talihsizliği ise aslında birbirinden farklı ve birbiriyle çoğu zaman çelişen çıkarları olan önemli bölgesel aktörlerin Mısır konusunda uzlaşıyor oldukları görüntüsüydü. Realist, mezhepsel soğuk savaşa dayanan güvenlik paradigmaları ve İsrail’in kaygıları, Mısır’da demokratik yollarla iktidara gelen İslamcı yönetim aleyhinde uzlaşmıştı. Tüm bu çıkarlar bir araya geldiğinde Türkiye’nin oyun planının başarısız olduğu izlenimi ortaya çıkmaktadır, ancak Mısır darbesi sonrası ortaya çıkan durum arızidir ve bu konjonktürel ittifak görüntüsünün kısa süre sonra dağılması mukadderdir. Bölgedeki halk hareketleri demokratik taleplerinden kolayca vazgeçebileceklerini düşünmek yanılsama olur. Öte yandan küresel yumuşak gücünü korumak isteyen ABD, ilelebet otoriter yönetimlere destek sağlayıp bu yönetimlerle işbirliği içerisinde bir görüntü vermek istemeyecektir. 

Türkiye’nin stratejik seçenekleri 

Paramiliter güçler ve kapasitenin ve petro dolarların hakim olduğu bir oyunda, Türkiye gibi ekonomisi halen kırılgan olan ve kendi iç sorunlarını henüz tamamı ile çözememiş bir demokrasi, konjonktürel olarak dezavantajlı konumdadır. Bu dezavantajın etkileri Türkiye’nin iç politikalarına da yansımaktadır. Gerek Suudi Arabistan, İran ve İsrail gibi bölgenin önemli aktörlerinin gerekse ABD, Rusya ve kısmen AB gibi bölge dışı aktörlerin Türkiye’nin oyun kurgusu ile çelişen hamleleri Türkiye’yi son derece zor bir duruma sokmuştur. Bu nedenle kısa vadede Türkiye’nin mevcut oyun kurgusunun başarılı olabilmesinin parametreleri mevcut değildir. Ancak, ABD, İsrail, Baasçıların ve Selefilerin de fakto olarak üzerinde ittifak ettikleri bir senaryo uzun vadede sürdürülebilir değildir. İslamcıları dışlayan bir ittifakın bölgeye istikrar getirilebilmesi son derece zayıf bir ihtimal. Siyasi süreçlerden dışlanan aktörlerin şiddete yönelmeleri bölgenin genelinde ters bir dalgaya neden olabilir. Bu nedenle İhvan ve diğer İslamcı gruplar siyasi arenada önemli roller oynamaya devam edeceklerdir.

Bölgedeki böylesi karmaşık bir tabloda ve konjonktürel dalgalanmaların yaşandığı bir ortamda Türkiye açısından belirsizliği yönetebilmek için iki temel çıkış yolu görünmekte. İlk seçenek, diğer önemli bölgesel aktörleri kendi oyun planına ikna etmek ve bu konuda desteklerini sağlamak. İkinci seçenek ise Türkiye konjonktürel tıkanıklığı daha esnek hamlelerle yöneterek uzun vadede bölgesel entegrasyon, demokratikleşme ve işbirliğine dayalı oyun kurgusunda devam etmektir. Mevcut görüntüsüyle bölgesel ittifaklar Türkiye’yi dışlar nitelikledir bu nedenle esnek ve realist diplomasi seçeneği Türkiye açısından daha uygun bir tercihtir. Bölgenin sorumluluğunu omuzlarında, zamanın ruhunu arkasında hisseden Türkiye açısından kriz yönetimi ve kendi iç bütünlüğünü demokratik yöntemlerle tahkim etmek kısa vadeli önceliktir ancak Türkiye’nin hedeflediği bütüncül düzen anlayışı bölgesel sorunların çözümü için tek seçenektir. 

[email protected]