Ortadoğu’yu şekillendiren yeni siyasal paradigma

Doç Dr. İbrahim Çetintaş / KSÜ, İlahiyat Fakültesi
25.02.2017

Ortadoğu’nun, özellikle yer altı veya yer üstü kaynaklarını kontrol etmek elbette stratejik bir önem taşıyabilir ve bunlar emperyalizmin konvansiyonel hedefleridir. Ancak bugünkü öncelik, İsrail devletinin beka sorununu kökten çözmeye yönelik yeni bir siyasal paradigmayı ikame etmektir.


Ortadoğu’yu şekillendiren yeni siyasal paradigma

Uzunca bir süredir Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye yönelik ciddi hazırlıkların yapılıyor olduğu inkâr edilemez. Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgali ve sonrasında, özellikle Irak’ın kuzeyini ayrıştırmaya yönelik siyasi çabalar, ABD’nin Irak’ı direkt işgali, en azından bugün itibariyle tümüyle kara kışa dönen Arap Baharı sürecinde yaşanan olaylar serisi ve en son Suriye’de sürmekte olan iç savaşa bir bütünsellik içerisinde bakıldığı zaman görülecektir ki, hemen her şey belirli bir plan çerçevesinde ilerlemektedir. Uzunca bir süredir, «Üst Akıl» diye nitelendirilen bu “stratejik planlama”, arzu edilen hedefe ulaşmak için önüne çıkan her engeli aşarak yoluna devam ediyor görünmektedir.  Bütün bunları, petrol veya gaz gibi bilindik, geleneksel enstrümanlarla gerekçelendirmek bizi her zaman doğru sonuçlara götürmeyebilir; hatta bunlar asıl maksadın anlaşılmasını da perdeleyebilir. Bizim, tahmin ettiğimiz veya bildiğimiz stratejilerin ötesinde, onu aşan daha başka neden veya nedenlerin olabileceği göz ardı edilmemelidir. Bu bağlamda bugün Ortadoğu’da olup bitenlere daha kavrayıcı bir akılla bakıldığı zaman, bu saydığımız faktörlerin birer tali gerekçe olup, esasen icra edilen asıl maksadın bunların daha ötesinde, daha başka bir ana faktöre işaret ediyor olduğunu varsaymak yanlış olmayacaktır. Bu anlamda bugün bu bölgede İsrail devletinin siyasal karakteristiğine uygun bir “partner-devlet” kurma fikri veya idealinin daha ağır bastığı söylenebilir. Zira İsrail devletinin bölgede kendini yalnız hissetmesinden kaynaklanan ciddi bir güvenlik gerilimi yaşadığı inkar edilemez. Her zaman siyasal bir volkanı andıran bu bölgede uzun vadede ayakta kalmak istiyorsanız, okyanus ötesinden transfer edilen destek veya destekler her zaman kalıcı ve etkin sonuçlar üretemeyebilir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, her devlet gibi ABD’nin de bir siyasal ömrü var ve bu vade dolduğu zaman bölgenin bugünkü reel-politik zemininde İsrail devletinin ayakta kalması hayli zorlaşacak, hatta imkansız hale gelecektir. O nedenle bu devlet için bölgede uzun erimli stratejik ittifaklara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu ise, İsrail devletinin güvenebileceği, kendi siyasal karakteristiğine uygun seküler siyasal bir yapıyı ortaya çıkarmaktır ki, Batılı paradigmanın çabalarının seyrini bu gözle değerlendirmek daha makul görünmektedir.

İsrail devletinin beka sorunu      

Esasen bir yönüyle bu süreci, dağılan Osmanlı toprakları üzerindeki taksimat ve tahkimatın hala devam ediyor olduğu şeklinde okumak da yanlış olmayacaktır. Zira planlamaya mani gördükleri için olsa gerek, imparatorluğun asıl bakiyesi durumunda olan Türkiye Cumhuriyeti’ni ısrarla bu sürecin dışında tutmaya çalışmaları buna işaret etmektedir.

Tekrar asıl konuya dönecek olursak bölgenin, özellikle yer altı veya yer üstü kaynaklarını kontrol etmek elbette stratejik bir önem taşıyabilir ve bunlar emperyalizmin konvansiyonel hedeflerdir. Ancak bugünkü öncelik bölgede, İsrail devletinin beka sorununu kökten çözmeye yönelik yeni bir siyasal paradigmayı ikame etmektir. Bunu da, Batılıların, bölgeye bizzat kendi elleriyle yerleştirdikleri İsrail devletinin temellerinin kalıcı şekilde tahkim etme çabası olarak okumak yanlış olmayacaktır. Binaenaleyh bugün buradaki kavgada, ekonomiden öte direkt siyasal bir amaç güdüldüğünü varsaymak yanlış olmayacaktır.

Esasen, Yahudilerin veya genel olarak Siyonist mantalitenin, vaat edilmiş topraklar üzerinde yarı dini, yarı siyasal bir zemine oturan Büyük İsrail Devleti kurma hayali öteden beri bilinen bir hakikattir. Bu ideal, onların varoluşsal stratejileri gibidir. Bugünkü sıcak süreci de bu büyük hayalin önemli bir aşaması olarak değerlendirmek yanlış olmasa gerekir. Bu bağlamda örneğin Ha’aretz gazetesinde askeri muhabirlik de yaptığı için, İsrail devletinin stratejik aklını da en iyi bilenlerden birisi olması kuvvetle muhtemel Ze’ev Schiff, 1982 yılındaki bir yazısında, Arap devletlerinin daha küçük parçalara bölünmesinden söz eder ve İsrail için en iyi durumun; Irak devletinin “Şii, Sünni ve Kürt” bölgesi olarak üçe ayrılması olduğunu vurgular. Bugün, Irak devletinin bu yöne evrildiğini, kimi zaman aşikar, ama çoğunlukla da gizli kapılar arkasında bizzat Iraklıların kendilerinin bile kabul etmeye başladıkları müşahede edilmektedir.

Bu bağlamda, stratejik siyasal bir partner olarak kurulacak olan bu yeni yapının, Musul ve Kerkük dahil olmak üzere Kuzey Irak’tan başlayıp, Kamışlı, Cezire, Tel-Abyad, Ayne’l-Arap (Kobani), Cerablus ve Afrin üzerinden Akdeniz’e uzanan hat üzerine oturması, şimdilik en makul seçenek olarak öne çıkmış görünmektedir. Meselenin siyasal olduğu kadar, ekonomiyle birlikte güvenlik boyutu da dikkate alınacak olursa, bu koridorun stratejik bir güzergah hüviyeti taşıdığı söylenebilir. Bu yeni devlet ancak bu şekilde nefes alıp verebilecektir; aksi halde kurulacak yeni siyasal yapının varlığı ve devamlılığını sürdürmesi bölgenin reel politiğine uygun düşmemektedir. Ancak şunun altını ısrarla çizmek gerekir ki; başta ABD olmak üzere, Batılılar için burada bir Kürt devletinin kurulması önem arz etmektedir; ancak bugün için bundan daha önemlisi İsrail’e, kendi nitel karakterine uygun stratejik, siyasal bir partner bulmaktır.

Bu durum karşısında önemli olan husus, bu süreçten en fazla etkilenen Türkiye’nin nasıl bir tutum alacağı veya alması gerektiği meselesidir. Türkiye burada iki şey yapabilir/yapabilirdi; ya hiçbir şey olmamış gibi vaziyeti idare etme yoluna gidebilir ve süreci uzaktan seyretmeyi yeğlerdi ki, bu seçenek kuşkusuz Batılı paradigmanın da işini büyük ölçüde kolaylaştıracaktır. Veya bugün olduğu gibi, maddi-manevi bütün güç unsurlarıyla birlikte, her ne pahasına olursa olsun duruma müdahil olma cihetine gidebilirdi. Ülkenin geleceği açısından her iki seçeneğin de muhtemel riskler taşıdığı göz ardı edilemez. Ancak burada hangi seçeneğin daha büyük bir risk taşıdığı üzerine yoğunlaşmak daha doğru olacaktır.

Jeopolitik tehdit

Bölgede her şey yeniden şekillendirilirken şayet durumu idare etme cihetine gidilirse ülkenin bekası için yüzyıl önce karşı karşıya kaldığımız vahametten daha beter bir sabaha uyanabiliriz. Düşünün bir kere; ülkemizin önemli bir bölgesi için de yakın tehdit oluşturan, burnumuzun dibinde İsrail’in zihinsel karakteristiğine uygun, emperyalizmin uydusu bir siyasal yapı, güney sınırları bağlamında yukarıya itilerek, Asya’ya doğru büzüldüğü için stratejik konumu büyük darbe almış bir Türkiye Devleti, Irak, Suriye ve Libya gibi geniş coğrafyalarda yeniden hortlamış bir Pers İmparatorluğu, yeni döneme uygun siyasal konumlanmalar ekseninde, Türkiye’nin tümüyle dışarıda kaldığı veya arka sıralara itildiği yeni stratejik ilişkiler ağı üzerinde kurulmuş bir Orta-Doğu! Üstelik tarihsel, kültürel ve hatta dini ilişkiler bağlamında en fazla söz hakkı olan/olması gereken bir ülkenin tümüyle denklemin dışında bırakılarak oluşturulacak olan böyle bir tablo... Bu durum Türkiye için kolayca katlanılabilecek veya kabul edilebilecek bir durum olmayacaktır.

Öte yandan, yukarıda vurguladığımız gibi, bölge ekseninde gelişen olaylara müdahale etmenin de ciddi riskler taşıdığı yadsınamaz. Bugün bölgede, bilhassa dini ve etnik farklılıkların ürettiği jeopolitik tehdit ve riskler alarm verir durumdadır. Yanı sıra, Batılı paradigma ve özellikle de okyanus ötesiyle, bölgeye bakışımızın bu kadar farklılaştığı veya kabul edelim ki, Türkiye’nin karşı duruşuyla bu farklılığın bugün iyice görünür hale geldiği bir tablo, ülkemiz için hayli sıkıntılı bir durumun varlığına işaret etmektedir. Ancak buna rağmen Türkiye için ortaya çıkması muhtemel diğer senaryonun gerçeklik kazanmasına seyirci kalmak, ne bugünün ne de tarihin affedebileceği bir tutum olmayacaktır. Devletin bugün verdiği mücadeleyi de, bahsettiğimiz bu kötü senaryoyu geçersiz kılmaya dönük çabalar olarak değerlendirmek yanlış olmasa gerekir.

[email protected]