Osmanlı Devşirmesinin ‘Beyaz Türk’e dönüşme süreci

Aydın Nurhan / Emekli Büyükelçi
21.11.2015

Batıcı olmanın parolası Kemalizm idi. Şehre gelen köylü henüz burjuva yaşam tarzını içselleştirmese de “Kemalistim” dediğinde, köy kıyafetinden sıyrılıp Batı kıyafetine büründüğünde satıhta modern ve kentsoylu oluyor, zenginlik ve makam sahibi olmada kârlı bir sosyal davranış kodu sergiliyor, en azından Kızılay’da yürüme ayrıcalığına kavuşuyordu.


Osmanlı Devşirmesinin ‘Beyaz Türk’e dönüşme süreci

Türkiye, Fatih Sultan Mehmet döneminden bu yana “Devşirme” sistemi ile yönetilmektedir. Fatih’in devşirme kararı Osmanlı Devlet yönetiminde bir devrim niteliğindedir. Zira Fatih’e kadar yöneticiler kökleri Orta Asya steplerinden gelen Anadolu halkından idi. Halk ve devlet, yöneten ve yönetilen ortak kökenli ve ortak kültürden idi.

Devşirme sistemi yöneten ile yönetilen arasındaki ortak kültürel bağı yok etti. Enderun’da yetişen yönetim sınıfı zamanla folklordan koptu, kendi protokolunu, müzik ve edebiyatını geliştirdi, giderek yönettiği halka yabancılaştı. Halkla tek bağ İslam idi.

Tanzimat, halkla din bağını da koparttı, yabancılaşma daha da derinleşti, Devşirme sınıfının psikolojisine hakim olan aşağılık kompleksi Türk ve İslam olan her şeyin aşağılık, Avrupalı ve dünyevi olan her şeyin mükemmel ve yüce olduğu inancını ruhlara kazıdı. Bu inancın günümüz Batıcı medyasında aynı şiddetle devam ettiği görülür.

1960 Darbesi

Yükselen Anadolu sermayesini temsil eden Demokrat Parti’nin 1950 yılında iktidarı devralmasıyla 500 yıllık yabancılaşmanın sonuna gelindi sanıldı, ancak Devşirmelerin iktidara dönmesi sadece on yıl aldı. Başbakan bir anlamda modern Yeniçeri denilebilecek disiplinsiz subayların 1960 yılındaki kanlı ihtilali sonucu boynunu ipe verdi. Osmanlı Sultanları gibi...

Osmanlı geleneğinin devamı sonraki askeri darbe ve müdahaleler sonucu birçok hükümet yıkıldı, Cumhurbaşkanlığına ancak asker ve yüksek bürokratlar seçilebildi. Başıbozuk generaller korkak siyasetçilere kapalı kapılar ardında hangi isimlerin Cumhurbaşkanı seçileceğini dikte ettiler.

Ekonomik güç

Osmanlı sisteminde İstanbul bürokrasisini taşra vergisi beslerdi. Devletin tek işveren olduğu erken Cumhuriyet döneminde de göreceli olarak en müreffeh sınıf asker ve sivil bürokrasi idi. Ancak bu sınıfa, devleti soymayı öğrenen yeni bir tüccar sınıf eklendi. Halkın çok isabetli bir benzetme ile “Besleme Sermaye” adını verdiği bu sınıf daha sonra ihtilalci disiplinsiz generaller ve yoz bürokratlarla kurduğu üçgen ile ülkenin bankalarını soyacak, hükümet kurup hükümet devirecek, “Yeşil Sermaye” adını verdiği Anadolu girişimcisinin önünü kesecektir.

Ancak küresel köye açılan Anadolu sermayesinin durdurulması imkansız hale geldi, Osmanlı’nın Devşirme karşısında “çaresiz köylü”sü hızla kapital biriktirmeye, Aristo’nun tabiriyle “cesur kentsoylu”ya dönüşmeye başladı. Çocuklarını yurtdışında okutan Anadolu tüccarı sessiz bir ihtilalle kısa sürede bürokrasiyi ele geçirdi.

Fatih Sultan Mehmet’ten bu yana ilk kez “Halktan” ve “Taşra kültüründen gelen”, geçmişinden utanmayıp ondan gurur duyan özgüvenli bürokratlar ve Anadolu girişimcisi 2002 seçimlerinde Tayyip Erdoğan’ı önüne katarak iktidara geldi ve onunla ekonomik ve siyasi güce kavuştu.

Kimliğinden nefret etmek

Tanzimat’tan bu yana Batı kopyası olan, içinden çıktığı Anadolulu ailesini horlayan, onun kültüründen bilerek, isteyerek, severek kaçan Devşirmeler Batı kültürünün kompradorluğunu yaptıkları sürece el üstünde tutuldular. Vakta ki Anadolu dünyaya açılıp devlet idaresini ele aldı, Batı iki asırdır kendi kültürüne sadakatle hizmet eden Jön Türk kalıntılarını dışladı ve “Sahici Türklerle” iş yapma zamanının geldiğini zor da olsa idrak etmeye başladı.

Batı’dan artık aferin alamama ve kaybetmişlik duygusu Batıcının psikolojisinde yırtılma yarattı, çifte kişiliğe yol açtı, sonucunda akademik literatürde Yahudi psikolojisi için ifade edilen “Self Hatred” yani “kimliğinden nefret”e dönüştü. Günümüz Türkiye medyası bu psikolojik yırtılmanın epik örnekleriyle doludur.

Cumhuriyetin ‘Beyaz Türk’ü

Şimdi de konumuzun ikinci bölümüne, yani ‘Beyaz Türk’ tartışmasına geçelim. Hatırlanacağı üzere 1920’lerde nüfusun yüzde 90’ı köylü idi. Keza yüzde 90 okuma yazma bilmezdi. Demek ki günümüz büyük sermayedarının yüzde doksanının babası veya dedesi okuması yazması olmayan köylü idi.

Bu noktada sosyal psikoloji alanına girmekte yarar vardır. Erken Cumhuriyet döneminde köyden kente göç yavaş ve kontrollü idi ve İstanbul, Ankara gibi metropoller yeni geleni asimile edip Batılılaştırabiliyordu. (Anlamlı iki örnek rahmetli Çoban Sülü ile Hacı Ömer Sabancı’nın şerefli hamal sırtlığıdır.) Palazlanan erken kapital sahipleri ve köylü bürokratlar da bu ortamda Batıcı yüksek bürokrasiye özenip hemen Batıcı oluyordu. Batıcı olmanın parolası “Kemalizm” idi. Şehre gelen köylü (Yenişehirli) henüz burjuva yaşam tarzını içselleştirmese de “Kemalistim” dediğinde, köy kıyafetinden sıyrılıp Batı kıyafetine büründüğünde satıhta modern ve kentsoylu oluyor, zenginlik ve makam sahibi olmada kârlı bir sosyal davranış kodu sergiliyor, en azından “Kızılay’da yürüme” ayrıcalığına kavuşuyordu.

Süreç içinde metropole düşmüş lümpen proleter ile küçük memur da bir gün zengin veya makam sahibi olma umudu ile büyük sermaye ve yüksek bürokrasiyi taklit etmeye, günümüz sosyolojik tanımıyla ‘Beyaz Türk’ olmaya heves etti.

Bu heves sonucunda kendisi Beyaz, ama ailesi simsiyah örnekler doğdu. Şans eseri okuyup makam, sermaye veya şöhret sahibi olan ‘birey’ Beyaz Türk, ama onun kaportacı çırağı kardeşi, başörtülü, takunyalı, çizgi pijamalı ebeveyni siyah Türk olarak anıldı. Sosyolojik bir tahlille, “Beyaz Türk” kalıcı bir aile kültüründen ziyade kökünü, geleneğini reddetmiş ve makam veya servetini kaybettiği an ‘Siyah’ ortama geri düşme korkusundaki bireyi tanımladı.

Niçin? Zira bir burjuva beş nesilde yetişir. Birbirine saygılı kentsoylu kuşakların oluşması en az beş kuşak gerektirir. Bu kıvama gelmemişler kıyafet, sarıya boyanmış saç, servet ve makamın verdiği ‘yalancı burjuva’lıktan geri düşme korkusunu sürekli yaşarlar. O nedenle Kemalistlikte aşırı, bazen komik davranış sergilerler. Belki de Osmanlı çöküş döneminden gelen yoksulluk, yılgınlık, bürokratik gaddarlık ile hatırladıkları çaresizlik dolu köylü geçmişi unutma feryadıdır Beyaz Türk olma hevesleri.

Daha da ötesi, ezik köylü ataların hıncı alınmak istenir belki de. Ama kimden? Atasını ezen devşirme bürokrasiye katılmak suretiyle nasıl hınç alınır? Özellikle bazı Alevilerin ve Kürtlerin içinde bulundukları psikolojik ikilemin kökündeki çapraşık duygular, vaktiyle kendilerini ezenlerin safına katılıp onların hevesli neferi olmalarıyla ne kadar ilişkilidir?

Bu alanı namuslu ve bilimsel merakı olan akademik araştırmacılara bırakmakta yarar var.

Eğitim müfredatı

Konumuza Batı ile başlayalım. Kilise tahakkümünden bunalan Avrupa sonuçta çözümü, onu başından tamamen defetmekte buldu ve laikleşti. Madde ve manadan oluşan insanın mana vasfını koparıp atmakla onu topal bıraktı.

Osmanlı Tanzimatçı Devşirmeleri, tarih boyunca Devletten hiç bağımsız olmamış İslam dinini Hıristiyan Kilisesi gibi bağımsız bir müessese olarak tahayyül edip ona saldırdı ve neticede Batı’nın maddeci müfredatını benimsedi.

1930’ların Kur’an ezberinden gelen köylüsü için ve Führerler çağında geliştirilen lümpen Kemalist ideolojinin etik ve estetik kaygıları yoktur. Ötesi, madde yanında ihtiyaç duyulan manevi ihtiyaçları karşılamaktan uzak, hatta onlara hasım materyalist bir müfredattır.

Yobaz din eğitimi gibi bu müfredat da Atatürk’ün “Altın Çağı, Asr-ı Saadeti” üzerinden duygu sömürüsü yapar, kritik düşünceyi yasaklar, tapındırıcıdır, akılcı değil nakilci ve ezbercidir, küresel yarışta hızımızı kesmektedir. Bir ilkokul çocuğunun Atatürk’ü kritik etmesi, sorgulaması düşünülemez, aforoz korkusu minicik ruhuna siner. Lise öğrencisi ise hapse girme olasılığı vardır. Kemalist müfredat günümüzde çağdışı kalmıştır, beyinlere zincirdir, yaratıcılığı daha ilkokulda boğmakta, ‘insana’ tapınma ve Devlet büyüğünden korkmayı aşılamaktadır.

Günümüz modernist Devşirmeleri için Türkiye’deki kötülüklerin anası hala dindarlık ve Anadolu gelenekleridir. Anlamlı örneklerden biri, mütevazı taşra asıllı bir yazarın kendisi gibi taşralı olan insanları göbeğini kaşımakla, demokrasiyi hazmetmemekle kınaması, küçümsemesidir.

Batı klonlarıyla medeniyetinin büyüklüğünün farkında olan Anadolu halkı arasında güvensizlik vardır bugün. Türk eğitim sistemi maddeci, insanların manevi ihtiyaçlarını, ebedi arayışlarını hiçe sayan müfredatta ısrarını sürdürdükçe bu iki sınıf arasındaki uçurum giderek derinleşecektir.

Cumhuriyetimiz yükselişte

Batı medeniyeti evrensel değildir. Diğer medeniyetlerle bir arada yaşama becerisi yoktur. Onları ya yok etmek, ya da asimile etmek ister. Günümüzde Batı medeniyetine karşı İslam medeniyeti dışında alternatif kalmamıştır. İslam medeniyetinin temsilcisi de Osmanlı’nın devamı Anadolu’dur.

Bu ortamda Anadolu değerlerinden kopuk, Batı tarafından da artık gereksiz görülüp dışlanan Devşirme Beyaz Türk ne yapar?

Ya Anadolu kendisine yabancılaşan şaşkın devşirmeyi kendine çekecek, onu re-asimile edecek ya da Devşirme aslına dönmeyi, Anadolu ile kucaklaşmayı reddedecek, belki Batı’ya yerleşecek, Hıristiyanlık içinde eriyip yok olacak. Bu ihtimal özellikle Avrupa, ABD, Kanada ve Avustralya’daki ortada kalmışlar için söz konusu olacaktır.

Anadolu halkı makam sahiplerini tarih boyunca sanki gökten zembille inmiş ‘zıllullah’ temsilcisi olarak gördü, hiçbir zaman onların taşralı, fakir ve cahil kökenlerini sorgulamadı. Bunu sorgulamak akıllarına bile gelmedi. Bugün de bir general, vali veya büyükelçi gören insanın aklına onların çarşaflı anne ve takunyalı, takkeli bir babanın çocuğu olabilecekleri gelmez.

Makam ve sermaye sahiplerinin çoğu da halkı horlarken mütevazı asıllarının hatırlanmasından rahatsız olurlar.

Ama artık halkı horlayanların dedelerinin, ninelerinin, kökenlerinin sorgulanması zamanı geldi.

[email protected]