Osmanlı dini hayatının ilk oluşum aşamaları

Murat Güzel / Açık Görüş Kitaplığı
8.08.2020

14. yüzyıldaki dini zümrelerin sosyal ve kültürel hayatta üstlendikleri işlevler, eğitim hayatında oynadıkları roller, imar ve yerleşimlere yaptığı katkılar, kurdukları ribat, hankâh, kervansaray, zaviye, tekke, cami ve medreseler ile Osmanlı dini hayatının önemli veçhelerinin ilk oluşum aşamasının güzel bir portresini çıkaran Şahin'in eseri, Osmanlı ile ilgili çalışmalarda genelde karanlık kalmış birçok meseleye de ışık tutuyor.


Osmanlı dini hayatının ilk oluşum aşamaları

Osmanlı devletinin kurulduğu 14. yüzyıl başlarına varmadan, yani on üçüncü yüzyıl boyunca Anadolu demografisinde çok büyük bir hercümercin yaşandığı biliniyor. Moğol istilası önünden kaçan büyük insan kitlelerine sığınaklık teşkil eden Anadolu coğrafyası; yüzyılın ilk yarısı, kısmen Türkiye Selçukluları’nın Sultan Alaeddin Keykubad’ın yönetiminde istikrarlı yapıya sahip oluşu bu göç yükünü kaldırabiliyorken, özellikle Kösedağ Savaş’ından sonra Türkiye Selçukluları’nın devlet yönetiminin zayıflaması ve şehzadeler arasında sıkça yaşanan iç savaş ve çatışmalar neticesi bu istikrarını kaybetti ve yaşanan göçlerin beraberinde getirdikleri, kendiliğinden istikrarsız bir görünüm oluşturdu.

800 yıla sari bir süreçte bugün bile tartışmak zorunda kaldığımız birçok toplumsal, siyasal ve dini meselenin, ayrılık ve çatışmaların ilk köklerini oluşturan temel gövde 13. yüzyıl sonundaki Anadolu demografisindeki hareketlilikti. Osmanlı Devleti’nin 14. yüzyılda kurulmasıyla birlikte bir nevi pax Ottomanica sonucu siyasal açıdan görünmezleşen sorunların birçoğunun hemen her kriz döneminde tekrar ortaya çıktığını görmemiz mümkün.

Yazılı kaynak kıtlığı

15. yüzyıl Osmanlı müverrihlerinden Aşık Paşazade’nin Anadolu’daki bu hareketliliği kategorize ederken “Ahiyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum” zümreleriyle tasvir ettiği bu tablonun dini boyutunu tartışan kitabı ‘Dervişler, Fakihler, Gaziler’ adlı kitabında Haşim Şahin, epey zorlu bir işe girişmiş ve altından başarıyla kalkmış görünüyor. Bu zümrelerin asıl teşekkül dönemlerinin 13. yüzyıl olduğu Aşık Paşazade’nin tasvirlerinden dolaylı olarak çıkarılabilse de 13. yüzyılla ilgili olarak tarihçilerin yaşadığı yazılı kaynak kıtlığı önemli bir zorluk olarak duruyor. Mevlana Celaleddin Rumi, Muhyiddin İbn Arabi, Sadreddin Konevi, Ebu’l Vefa el-Bağdadi, Ebu İshak Kazeruni, Hacı Bektaş Veli, Siracüddin Urmevi, Evhadüddin Kirmani, Yunus Emre gibi Anadolu’ya yerleşen Türklerin dini hayatına açık etkileri olduğu bilinen isimlerle ilgili çoğu bilginin de genelde menkıbeler şeklinde gelişinin tarihsel bakımdan önemli sıkıntılar içerdiği söylenebilir. Osmanlı sufiliğinin 13. yüzyıl hercümercinden geçerek 14. yüzyıl boyunca şekillenmesine ilişkin çözümlemeler içeren kitabının birinci bölümünde dervişleri, fakihleri, medreseli sufileri ve gazileri irdeleyen Şahin, ahileri kitabının kapsamının dışında bırakıyor. Bunun sebebini ise temelde ahilerin dini kimliklerinden ziyade ekonomik faaliyetleri ile bilinmeleri olarak açıklıyor. Osmanlı Beyliği’nin bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmasının akabinde uç bölgelerinde yoğun bir derviş nüfusunun göze çarptığına işaret eden Şahin, Osman Gazi döneminde henüz zayıf addedilebilecek merkezi idare sebebiyle iktidarın derviş gruplarına yaklaşımının kuşatıcı olduğunu belirtiyor. Orhan Gazi döneminde Geyikli Baba, Abdal Musa ve Karaca Ahmed gibi isimlere yöneltilen teftişle birlikte devletin derviş gruplarının en azından bir kısmını kontrolü altına almak için çaba sarfettiğini kaydediyor.

Özellikle Osmanlı’nın daha sonraki yüzyıllarda gelişecek dini hayatına derin etkileri olduğunu bildiğimiz 14. yüzyıldaki dini zümrelerin sosyal ve kültürel hayatta üstlendikleri işlevler, eğitim hayatında oynadıkları roller, bu dini zümrelerin imar ve yerleşimlere yaptığı katkılar, kurdukları ribat, hankâh, kervansaray, zaviye, tekke, cami ve medreseler ile Osmanlı dini hayatının önemli veçhelerinin ilk oluşum aşamasının güzel bir portresini çıkaran Şahin’in eseri, Osmanlı ile ilgili çalışmalarda genelde karanlık kalmış birçok meseleye de ışık düşürmemizi kolaylaştırıyor.

@uzakkoku

Gazzali filozofları nasıl tekfir etti?

Özellikle oryantalist bir bakışla kimilerinin İslam dünyasında felsefi faaliyetleri sona erdiren kişi olarak gördükleri Ebu Hamid el-Gazzali, İbn Sina’da temsilcisini bulan Meşşaiyye’ye karşı şedit bir eleştiriyi gerçekleştirdiği Tehafüt el-Felasife eseriyle üç konuda Meşşai filozofları tekfir eder. Gazzali’nin İbn Sina yorumunu yeniden yapılandıran çalışmasında Ömer Faruk Erdoğan, onun filozoflar adına yaptığı ithamlarla uyuşmayan bazı nakillerinin Tehafüt’te yer aldığını düşünüyor. Çalışmasının özünü Gazzali’nin felasifeye yönelttiği eleştirilerin mahiyetinde yer alan tekfir ithamlarının haklılık payının, metin tutarlılıkları bağlamında sınanmasıyla sınırlayan Erdoğan’ın kitabı İslam dünyasında yüzyıllar boyunca süren Tehafüt geleneğini tekrar düşünmemizi sağlıyor.

Tehafüt’te Tekfir Tartışmaları, Ömer F. Erdoğan, Çizgi Kitabevi, 2020

Tarih yazımı edebi bir faaliyet midir?

Tarihyazımı faaliyeti sürekli sorgulanmıştır. Kimileri hakim tarihyazımlarına karşı alternatif, egemen tarihyazımının tökezlediği noktalara yönelik yıpratma savaşı güden alternatif bir tarihyazımı modelini benimserken kimileri de tarihyazımı faaliyetine girişmenin kendiliğinden politik bir edim olduğunu düşünmeye meyillidir. Sosyoloji, felsefe, psikanaliz ve psikolojiyle ilgili çalışmalarıyla bilinen Michel de Certeau, tarih yazmanın aslında tam olarak ne olduğu sorusuna bir cevap bulmaya çabalıyor. Tarihyazımını belirleyen işlemlerin temel özellikleri arasında bir nesne oluşturup bir süre belirleyerek o nesneye ait bir öykü tasarlamak olduğunu vurgulayan Certeau, böylelikle kısmen tarihyazım edebiyazımı birlikte sorunlaştırmanın da mümkün olduğunu bize hatırlatıyor.

Tarihyazımı, Michel de Certeau, çev. Oğuz Adanır, Doğu-Batı, 2020