Osmanlı, dış güçler ve Düvel-i Muazzama büyükelçileri

Koray Şerbetçi/ Tarihçi-yazar
2.03.2019

III. Selim devrinde dış işlerinin Osmanlı tebası gayrimüslimler ve olağanüstü elçiler yoluyla yürümeyeceği anlaşıldı. Düvel-i Muazzama adı verilen Avrupa devletlerinin başkentlerine daimi elçiler yollandı. İşte bu noktadan itibaren zayıflayan Osmanlı Devleti’nin başkentine yollanan Düvel-i Muazzama büyükelçileri, bu topraklardaki dış güçlerin sembol isimleri olarak ortaya çıktı.


Osmanlı, dış güçler ve Düvel-i Muazzama büyükelçileri

Günümüzde dış güçlerin müdahalesi denilince ilk akla gelen devlet kuşkusuz ABD’dir. Ama şunu bilmeli ki bizim tarihimizde dış güçler kavramı çok daha eski bir olgudur. ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra küresel aktör olması nedeniyle bugün gerek Türkiye gerekse diğer devletlerle ilgili dış gücün müdahalesi arandığında tüm oklar ABD’yi göstermektedir. II. Dünya Savaşı öncesindeyse dünya siyasetinin ağırlık merkezi Avrupa olduğun-dan dış güçler denildiğinde daha ziyade “Düvel-i Muazzama” denilen Batı Avrupa devletleri akla gelmekteydi.

Peki kendi iç politik yaşamında sık sık bu kavramı konuşan Türkiye, kendi tarihinde dış güçlerin ciddi şekilde müdahalesini ne zamandan beri hissetmeye başladı? Bu konunun kilometre taşı olarak Avrupa’nın Sanayi devrimi ve Fransız İhtilali ile yükselişe geçtiği 19.asrın hemen başına Sultan III.Selim dönemi görülebilir.

Filozofun imha planı

Fakat III. Selim dönemi ve sonrasını anlamak için yaklaşık iki yüzyıl öncesine uzanmak gerekmektedir. 17. Asırda yaşayan ve modern Alman felsefesinin kurucu düşünürlerinden biri sayılan Gottfried Leibnitz felsefe tarihinde: “Yaşadığımız dünya, mümkün dünyaların en iyisidir.” Sözüyle iyimser felsefeye sahip bir düşünür olarak ünlenmiştir. Ama teoride böyle diyen Alman filozof, pratiğe geldiğinde tüm Batılılar gibi farklılaşır ve ne-dense mümkün olan dünyaların en iyisinde yer alan Osmanlı İmparatorluğuna tahammül edemez.

Leibnitz 1672 yılında Türkleri imha için bir plan hazırlar ve Fransa’nın ünlü kralı XIV. Louis’ye takdim eder. Plana göre; Osmanlı’nın elinden önce Mısır alınmalıdır. Mısır’ı kaybeden Osmanlı’da çöküş başlayacak, ardından Macarlar ve Polonyalılar da kışkırtılarak Türklere saldırtılacak, Osmanlı onlarla meşgulken Hıristiyan devletler birleşip Osmanlı’ya saldıracak ve böylece Türk-İslam varlığına ölümcül darbe vurulacaktır.

Fakat Fransa Kralı plana itibar etmez. Gerçi çok sürmeden 1683 II.Viyana kuşatmasında plan sanki doğal olarak işler. Polonyalıların Osman-lı’ya saldırması ve ardından kutsal ittifak savaşlarının başlaması Osmanlı’yı zor bir sürece sokar. Dahası Leibnitz’in planının ana fikri olan Mısır’ın Osmanlı’nın elinden alınmasına belki dönemin Fransa kralı itibar etmez ama yaklaşık yüz yıl sonra başka bir Fransız planı ciddiye alır. 1798 sene-sinde Mısır’ı işgale gelen ve tarihlerimizde “Mısır Gailesi” dediğimiz derdi başımıza açan bu Fransız komutan malum olduğu üzere Napolyon Bona-part’tır.

Osmanlı Devleti başlangıçtan 19. asra değin tüm Bat’ıyı “ küfür tek millettir” anlayışıyla bir bütün olarak ele alıyordu. Fakat III. Selim devrinde dış işlerinin Osmanlı tebası gayrimüslimler ve olağanüstü elçiler yoluyla yürümeyeceği anlaşıldı. Düvel-i Muazzama adı verilen Avrupa devletlerinin başkentlerine daimi elçiler yollandı. İşte bu noktadan itibaren zayıflayan Osmanlı Devleti’nin başkentine yollanan Düvel-i Muazzama büyükelçileri, bu topraklardaki dış güçlerin sembol isimleri olarak ortaya çıktı.

Osmanlı Devleti Viyana bozgunundan sonra asıl tehdit olarak kabul ettiği Rusya ve Avusturya’ya karşı daima Fransa’ya yakın bir politika iz-lemişti. Sultan III. Selim henüz şehzadeliği döneminde Fransa ile yakın temas içindeydi. Hatta tahta çıkınca reform planlarını dahi Fransa’yı esas alarak yaptı. Fakat kendisine ilk hayal kırıklığını da yine güvendiği Fransa yaşattı. 1798’de bu çok güvenilen müttefik koca bir orduyla Mısır’ı işgal etti.

Gölge sadrazam

III. Selim Mısır’ın işgali üzerine İngiltere ile yakınlaşmaya başlaması bir beladan kurtulmak için başka bir belayı başına musallat etmesi demek-ti. 1803 yılında Pencap bölgesi dışında bütün Hindistan, İngiliz yönetimi altına girmiş durumdaydı. Bu nedenle Yakın Doğu’da etkin olmak İngiltere için çok önem kazanmıştı. İngiltere, Fransa’nın sert ve diplomasiden yoksun emperyalizminin aksine daha yavaş, diplomatik manevralara sahip daha sabırlı ve sinsi bir emperyalizme sahipti. Fransa’da ihtilalin patlak vermesi sonucu dengeler yine değişti. İstanbul’a atanan Fransız büyükelçi Sebastian’i Osmanlı hükûmeti üzerinde o kadar etkin oldu ki adeta  gölge sadrazam gibiydi. O sıralarda Napolyon’un Rusya üzerine yürümesi, İngil-tere-Rusya’nın Fransa’ya karşı yakınlaşması Sebastiani’nin sözüne güvenen Osmanlı hükûmetine pahalıya patladı. Malum süreç sonunda III. Selim hem tahtını hem hayatını kaybetti.

Ama ileride Sebastiani’nin etkisine rahmet okutacak İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Lord Canning ortaya çıkacak ve sadrazamlığa da onun tarafından yetiştirilen Mustafa Reşit Paşa yerleştirilecekti. Osmanlı’yı bitiren Balta Limanı Ticaret Antlaşması ve ilk kez dış borç alınması da Mustafa Reşit Paşa’nın eseriydi. Sultan II. Mahmut döneminde Osmanlı adeta bir ateş çemberinden geçti. Mora’da başlayan Rum isyanı, Navarin’de Batılı devletlerin birleşip Osmanlı’ya saldırması, Yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla devletin bir anda ordusuz kalması ve Rus-ya’nın Osmanlı’ya saldırması ve Batılı güçlerin desteğiyle Osmanlı topraklarında ilk kez Hıristiyanların koparak devletleşmesinin ilk örneği olarak Yunanistan’ın adeta ite kaka kurulması.

Rusya kozu

Ama tüm bunlar yetmezmiş gibi yine arkasında Avrupalı devletlerin rekabeti ve kışkırtmasıyla Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa Osman-lı’ya isyan etti. Arkasında ciddi bir Batı desteği olan Kavalalı, önüne çıkan orduları yene yene Kütahya’ya kadar geldi. İşte bu sırada II.Mahmut Batılılarca üzerine kışkırtılan valisinden kurtulmak için çok riskli bir hareket yaparak Rusya ile anlaşma hamlesi yapınca İngiltere soğuk terler dök-meye başladı ve âsi Kavalalı’yı geri çekti.

Peki II. Mahmut neden böyle riskli bir harekete girişti? Sultan Mahmut’un da sezdiği üzere Avrupa’nın temelde iki korkusu vardı: Ruslar ve Türk-ler. Ama bu korkusunun üzerinde daha büyük bir korkusu vardır ki o da Ruslar ve Türklerin anlaşmasıdır. O nedenle İngiltere’nin asıl politikası Rus-ya ve Osmanlı’nın kavgalı halde olması ama Rusya’nın fazla da ileri gitmemesiydi.

Saltanatının başlarında bürokratların etkisiyle ciddi bir donanma kuran Sultan Abdülaziz, durumun ciddiyetini anlamış ve Sadrazam Mahmud Nedim Paşa eliyle Rusya’ya yanaşmaya çalışmıştır. Sonuç olarak İngiltere’ye yakın Mithat Paşa ve cuntası kendisini tahttan indirmiş ve süreç intihar süsü verilmiş bir cinayetle bitmiştir. Bu darbenin Rusya’ya yakın Mahmud Nedim Paşa’nın sokak gösterileriyle vezirlikten düşürdükten sonra sadra-zamlığa Mithat Paşa’nın, seraskerliğe de Hüseyin Avni Paşa’nın yerleştirilmesiyle yapılması tesadüf olmasa gerektir.

Bu cuntanın tahta geçirdiği V. Murat sinir krizleri sonucu idare kabiliyetini yitirince, Mithat Paşa şehzade Abdülhamid ile görüşüp meşrutiyet için kendisinden söz alınca tahta geçmesine izin verilmişti. II. Abdülhamid ince bir diplomasi ile İngiltere’ye güven verip önce Mithat Paşa ve ekibini tasfiye etmiş ardından da saltanatı süresince Rusya ile arayı iyi tutarak İngiltere’nin elini kolunu bağlamıştı. Ayrıca İngiltere’nin emperyal niyetleri doğrultusunda yaptığı her hamleye bir karşı hamle yaparak dış güçlerin etkisini olabildiğince etkisizleştirmişti.

Jön Türkler

Osmanlı yönetimine karşı Paris ve Londra’da kümelene Jön Türkler kelimenin tam anlamıyla Düvel-i Muazzamanın planlarına hizmet eden bir politik grup haline gelmişti. Jön Türklerin bir kolu olan Prens Sabahattin grubu II. Abdülhamid’i yıkmak için yabancı müdahalesine bile evet demişti.

1908 Meşrutiyetinden sonra yaşananlarda dış güçlerin etkisini bir Jön Türk’ün itirafı daha belirgin hale getirmekte. Bu itiraf, Jön Türkler arasında filozof diye bilinen marjinal Batıcı Rıza Tevfik’in hatıraları arasında yer alır. Rıza Tevfik “Biraz da Ben Konuşayım” adlı hatıralarında anlatır. 1908’de verdikleri destek için Rıza Tevfik ve Talat Paşa İngiliz büyükelçiliğine teşekkür ziyaretine giderler. Ama ziyaret tam bir hayal kırıklığıdır. Ne kimseyle görüşebilir ne de kimse yüzlerine bakar.

   Fakat Rıza Tevfik,  işin aslını Londra’da oturan oğlu Sait görmeye gittiğinde, lafı hiç eğip bükmeden söyleyen bir İskoç soylunun ağzın-dan,  Lord Nicholson’dan öğrenecektir. Lord ile bir görüşmesinde lafı İstanbul’daki soğuk karşılamaya getiren Rıza Tevfik olayı şöyle anlatır:

“Sohbet sırasında İstanbul büyükelçiliğinin bize gösterdiği o soğuk davranış aklıma geldi. Lord cenaplarından sebebini sordum. Dostum Rıza Tevfik Bey; Biz Jön Türkleri teşvik et-tik.  Çünkü onlardan büyük bir netice bekliyorduk. İhtilal olacak, istibdat ile beraber sultan da özellikle sultanın temsil ettiği halifelik kurumu da alaşağı edilecek. Fakat aldanmış olduk. Beklediğimiz sonucu alamadık. İhtilali yaptınız. Kanun-i Esasi geldi. Fakat Sultan da hele halifelik kurumu da yerinde kaldı.(…). İşte bir ihtilalden ve siz Jön Türklerden ihtilal sonun-da,  sultanın da halifenin de devrilmesini beklerdik ve aldandık. İşte siz bu sebepten soğuk karşılandınız.”

Meşrutiyet’in ilanından sonra 1909’da çıkan 31 Mart ayaklanmasındaysa İngiliz güdümündeki Prens Sabahattin ve grubunun ciddi etkisi olduğu aşikardır. Ayaklanmayı bastırmak için Selanik’ten yola çıkan Hareket Ordusu’nun komutanı olan  Hüseyin Hüsnü Paşa’nın yarı yolda Almanya’ya yakın Mahmut Şevket Paşa ile değiştirilmesi o günlerde Osmanlı siyasetindeki Alman-İngiliz çekişmesinin bir sonucuydu.

O halde yakın tarihte yaşanmış bunca somut örnekten sonra denilebilir ki; bu topraklarda yaşayanlar bizler için en doğru tutum, dış güçlere karşı gözleri her daim açık iyimserler olmamızdır.

@koray_serbetci