Osmanlı neden meal yapmadı?

Cemal Aydın / YAZAR
19.03.2016

Sevgili mealciler! Osmanlı’da okur-yazar kesimin meale ihtiyacı yoktu. Mürekkep yalamış her kişi, her diplomalı, meale ihtiyaç duymadan Kur’ân’ı okur ve anlardı. Kur’ân’ın âyetlerini anlayan okura, ne kadar edebî olursa olsun, hiçbir meal yeterli gelmezdi. Zira Osmanlı okuru, Kur’ân’ı her okuduğunda âyetlerden yeni yeni anlamlar çıkarırdı. Öyle bir okuru elbette hiçbir mealci tatmin edemezdi.


Osmanlı neden meal yapmadı?

Daha önce Açık Görüş’te çıkan yazılarımızda (8 Mart 2015 ve 3 Mayıs 2015) ülkemizde edebî bir üslûpla, mükemmel şekilde yapılmış tek bir mealimizin dahi bulunmadığını belirtmiş ve ne yapılması gerektiğini anlatmıştık. Çeşitli çevrelerden ve mealcilerden bir biri ardınca hayli tepki geldi. Kendi meallerini kusursuz bulan mealcilerimiz tenkitlerimizden hoşlanmadılar. Hatta bir kısmı da kendisini mazur göstermek için, suçu Osmanlı’ya attı.

Eğer Osmanlılar “edebî” mealler ortaya koysalarmış, bizim de bir meal geleneğimiz olurmuş ve elbette o zaman çok daha güzel mealler ortaya çıkarmış! Böyle bir savunmanın, yetersizliğin mazereti olamayacağı açıktır. Meal yazacak kadar kendini donanımlı kabul eden bir insanın Türkçenin imkânları ve edebî üslûbun ne olduğu konusunda da yetkin olması gerekir.

Soralım: Almanya’nın “Bir meal geleneği, bir Kur’ân tercüme geleneği” mi vardı? Faust’un ve Genç Werther’in Acıları’nın yazarı, Müslüman Şark şairlerinin hayranı o dev Alman şairi çıktı, kendi zamanında yapılan bir Kur’ân tercümesini çok ağır bir dille yerden yere vurdu (lütfen 8 Mart 2015 tarihli yazımıza bakınız). Derken Alman dilinin inceliklerine yeterince vâkıf, güçlü bilgin ve dev oryantalist Friedrich Rückert, Der Koran adlı yeni bir Kur’ân tercümesi yayımladı ve o tercüme uzun süre bir yıldız gibi parladı. Hâlâ da parlıyor. Türkiye’deyken okuduğu Türkçe meallerden hiç ilâhî ürperti alamayan merhum Cem Karaca’ya “İşte bu Allah kelâmıdır!” dedirten ve kendisini hidayete erdiren de o Kur’ân tercümesidir.

Demek ki asıl mesele neymiş? İlle de bir “tercüme veya meal geleneği”nin olması değil, sadece ve sadece edebî bir dil zevkine ve yüksek bir ifade gücüne sahip olmakmış. 

Meale ihtiyaç yoktu!

Gelelim Osmanlı’nın neden meal yapmadığı konusuna... Osmanlı’da okur-yazar kesimin meale ihtiyacı yoktu. Mürekkep yalamış her kişi, her diplomalı, meale ihtiyaç duymadan Kur’ân’ı okur ve anlardı.

Osmanlı’ya bühtan edenler, Osmanlı mekteplerinin de şimdiki okullar gibi olduğunu sanıyorlar. Oysa Osmanlı okulları öğretmediğini hiç öğretmez, ama öğrettiğini tam öğretir, mükemmel öğretirdi.

Nasıl mı? Şöyle: Yavuz Sultan Selim Mısır’ı alıp da Eş’ari uleması yavaş yavaş medreseleri işgal edinceye kadar, o medreselerde müspet denilen matematik, fizik gibi bilimler en ileri düzeyde öğretilirdi. Osmanlı, yükseliş döneminde çağının bir numaralı bilim ve tekniğine sahipti. Rumeli Hisarı’nın insanın dudağını uçuklatacak kadar kısa bir zamanda inşa edilişinin asıl sebebi, Osmanlı’nın bilim ve teknikte kendi döneminin çok, hem de pek çok ilerisinde olmasındandır. Tarih kitaplarında illâ gâvuru üstün ve kendimizi küçük göstermek için ortaya atılan Macar Urban’ın topu, tam bir maskaralıktır. Zira Urban’ın topu daha ilk atışında hem hedefi vuramamış, hem de paramparça olup dağılmıştır. İstanbul surlarında gedik açan toplar, bizzat Fatih’in ve mühendislerinin çizimlerini yapıp döktürdüğü toplardır. Fatih ve döneminin bilim adamları işte böylesine yüksek bir eğitime sahiptiler!

Hem dînî, hem de dünyevî ilimleri eşit derecede gören bizim Mâtürîdî bilim adamlarımıza karşı, Müslüman için aslolanın dînî ilimler olduğunu savunan ve dünyevî ilimlere Mâtürîdî kadar önem atfetmeyen Eş’arî uleması Osmanlı medreselerinde ağır basınca, maalesef müspet bilimler giderek ilim irfan yuvalarından kovuldu. Osmanlı’nın çöküşe doğru gitmesinin asıl sebeplerinden biri işte budur!

Evet, Osmanlı öğretmediğini hiç öğretmez, ama öğrettiğini tam öğretir, adam gibi öğretirdi.

Üç dil bilirlerdi!

Cumhuriyet dönemi eğitim sisteminde yabancı dil öğretilmeye daha ortaokulda başlanır, buna karşılık öğrenci liseyi ve hatta üniversiteyi bitirdiğinde yine de doğru dürüst bir yabancı dil bilmez! Hâlbuki Osmanlı döneminde liseyi bitiren biri, iki yabancı dili, yani hem Arapça hem de Farsçayı, bu dillerde yazılmış şiirleri anlayacak kadar iyi öğrenirdi. Dahası, Tanzimat’tan sonra bir üçüncü dil olarak Fransızca da eklenince, bir lise mezunu artık üç yabancı dili iyi derecede bilir, konuşur ve yazardı.

Osmanlı diplomalısı, ana dilini de en edebî hâliyle bilirdi. Çünkü ana babalar çocuklarının ifadesi düzgün ve güzel olsun diye yavrularına daha konuşmaya başlar başlamaz şiir ezberletirlerdi.

Osmanlı’da öğrencilere yabancı dil de aynı şekilde şiirlerle sevdirilerek öğretilirdi. Gidip araştırın kütüphaneleri! Arapça ve Farsçayı şiirle belleten, bazen de hem Arapça, hem de Farsça kelimeleri aynı mısrada öğreten, içinde şunun gibi mısra ve beyitlerin bulunduğu, kitaplar/sözlüklerle karşılaşırsınız: “Bezrker derler ekinciye, Arapça harrâs / Teşnegî oldu susuzluk, hem o mânâ lühâs.”

Yine Fransızcayı şiirle zihinlere yerleştiren kitaplara rastlarsınız: “Allah Diyö (Dieu), gökler siyö (cieux), yer ter (terre) / Dâim tujur (toujours), bâkî eternel (éternel), enfini (infini) bîintihâ.”

ABD, nasıl Osmanlı vakıflarını inceleyerek modern vakıf müessesesini kurabilmişse, Batı Avrupa da, Osmanlı eğitim sistemini oryantalistlere araştırtarak iki yabancı dili öğretmenin metodunu atalarımızdan öğrenmiştir. Fransa’nın da içinde yer aldığı günümüzün Batı Avrupa’sında liseyi bitiren bir genç iki yabancı dil bilir! Tıpkı bizim Osmanlı atalarımızda olduğu gibi!

Osmanlı’nın en son döneminde bile sıradan bir roman okuru, evet sıradan bir “roman okuru”, Arapça, Farsça ve Fransızca olmak üzere üç yabancı dil bilirdi.

Roman okuru bile bilirdi

İspat mı istiyorsunuz? Alın Namık Kemal’in İntibah romanını. İlk paragrafının ikinci cümlesi şöyledir: “Bahar erişince toprağın her tarafı serâpâ tarâvet kesilerek ‘yuhyi’l-arda b’ade mevtihâ’ sırrı âşikâr olur.” Buradaki Arapça kısmın ne demek olduğunu Namık Kemal açıklamaz. Dipnot da düşmez. Çünkü roman okuru, onun bir Kur’ân âyeti olduğunu ve “cansız hâle gelen toprağa yeniden can verir” (Hadîd, 57/17) anlamına geldiğini bilir. Çünkü Osmanlı roman okurunun Arapçası, onu anlamaya müsaittir.

Gelelim Ahmed Midhat Efendi’ye... Bilindiği gibi kendisi gerçek anlamda bir halk romancısıdır. Felâtun Bey ile Râkım Efendi romanında Râkım, İngiliz kızlarına Türkçe öğretir. Bu arada Hâfız’ın gazellerinden örnekler de sunar. Hâfız ki, İranlılar ona “şiirin ilâhı” gözüyle bakarlar. Öyle bir şairin beyitlerini Râkım Efendi yabancılara izah ederken, Ahmed Midhat Efendi araya girer ve okura “Hâfız’ın bu gazelini bilenler anlarlar ki, Râkım birkaç beyti eksik okumuştur” der. O dönemin roman okuru böyle bir okurdur. Zaten Farsça ve Fransızcadan anlamayan birinin o romanı zevkle okuması imkânsızdır.

Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası’nı ise Fransızca bilmeyen biri, kesinlikle okuyup anlayamaz. Çünkü eserin çok yerindeki diyaloglar Fransızcadır ve asla Türkçeleri verilmez.

Evet, Osmanlı’nın roman okuru dahi üç yabancı dil bilirdi. Sıradan bir roman okuru bile! Çünkü bu diller okulda öğretilirdi. Profesör düzeyindekiler ise, üç dilde eser verecek kadar bilirlerdi o lisanları. Cumhuriyet’ten sonra Afgan Üniversitesi’nin Farsça ders kitaplarını işte o Osmanlı’dan kalma müderrisler (profesörler) yazmıştı!

Osmanlı mekteplerinde öğrencinin hayatında hiçbir işine yaramayacak “kurbağanın sindirim sistemi” gibi gençlerin dimağlarını köreltmeye yönelik saçma sapan bilgiler öğretilmezdi!

Beyinler köreltiliyor!

Günümüz Milli Eğitiminde “İnkılap veya Devrim Tarihi” ve benzeri dersler, bir dönemde okutulup geçilmesi gerekirken ilkokulundan üniversitesinin sonuna kadar aynı bilgiler defalarca tekrarlanıyor. Sanki o taptaze ve güçlü beyinler, dumura uğrasın, kafaları çalışamaz hâle gelsin de, düşünemesinler, kendi akıllarını kullanamayıp mankurtlaşsınlar, iç ve dış propagandaların tutsakları durumuna düşsünler diye...

Pratik hayattaki uygulamalar, ülkemiz insanlarının ne kadar zeki ve ne derece yüksek bir muhakeme gücüne sahip olduğunu göstermektedir (Almanya’ya çalışmaya giden Yunan, Portekizli, İspanyol ve İtalyan işçi gidip işçi dönerken, daha büyük şehir bile görmeden oraya aynı maksatla giden bizim köylülerimizin, hatta çobanlıktan başka meslek bilmeyen insanımızın nasıl kısa sürede işveren durumuna geldiklerini görüyoruz). Ne var ki bu eğitim sisteminde o dipdiri beyinler öylesine köreltiliyor ki Milli Eğitim’in verdiği hasardan insanımızın çok azı yakasını kurtarabiliyor.

Gereksiz ve en fazla bir dönem veya birkaç hafta okutulması gereken dersler yüzünden yabancı dilin öğretilmesine vakit bırakılmadığı gibi, kendi ana dili bile çocuklara ve gençlere hakkıyla kazandırılamıyor. Her türden yüksek lisans ve doktora tezlerine bakıyorum: Yürekler acısı, sefil ve kısır bir Türkçe! Hâlbuki bizim çocuklarımız da Batılılar gibi ve hatta onlardan daha fazla kendi edebî dillerine hâkim olabilir ve liseyi bitirinceye kadar iki yabancı dili rahatlıkla öğrenebilirler. Yine Batılı çocuklar gibi tek dönemlik ve birkaç haftalık derslerle evlerinin elektrik ve su tesisatını onarmada, bahçe duvarı örmede ve bilmem daha hayatî pek çok gündelik şeyi yapmada ustalaşabilirler. Bu tür bazı bilgiler topu topu birkaç derste onlara aktarılabilir!

Sevgili mealciler, Osmanlı işte bizim yukarıda anlattığımız çok güçlü lisan eğitiminden ötürü meal yapmaya veya yaptırmaya ihtiyaç duymadı. Kur’ân’ın âyetlerini anlayan okura, ne kadar edebî olursa olsun, hiçbir meal yeterli gelmezdi (Tıpkı hem edebî bir dil zevki olan, hem de Arapçayı bilen birine sizin meallerinizin son derece yavan gelmesi gibi!). Yeterli gelmezdi, zira Osmanlı okuru Kur’ân’ı her okuduğunda âyetlerden yeni yeni anlamlar çıkarırdı. Öyle bir okuru elbette hiçbir mealci tatmin edemezdi.

Yürüyen Kur’ânlar

Okur yazar olmayan kesime gelince... Onlarınsa karşısında ezici çoğunluğu Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmış dersiamlar, müderrisler (ulema-profesörler), şeyhler, vâizler, hatipler ve imamlar vardı! Tekkede ve zaviyede, medresede ve minberde, kürsüde ve mihrapta yürüyen Kur’ânlar vardı! Paraya tenezzül etmeyen, haysiyetine düşkün, lüksten kaçınan, bilgisiyle kibirlenmeyen, sade hayatı seçen ilim ve irfan erleri vardı. Halk da onları örnek alıyordu. Gerçek İslâmî ahlâkla bezenmiş öylesi seçkin kimseleri baş tacı edinen insanımız da gösterişten, modadan, etrafa caka satacak tavırlardan uzak duruyordu. Tepeden tabana kadar bütün toplum kesimlerinde kanaat ve tevazu hâkimdi.

Son sözümüz ve uyarımız şudur: Arap edebiyatının erişilmez ve erişilmesi kesinlikle imkânsız olan Kur’ân’ın güzelliği, bir başka dile, ancak o dilin en zirve edebî diliyle aktarılmalıdır. O yüzden bir meal veya tefsirci, kendi dilinin seçkin edebiyatçılarının eserlerini bir değil, birkaç defa okuyarak dilini ve ifade gücünü iyice geliştirmek ve zenginleştirmek mecburiyetindedir. Bu olmadan meal yapmaya yeltenmek her şeyden önce haddini bilmezliktir. Dahası, Kur’ân’ın edebî güzelliğine ihanettir! Edebî güç, edebî incelik ve zarafetten yoksun bir dille Kur’an meali veya tefsiri yapmaya cüret etmek, en başta Allah’a, sonra Kur’ân’a, nihayetinde de okura saygısızlıktır!

[email protected]