Osmanlı taşrasında kültür-sanat

Mustafa İsen / Yazar
2.07.2021

İstanbul'un fethinden özellikle de Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren teşekkül eden normlar çerçevesinde Osmanlı yönetimi kültürü hem merkezde hem de taşrada farklı enstrümanlarla desteklemiş, bunun için merkezden taşraya doğru ihtiyaçlar doğrultusunda yayılan bir sitem oluşturmuştur.


Osmanlı taşrasında kültür-sanat

Mustafa İsen / Yazar

Küçük firmalar vardır, çevrenizde gördüğünüz. Başlangıçta ne tür bir seyir izleyeceklerini kurucuları da bilmez. İyi niyetle yola çıkılmış, çevredeki eli kalem tutan birinden bir logo rica edilmiş ve öyle işe başlanmıştır. İş büyüyüp artık ulusal hatta uluslararası bir marka haline gelindiğinde yani artık logo değiştirilemeyecek kadar tanınırlık kazandığında buradaki simgelerin ne kadar derin manalar taşıdıklarının izahına gelmiştir sıra. İlk çizerinin aklının ucundan bile geçmeyen önemli anlamlar taşır oradaki basit çizgiler. Aslında devletlerin kuruluşlarında da benzer bir gelişimi okumak mümkündür. Hatta bunu Osmanlı'nın beylikten imparatorluğa doğru yürüyüşünde de görürüz. Devletin imajıyla ilgili pek çok hususun epey sonraları icat ve ihdas edildiği malumdur. Hatta bunu sanatçıların devlete yaklaşımlarından da okumak mümkündür. Örneğin Erken Osmanlı Dönemi (1300-1453) diye adlandırılan evrede bilgin ve sanatçıların Osmanlı devletine ait yaklaşımları devletin geleceğinin belirsizliği dolayısıyla mesafeli bir konumdadır. Bu yüzden sonraki yıllarda karşımıza çıkacak olan kültür vasfı ön planda olan şehirlerle karşılaşmayız bu evrede. Her ne kadar Bursa ve Edirne siyasi başkentlikleriyle mütenasip birer kültür merkezi olsalar da buralarda bile başlangıçta kültür henüz dikkate alınan bir nesne değildir. Bu aşamada Anadolu'daki diğer beylik merkezleri Kütahya, Birgi, Konya gibi şehirler belki bu anlamda bir adım önde olsalar da bu coğrafyada Türkçe henüz mayalanma halindedir.

Çekim merkezi

Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethedip burayı her yönden İslam dünyasının merkezi yapma kararlılığı sonucu bu şehirde yaptırdığı büyük medrese ve onu izleyen padişahların özellikle de Kanuni Sultan Süleyman'ın kurdurduğu medreseler bilim ve kültür hayatının ağırlık noktasını taşranın uzak ve dağınık merkezlerinden alarak İstanbul'da topladı. Böylece İstanbul artık Osmanlı devletinin tartışmasız hem kültürel birikiminin birinci derecede üretim merkezi oldu hem de büyüleyici cazibesiyle çevre ülkelerde yaşayan sanatçılar için ulaşılması gereken bir çekim merkezine dönüştü. Ama Konya, Diyarbakır, Kastamonu, Gelibolu, Kütahya, Amasya, Saraybosna, Antep, Serez, Manisa, Üsküp, Vardaryenicesi gibi Osmanlı şehirleri de taşrada bilim ve bir anlamda onun çıktısı sayılabilecek kültür ve sanat hayatını canlı tutmaya devam etti. Hatta etti demenin ötesinde Devlet, bazısı eskiden devam eden, bir kısmı da yeni yapıyla birlikte oluşan ek destekler sağlayarak bu dinamizmi devam ettirdi.

Şehirler iç içe geçmiş eko sistemlerin ürünüdür. Bunu bir anlamda fizikteki bileşik kaplar kuralıyla da okumak mümkündür. Eğer bir şehirde dikkat çekecek düzeyde bilim insanı ya da şair/yazar veya sanatçı yetişiyorsa o şehrin örneğin iktisadi hayatı da, idari görüntüsü de, bilimsel etkinlikleri de bu konuma eş bir manzara gösterir. Hemen belirtmek gerekir ki bu aynı zamanda bize izah edilebilir bir tablo da sunmaktadır. Şimdi taşradaki bu devlet sanatçı ilişkisini şiir tarihi üzerinden okumaya çalışalım.

Yukarıda andığımız bu şehirler, diğer özellikleri yanında Osmanlı edebiyat dünyasına kadro temin eden, daha doğrusu şair yetiştiren merkezlerdir. Bu tür şehirler siyasi ve iktisadi merkez olduktan sonra burada kurulan eğitim kurumları sayesinde önce bilim adamları, bunların da bir adım sonrasında teşekkül eden kültürel ortama bağlı olarak sanat insanları yetişir. O yüzden bu konumdaki insanların varlığı için öncelikle rafine kültür sanat ortamları gereklidir. Şehirleri bu açıdan değerlendirecek olursak İstanbul, Bursa ve Edirne'nin zaten birer başkent olmaları dolayısıyla öne çıkacakları tabiidir. Nitekim kaynaklarda yer alan üç bin civarındaki şairin üçte biri İstanbul ile alakalıdır. Bunların yüz ellişer kadarı da Bursa ve Edirne doğumludurlar. Yukarıda isimleri anılan Konya, Kastamonu, Kütahya ve Manisa hem daha önce başkent hem de şehzade sancağıdır. Konya eski bir Selçuklu başkenti olduğu gibi Karamanoğlu beyliğine de başkentlik yapmış, sonrasında çok sayıda Osmanlı şehzadesi burada şehzade vali olarak görev yapmıştır.

Mevlana'nın varlığı

Konya'da zaten köklü bir bilim, sanat ve kültür geçmişi mevcuttu. Örneğin sadece Mevlana'nın varlığı bu şehir için ne kadar büyük bir şanstır. Onunla başlayan Mevlevilik tek başına bir büyük kültür ve sanat akademisi özelliği taşıyarak kültürümüzü yüzyıllardır beslemeye devam etmektedir. Benzer şekilde Kastamonu Candaroğulları'nın başkenti olmuş, kısa süre de Osmanlı şehzadelerine sancak merkezliği yapmıştır.

Görüldüğü gibi bu taşra şehirlerinin kültürel merkezliği büyük ölçüde şehzade sancağı olmalarından kaynaklanmaktadır. Osmanlı hükümdar sülalesinin erkek çocuklarının görev yaptığı sancak merkezlerine şehzade sancağı denir. Sancak ise Osmanlı idari sisteminde eyaletleri oluşturan kazalardan oluşan yönetim birimidir. Monarşi ile idare edilen sistemlerde gelecekte devlet yönetiminde çok önemli görevler üstlenecek kişiler olması açısından hanedanların özellikle erkek çocuklarının, eğitimine büyük önem verilmekteydi. Onların doğumlarından itibaren hemen hemen hayatlarının bütün kademelerine dikkat edilir, en iyi hocalar elinde yetişmelerine özen gösterilirdi. Belli bir yaşa gelindikten sonra ise gelecekte üstlenecekleri görevlerin bir anlamda stajı olmak üzere ülkenin özellik arz eden yörelerinden birine, yanına ülkenin alanlarında temayüz etmiş kişilerinden oluşan bir kadro ile gönderilmeleri ve orada tecrübe kazanmaları sağlanırdı. Osmanlı devletinde, özellikle kuruluş ve yükseliş devirlerinde uygulanan bu işlem, II. Selim döneminden sonra veliaht olan şehzadenin sancağa çıkması halini almış ve Manisa bu iş için sancak merkezi seçilmiştir.

Manisa ve şehzadeler

Bu anlamda bir örnek olması açısından Manisa'ya bakalım: Şehir, Saruhanoğulları'na başkent olması yanında en uzun süreli şehzade sancak merkezliği yapma özelliğine de sahiptir. Yıldırım Bayezid'in oğlu Ertuğrul'la başlayan bu konum, Şehzade Alaaddin, I. Mehmed, Şehzade Mustafa, Abdullah, Şehinşah, Korkut, Alemşah, Mahmud, Süleyman (Kanuni), Mustafa, Mehmed, II. Selim, Murat ve Mehmet'le devam etti. Tahtan feragat edince II. Murat da yeniden tahta çıkıncaya kadar burada kaldı. Uzun süre beylik ve şehzade merkezi oluşu, Manisa'yı bayındır bir belde haline getirmiş ve şehir, küçük İstanbul, Anadolu'nun en göz alıcı merkezi gibi tanımlamalarla anılmış, sarayları, camileri, medreseleri, dergahları, kervansaray ve çarşılarıyla övülmüştür. Bu anlamdaki büyük eserlerin çoğunluğu şehzadeler zamanına aittir. Çaşnigir , Hacı Yahya, İvaz Paşa, Hatuniyye, Sultaniye, İbrahim Çelebi, Lala Paşa, Alaybeyi, Dilşikar ve Muradiye bu geleneğin cami, İshakiye, Ali Bey, Elvan Bey Oğlu Sinan Çelebi, Veled Bey, Çaşnigir, Hatuniye, MUradiye, Sultaniye, Tekye, İbrahim Çelebi, Kara Yunus, Hamza Efendi, Husrev ve Derviş Ağa, medrese örnekleridir. Bunlara türbe, darü'ş-şifa, imaret, han, hamam ve mevlevihane de eklenebilir. Kuşkusuz bir şehzade sancağı olarak Manisa sarayından da söz etmek gerekecektir. II. Murat tarafından 1445 yılında yaptırılan bu muazzam yapı ile Bozdağ ve Spildağı'nda yaptırılan yazlık saraylardan bugüne bir şey kalmamıştır.

Görüldüğü gibi bu uzun hanedan yönetimi sayesinde şehirde sağlıklı bir alt yapı kurulmuş, bunun sonucunda da şehir, Osmanlı devletinin en önemli bilim ve kültür merkezlerinden biri haline gelmiş, dolayısıyla buradan çok sayıda aydın yetişmiştir. Derunî Çelebi, Serirî, Şuhudî, Câmî, Anî, Vânî, Kânî, Abî, Zülâlî, La'lî, Lâlî, Vâlî, Birrî, Nesimîzâde, Fevzî, Ahmed Esad bunların şair ve yazar kadrosudur. Bunlara tanınmış bilginler, erenler ve diğer sanatçılar da eklenirse şehrin nasıl bir kültür merkezi olduğu kolayca görülecektir.

Manisa örneğinde görüldüğü gibi 16. yüzyıl sonuna kadar şehzade vali olarak Anadolu'daki belli yerleşim alanlarına atanan şehzade valiler taşrada kültür ve sanatın gelişiminde önemli roller üstlenmişlerdir.

Akıncı beylerinin rolü

Şehzadeler dışında Osmanlı taşrasında eser veren şair/yazarlar, bunlara ek olarak, eyalet merkezlerinde beylerbeyiler, normal sancaklarda sancak beyleri, İstanbul'dan çeşitli nedenlerle sürülmüş vezirler, sınırları korumakla görevli uç beyleri veya her vilayette hali vakti yerinde olan defterdar, muhasebeci gibi nispeten küçük memurlar tarafından da himaye edildiler. Hatta bunlara bazı yerel beyler ya da ağaları da eklemek gerekir. Örneğin Rumelili şair/yazarlar için akıncı beyleri çok önemli bir sanat koruyucusu olmuştur.

Osmanlı şehirlerinin kültürel altyapılarını oluşturan tekkelerin de şair/yazarların şekillenmesinde önemli işlevleri vardır. Osmanlı edebiyatının doğuş ve gelişim tarihi içinde tekkelerin konumu ve sanatı himaye etme anlamında işlevleri önemlidir. Özellikle Mevlevi tekkelerinde oluşan edebî muhit, diğer klasik kültür unsurları gibi şiirin de en önemli yaşama mekanlarından biri olmuştur.

Arayış ve dağılış

Geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Osmanlı devlet yapılanması içinde elbette başkent İstanbul'da saray çevresinde yer alan şairlerle taşrada yaşamakta olan şairler arasında hitap ettikleri sosyal çevre açısından birtakım farklar vardır. Merkezde estetik seviyesi daha yüksek bir kadro korunup kollanırken taşrada da buranın beklentilerine uygun bir yapılanma söz konusuydu. Taşra kadrosundan Hayalî Bey, Nef'î, Nâbî gibi dikkat çeken yetenekli isimler İstanbul'a davet ediliyor ve burada değerlendiriliyordu. Ama bu doğal toplumsal tabakalaşma aşamasında taşrada yetişip buralarda istihdam edilen kadronun da Osmanlı edebî yapısının gerçek anlamda ortaya çıkarılması açısından önemli olduğu aşikârdır. Bu isimlerin çok değerli olanları merkezi beslediği gibi, daha ikinci, üçüncü kategoride yer alanların da taşranın beklentilerine, onların kültürel seviyelerine uygun ürünler meydana getirdiği anlaşılmaktadır.

İstanbul'un fethinden özellikle de Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren teşekkül eden normlar çerçevesinde Osmanlı yönetimi kültürü hem merkezde hem de taşrada farklı enstrümanlarla desteklemiş, bunun için merkezden taşraya doğru ihtiyaçlar doğrultusunda yayılan bir sitem oluşturmuş ve bu gelenek Devlet'in çözülüşüne kadar İstanbul'un rol model olup yönlendirmesi, taşranın da dinamizmiyle merkezi beslemesi şeklinde devam etmiş, 19. yüzyıla girerken darmadağın olan pek çok başka şey gibi bu olumlu ilişki de işlemez hale gelerek yerini önce arayışlara sonra da bir dağılışa bırakmıştır.

[email protected]