Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş yılı 2002’dir

Aydın Nurhan / Emekli Büyükelçi
17.11.2018

Yeni Cumhuriyetin yükselme çağında yükselen Anadolu burjuvası, önüne Ak Parti’yi kattı ve kansız bir devrimle “Devlet”i çöküş psikozundaki devşirme bürokrasiden devraldı. Tarih 2002 yılını Osmanlı devşirme sistemini deviren büyük bir demokratik ihtilal yılı olarak yazacaktır. Devrim biraz daha gecikse idi moralsiz devşirmelerle Osmanlı parçalanma süreci devam edecekti.


Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş yılı 2002’dir

CHP kendisini yurt içinde ve yurtdışında Batıcı, ilerici, küresel köye açık, aydınlar partisi olarak lanse ediyor. Parti kamuoyumuzda “Beyaz Türkler”in partisi olarak biliniyor. İşin ilginci, CHP’lilerin bu tezi muhafazakarlarımızca da kabul görüyor. Muhafazakar medyada CHP cemaatinin daha kültürlü oldukları ön kabulü hissediliyor. Bu ön kabul CHP’ye oy verenler arasında üniversite mezunları ve metropol sosyetesinin ağırlıklı oldukları görüşüne dayanıyorsa gerçek payı var. Ancak kültürel üstünlük konusu biraz deşildiğinde ciddi bilimsel araştırmalar gerekiyor. 

Gelin bazı kıstasları ele alalım: CHP’ye oy veren seçmen oranı kabaca yüzde 25 diyelim.

-Bu kitle içinde non-fiction kitap okuma oranı nedir?

-Diş fırçalama oranı nedir?

-Sabahları duş alma oranı nedir?

-Trafikte zarafet oranı nedir?

-Sayın Kılıçdaroğlu’nun da giydiği ince askılı atlet fanila giyme oranı nedir?

-Çizgili pijama giyme oranı nedir?

-”Kıllı, kısa bacaklı” oranı nedir?

-Göbekli, şişman, kalın enseli oranı nedir?

-Düzenli sakal tıraşı olma oranı nedir?

-Milletvekili/politikacı zarafet düzeyi nedir?

-Yabancıya hoşgörü oranı nedir?

Bu soruları benzer sorularla zenginleştirebiliriz. Amacımız, CHP’lilerin de diğer seçmenlerimiz gibi köyden çıkalı en en çok üçüncü nesil olduklarını, yani henüz tam burjuva olamadıklarını anlatmak. Zira önce de tekrarladığımız gibi, gerçek burjuvanın yetişmesi en az beş nesil alır.

İki illüstrasyon; elitin oy verdiği CHP’nin zirvesindeki iki isimden.

Biri Sn. Kılıçdaroğlu’nun İstanbul yürüyüşü sırasında otobüste kızıyla, atletle kahvaltı fotoğrafı, diğeri de Öztürk Yılmaz’ın başörtülü annesiyle babasının fotoğrafı. Bu fotoğraflara bakan bir Batılı, Ak Parti’ye oy veren seçmen profilinden daha farklı bir görüntü almayacaktır.

Kısaca, ülkemizde henüz kentsoylu olma süreci tamamlanmadığı için ötekileştirilecek ileri-geri ayrımı yoktur. Geçiş sürecinde dikkat etmemiz gerekenler, iki tarafta da birbirine saygısız, tahammülsüz lümpenlerdir. Ayrım sunidir, nüfusun ezici çoğunluğunun davranış kalıbı benzeşiktir.

Lümpen seçmen davranış kalıplarıyla ilgili bu konular gerçekte siyaset sosyolojisi ve siyaset psikolojisi uzmanı akademisyenlerimizin incelemesi gereken alanlardır.

“Ohh 100 yıl kazandık”

Gelelim tarihi sürece…İki temel yaklaşım: 1- Osmanlı parçalanma süreci bitmedi.

2- Cumhuriyet yükselme çağında.

Burada kilit söz, İnönü’nün Lozan çıkışında söylediği “Ohh 100 yıl kazandık” sözü.

Osmanlı devşirme bürokrasisi; Tanzimat, İttihat ve Terakki ve nihayet Cumhuriyet bürokrasisi ile devam etti. Cumhuriyet Bürokrasisi Osmanlı gerileme, çöküş psikozundan bir türlü çıkamadı, sürekli savunmada kaldı, zaman kazanmaya çalıştı. Belki de içgüdüsel olarak doğrusunu yaptı.

O nedenle devşirme bürokrasimiz ve (aristokrasimiz olmadığı için yüksek bürokratları ideal örnek olarak alan) lümpen burjuvamız hep savunmacı, re-aktif oldu. Bu kadrolarımız çöküş ve parçalanma psikozunu genlerinden bir türlü atamadığı için, hiçbir zaman “Yükselen Cumhuriyet mefkuresi” sahibi olmadı.

Mülkiye, Seyfiye, Medrese ve Kadılık devamı devşirme müesseselerimiz tarihi “istemezük” reaksiyonu ile yeniliklere (giyim kuşam hariç) hep kapalı kaldı. Defansif çöküş psikozu nedeniyle fikri üretim yapamadı, taklit ettiği Batı’da üretilen fikirlerin tüketiciliğini yaptı. Kültürlü olduğunu Batı taklidiyle, nakilcilikle ve giyimle ispatlamaya çalıştı.

Bir tarih ukalalığı yapalım, Osmanlı 1923’de değil.. 2002’de son buldu. Sultan gitmiş, ama onun Devşirme Devlet sistemi devam ediyordu. Tabii defansif çöküş psikolojisi de.

Yeni Cumhuriyetin Yükselme çağında yükselen Anadolu burjuvası önüne Ak Parti’yi kattı ve kansız bir devrimle “Devlet”i çöküş psikozundaki Devşirme bürokrasiden devraldı. Tarih 2002 yılını Osmanlı Devşirme sistemini deviren büyük bir demokratik ihtilal yılı olarak yazacaktır. Devrim biraz daha gecikse idi moralsiz devşirmelerle Osmanlı parçalanma süreci devam edecekti.

Atatürk Cumhuriyeti yükselme çağındadır ve onun hayal ettiği Anadolu burjuvası taze bir enerjiyle, kansız bir devrimle Devleti devralmıştır.

Etik, estetik, tefekkür

Şimdi de isterseniz bu tezimizi Türk basınından bir kıyaslama ile destekleyelim. Muhalif basına baktığımızda “günlük retorik” görmekteyiz. Muhalif makalelerde yapıcı “tefekkür” yok. Hayal yok. 2053 veya 2071 yılları için bir arayış, bir heves, bir inanç, bir çaba, bir strateji, ideal, kısaca Türkiye mefkuresi, doğum sancısı yok. Yükselen burjuvanın temsilcisi muhafazakar basında ise iyi kötü, henüz el yordamıyla da, ham da olsa arayış görüyoruz. Tefekkür denemeleri görüyoruz. 

Burjuvamız henüz tam oluşmadığı için kökümüzü bilimsel ve duygusal olarak sağlam temellendiremiyor, kökenlerimizden kaynaklanan muhkem etik ve estetik restorasyonlar, renovasyonlar yapamıyoruz. Cumhuriyetimizin başlangıcında nüfusumuzun ancak yüzde onunun şehirli ve yüzde onunun okur yazar olduğu hatırlanırsa, dünyaya kapalı köylü topluma biçilen seküler Kemalist ideolojiden etik ve estetik sonuçlar beklemek gerçekçi olamaz. 

100 yıla varan Cumhuriyet birikimimize baktığımızda gördüğümüz sonuç da, Kemalist ideolojinin etik ve estetik iddiasının olmadığıdır. Kent mimarisi bu zevksizliğin acı örneğidir. Ticari ahlak da yerlerdedir.

Bu noktada ilginç olan, Batı’dan yanlış kopya etik ve estetik ile yetinen konformist yaşam tarzına karşı, yükselen Anadolu burjuvasının doğum sancısıyla kendisini araması, çağımız için yaratmak istediği yeni etik ve estetik değerler için köklerinden kaynak bulma, sentezleme çabasıdır.

Bu anlamda Anadolu; ezberci, nakilci, zihin tembeli ve nihayet konformist Batı kopyacılarından daha ciddi entelektüel çaba içindedir. Kitapevlerinin ciddi kitap bölümlerinde görmeye başladığımız başörtülü kızlarımız bize bir uyanışın, bir arayışın mesajını veriyor.

Bu cümleden olmak üzere küresel köy mensubu ülkemizin dünyanın diğer halkları ile ne oranda ortak, ne oranda farklı yaşam tarzı istediği de asal sorularımız arasında olmalıdır. 

İki fizik terimi ile girelim konumuza: 1. Fizyon; yani ayrışma. Her insan kendisiyle övünür, başkalarından farklı olmak ister. 2. Füzyon; yani birleşme. Keza insanoğlu bir toplumun ferdi olmak, o toplum tarafından içlenmek, sevilmek, sayılmak ister.

Toplumlar da, özellikle küresel köyde hem farklılaşmak, kendileri olmak ve hem de küresel köyün muteber üyesi olmak isterler.

İşte bu ikili yaklaşım Batı medeniyetini nasıl tartışmamız gerektiğine götürür bizi.

Atatürk ne olsun isterdi?

İlk soru: Batı medeniyeti evrensel midir?

Sabah kalktığımızdan gece yatana kadar yaşam tarzımızın ne kadarı yerlidir? Ne kadarı Batılıdır?

Giydiğimiz elbiseden, içtiğimiz koladan, yediğimiz yemeğe, okuduklarımıza, müziğe, sinemaya, tv dizilerine, kullandığımız teknolojiye, kelimelere, günlük yaşamımızdaki binlerce faktöre, davranış kalıplarına.. Kısaca “Yaşam tarzımıza” baktığımızda.. Ne kadar yerliyiz? Ne kadar kozmopolitiz?

Batı ne kadar hayatımıza girmiş? Ne kadarını içselleştirmişiz? Ondan ne kadar kurtulmak istiyoruz? Kurtulmak istiyor muyuz? Kurtulabilir miyiz?

Atatürk ne istemişti? Ne kadar yerli olmamızı, ne kadar kozmopolit olmamızı istemişti? Kemalist ideoloji günümüzde ne kadar mantık, ne kadar duygu, ne kadar menfaat yüklü acaba? “Andımız”ı alalım. Çocukları gözlerinin akı kaymış, hançerelerini yırttırcasına bağırtmak mantık mı, duygu işi midir?

İkinci soru: Teknoloji küresel toplumu ne kadar tek tipleştiriyor? Telefonlar yaşam tarzımızı ne kadar tek tipleştirdi? Aile ve sosyal hayatımızı nasıl etkiledi? Robotlar insanlığı, davranış ve kültür kalıplarını nasıl etkileyecek, nasıl tek tipleştirecek? Ve nihayet... Bu sorulara Batıcılarımız ne gibi yanıtlar ve gerekirse çareler bulacaklar?

Ya muhafazakarlar?

Türkiye’mizde de dünyanın her ülkesinde olduğu gibi ‘Batıcı’, ‘Batı yanlısı’, ‘Batılı’, ‘Batı medeniyetinin kompradorları’ var. Ama bu insanlarımızla dünyanın ilk 500 üniversitesi arasında yoğuz. Sanatta, teknolojide, bilimde yoğuz. Hukuk sistemimiz içler acısı. Zira hala nakilci, ezberci, Batı fikir üretiminin tüketicisi, kopyacısıyız. Akılcı ve yaratıcı değiliz. 

Milli değerimiz “pozitivist” Atatürk’e bile akılla değil mistik ritüellerle yaklaşıyoruz. Ortada bir ulusal akıl tutulması hali var ve kitleler psikolojik boşalma aracı olarak kullanıyor bu ritüeli.

Kendilerini Arap, Kürt ve mütedeyyin vatandaşlarımızdan çok Batılılar, Yunanlılar arasında, kiliselerde daha rahat hisseden vatandaşlarımız var. Domuz yiyen ateist ve deistlerimiz var. Bu “yeni gayrı-müslimlerimize” ölçüsüz tepki gösterenler var. Yeni yeni şehirlileşen toplumumuz arasındaki kültürel yırtılmanın nedenlerini araştırıp ortak yaşamın sırlarını bulamazsak çocuklarımızın geleceği parlak olmayacaktır.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimizin yükselme çağında olduğuna, Osmanlı çöküş sürecinin bittiğine imanımız tam olmalı. Ama bilmeliyiz ki sosyal barış ve karşılıklı saygı için daha epey çalışmamız gerekecek.

[email protected]