Osmanlı’nın ekonomik cengi

Koray Şerbetçi / Tarihçi-yazar
13.10.2018

Osmanlı ekonomik dünyası adeta kendi yağı ile kavrulan bir ekonomi iken Galata Bankerleri ve onların baş müşterisi Batıcı bürokratların zorlamasıyla dünya pazarına açıldı. 1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşması İngilizleri bile şaşırtacak kadar taviz içeriyordu. Böylece Osmanlı toplumu bir tüketim toplumuna dönüşmeye başladı.


Osmanlı’nın ekonomik cengi

Tarihte insanoğlunun hayatını hem kolaylaştıran hem de bir o kadar zorlaştıran bir icat yapılmıştır. Bu icat paradır. Ekonomistler parayı en basit tanımla; üretici ve tüketicilerin piyasalarda karşılaşarak alışveriş yapabilmelerini sağlayan değişim aracı olarak tanımlarlar. Para, takasla yapılan alışverişin içinden çıkılmaz bir hal almasına bir çözüm olarak devletler tarafından ortaya çıkarılmıştır. Yani para ve devlet ayrılmaz iki unsurdur. Çünkü tarihî süreçte devletler, vergi toplamak ve pazara hakim olmak amacıyla para kavramına ihtiyaç duymuşlardır. Malumdur ki bu sebeple para bastırmak bizim tarihimizde hükümdarlığın alametlerinden birisi olarak sayılmıştır.

Günümüzde ise paranın işlevi, ekonomistlerin bu masum bilimsel tanımlarının ötesine geçmiştir. Özellikle küreselleşme ile birlikte para, alışverişi kolay kılmak için kullandığımız bir takas aracı olmaktan öte bir silaha dönüşmüştür. Son dönemde hepimizin şahit olduğu üzere küresel pazarın ortak para birimi olan ABD doları yine bu devlet tarafından kendi iradesine boyun eğmeyen devletleri dize getirmek için bir tehdit aracı olarak kullanılmaktadır. O halde rahatlıkla diyebiliriz ki 21.yüzyılın savaşlarının önemli bir cephesini, ABD Doları ile diğer devletlerin para birimleri arasındaki ekonomik muharebeler oluşturmaktadır.

Osmanlı’da döviz

Osmanlı Devleti de tıpkı tüm diğer devletler gibi kuruluşundan itibaren kendine ait para birimini piyasaya sürmüştü. Zira para devletin siyasî kuvvet ve kudretini temsil eden bir göstergeydi. Osmanlı döneminde ülkenin farklı noktalarında kurulan darphaneler hem para bastı hem de paranın olması gereken değerini tespit etti. Fakat paranın basımında ekonomik, coğrafî ve teknik zorluklar mevcuttu. Osmanlı bu ekonomik gerçekliği kavradığından ahaliyi kendi bastığı resmî parasını kullanmaya zorlamadı. Başka ülkelerin de paralarının serbest dolaşımına izin verdi. Bu günümüzde bizim anlayacağımız dilden dövizin serbest olmasıydı.

Tarih kitaplarında Yükselme Dönemi diye adlandırılan dönemde savaş ganimetlerinin bolluğu ve Yakın Doğu ticaret yollarının kontrolü sebebiyle devlet gelirleri sürekli arttığından para sıkıntısı pek hissedilmiyordu. Fakat Coğrafî Keşifler sonucu ticaret yolları okyanuslara kaydı. Bir de buna uzun, masraflı ve ganimetsiz askerî seferler eklenince para bunalımı başladı. İç ekonomik dengelerin dışarıda yaşanan bu gelişmeleri dengeleyememesi yani evdeki hesabın çarşıya uymaması sonucu 1585’de büyük tağşiş (devalüasyon) başladı. 1690 yıllına kadar parasal anlamda  istikrarsız bir dönemin kapısı açıldı.

Savaş zamanına mahsus halktan alınan “cihadiye” ve “imdadiye” vergileri de sadra şifa olmadığından III. Mustafa döneminde sarayda bulunan altın ve gümüş takımları para basılması için darphaneye gönderildi ama yine ekonominin ateşi düşmedi.

Para bunalımının artık iyiden iyiye hissedildiği 18. yüzyılda devlet, ülkedeki altın ve gümüşün yabancı ülkelere gönderilmemesi için işi sıkı tutmaya başladı. Boğazın Karadeniz tarafındaki Kavak Köyü’ndeki bir idare amirine gönderilen emirde: “Boğazdan çıkan gemilerin iyice yoklanması ve tüccar üzerinde bulunan yabancı altın ve gümüş varsa derhal el konulması” istendi.

Aynı dönemde Gümüşhane madenlerinden çıkarılan gümüşlerin yabancı ülkelere satılmaması için yetkililere açık bir emir verildi. 1826 yılındaki bir fermanda da yerel idarecilere İran, Bağdat ve Anadolu’dan gelen tüccarların iyice muayene edilmesi sıkı sıkı tembihlendi. Osmanlı yöneticileri o devirde para elde etmeye yarayan altın ve gümüşün iç piyasadan kaçmaması için adeta çırpınıyordu. Artık iyiden iyiye hazinede para sıkıntısı başlamıştı. Osmanlı maliyecileri eldeki gümüşten daha fazla akçe basabilmek için standardı bozmaya karar verdi. Böylece ortaya “züyuf akçe” diye bir problem çıktı. Neydi züyuf akçe? Bugün anlayabileceğimiz dille ifade edersek içindeki altın ve gümüş eksikliğinden dolayı çarşı ve pazarda itibarını yitirmiş olan paraydı. Örneğin 1596 senesinde bir dirhem (3.20 gr) gümüşten 8 akçe basılırken kriz nedeniyle aynı miktar gümüşten 10 akçe basılmıştı. Yani para artık züyuf akçe olmuştu.

Piyasa kundakçıları

Akçe çarşı ve pazarda itibar kaybederken ahali de hangi parayla alış veriş edeceğini şaşırmıştı. Dahası krizi fırsat bilen bilhassa Yahudi sarraflar bugünün dövizi sayabileceğimiz ayarı yüksek paraları stoklamak için el çabukluğu ile ortadan kaldırmışlardı. Ortaya çıkan bu durum ahali arasında büyük gerginliğe hatta küçük çaplı bir başkaldırıya bile dönüştü.

Yönetim, krizi önlemek için gayri Müslimlerden alınan cizye vergisi miktarını arttırmış, ölen yüksek rütbeli devlet adamlarının mallarına el koymuştu ama tedbirler piyasanın ateşini düşüremedi. Zira Avrupa’nın sömürgelerden gemilerle gelen gümüşüyle paranın bollaşması Osmanlı hakimiyet havzasında enflasyonu günden güne yükseltmeye devam ediyordu.

Dışarıdan gelen bu gaile ile uğraşılırken bu kez de Yahudi sarraflar yüksek değerli akçelerin kenarlarını kırparak dolaşıma sürmeye başladı. Şimdi bir de devletin ve ahalinin başına kırpık akçe belası sarılmıştı. Çarşı ve pazarda dolaşan yerli para ile kontrolsüz yabancı paralar arasındaki dengesizlik de krizi derinleştiriyordu. Esnaf ve tüccarlar alım satımda sürekli olarak paraları birbirine çevirmek zorunda kalıyor ve zarar ediyordu. Sağlam para ortadan kalktıkça eşya fiyatları da yükseliyordu.

1601 senesinde Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa dövize darbe vurmak için ayarı tam akçe bastırıp dolaşıma sürdü. Böylece Osmanlı akçesi karşısında yabancı paralar biraz geri adım atar gibi oldu. Devlet bu kez de dolaşıma bakırdan yapılma mangırları çıkardı. Ama ahali bunu pek sevmedi. Hatta almaktan kaçınanlar bile oldu. Fermanlarla bir mangırın bir akçe ayarına getirildiği duyuruldu.

Ama vurguncular iş başındaydı. Örneğin Frenk Mustafa isminde bir para uzmanı, bir okka (1282 gr) bakırdan 800 mangır basıp dolaşıma sürünce yine esnaf ve ahali büyük zarara uğradı. Yapılan soruşturma sonucunda Frenk Mustafa piyasayla oynamasının bedelini idam edilerek canıyla ödedi.

Hem kundakçı hem itfaiyeci

19. yüzyılda Avrupa’da başlayan Sanayi Devrimi zaten bir türlü belini doğrultamayan Osmanlı devletinin mali durumunu tamamen bozdu ve hazinedeki açığı arttırdı. Bu açığı kapatmak için de tek çare borçlanmaktı. Avrupa’da Sanayi Devrimi’nin başlamasıyla Osmanlı ülkesinde el emeği ile üretilen mallar Batı’dan gelen makine üretimi olan malların karşısında çok pahalı kaldı. Bu sebeple Osmanlı ülkesinde  Avrupa malları daha fazla tüketilir oldu.

Osmanlı ekonomik dünyası adeta kendi yağı ile kavrulan bir ekonomi iken Galata Bankerleri ve onların baş müşterisi Batıcı bürokratların zorlamasıyla dünya pazarına açıldı. 1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşması İngilizleri bile şaşırtacak kadar tavizler içeriyordu. Böylece Osmanlı toplumu bir tüketim toplumuna dönüşmeye başladı. Tüketim toplumu olmak ise daha fazla paraya ihtiyacı doğurdu. Tabii bu durum da paraya ihtiyacı olana para bulan daha dorusu kredi açan Galata Bankerlerinin gelişimine imkân sağladı. O zamana dek dış borçlanma yapılmadığından açık sürekli olarak başvurulan tağşişler sayesinde kapatılmaya çalışıldı.  Kısacası para pul oldu.

Borç batağı

Paraya ihtiyaç o kadar arttı ki bir süre sonra Galata Bankerleri ve Batıcı bürokratların Osmanlı devletini içine çektikleri duruma para yetiştirilemez oldu. İşte tam bu noktada bir felakete adım atıldı. Artan borç açıklarını finanse edemeyen Galata Bankerleri ve Mustafa Reşit Paşa’nın tesiriyle 1854’te ilk dış borç alındı. Dış borç sisteminde de etkin rol oynayan Galata Bankerleri aldıkları komisyon ile kendilerine ciddi bir gelir kapısı sağladı.

Başta Rothschildler olmak üzere Batılı bankerler Osmanlı’ya borç veriyorlar ve teminat olarak gümrük gelirlerine, eyalet vergilerine el koyuyorlardı. Devlet-i Aliyye âdeta tefeci eline düşmüş köylü gibiydi. Borcu kapatmak için borç alınıyordu.

Bu sömürü sistemi dışarıdan Batılı bankerler, içeriden de Mustafa Reşit Paşa’dan başlayarak gerek Osmanlı bürokrasisi ve Galata Bankerleri tarafından çıkarları uğruna destekleniyordu. Oyunu bozmaya çalışan Sultan Abdülaziz, Mithat Paşa tarafından II.Abdülhamid ise İttihatçılar tarafından darbe ile tahttan indiriliyordu. Sonuçta Osmanlı Devleti 1875’de resmi bir bildiri yayınlayarak beş yıl süre ile borç taksitlerinin sadece yarısını ödeyebileceğini ilân etti. Aslında bu bir biçimde devletin iflasının da ilânıydı. Osmanlı Devleti sarmalından kurtulup bunu dahi yapamadı. Nihayet 1876 Nisanı›nda borçların ödenmesini tamamen durdurdu.

Artık Osmanlı Devleti, Batılı bankerler, Galata Bankerleri ve Mustafa Reşit’in talebesi Batıcı bürokratlar eliyle Düyûn-u Umumiye’nin ellerine teslim edilmişti.

Fransa’nın Yasef Nassi’ye borcu vardı

Osmanlı Devleti’ndeki  en meşhur bankerlerin başında Yahudi olan Yasef Nassi gelirdi. Zekasıyla kısa sürede Kanuni Sultan Süleyman’ın güvenini kazanmış,  II.Selim ile de şahsi dostluk kurmuştu. Venedik ve Fransa’nın bile kendisine borcu vardı. Osmanlı para piyasası, gümrükleri ve ticari yaşamı âdeta onun denetimine girmişti. Hatta 1571’deki Kıbrıs Seferi’ne sultanı burada kurulacak bir Yahudi devletine kral olma hayaliyle Yasef Nassi kışkırtmıştı. Ama Sokollu Mehmet Paşa’nın yerinde müdahalesiyle gözden düşürüldü.

@koray_serbetci