Otoriterleşme üzerine klişeler

Nebi Miş/Sakarya Ünv. - SETA İstanbul
24.05.2014


Otoriterleşme üzerine klişeler

Türkiye’de tarihsel olarak siyasal alanın tanımlanması bir dizi alışkanlığın kalıcı hale gelmesine neden olmuştur. Karşılaştırmalı siyasal sistem çalışmalarında çoğu kez ampirik çözümlemelerle desteklenen ve farklı siyasal kültür ve rejimleri inceleyenlerin tasnifleri, sorgulanmadan genellikle Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmeleri açıklamak için kullanmak. Ne var ki, bu kavramlar hem Türkiye genel siyasi atmosferine uymaz hem de tasvir yapmaktan öteye geçemez. Son dönemde dünyada, “otoriterlik” literatüründe öne çıkan hatta çoğu zaman birbirinin tezlerini yanlışlayan birçok kavram, Türkiye’de mevcut siyasal atmosferi ve yapıyı tanımlamak için sorgulanmadan kullanılmaktadır. Bu kullanım tarzları, siyaset teorilerinin çerçevesini çizdiği tanımlamalardan daha çok,  medya tarifleri üzerinden siyasal aktörlerin ve sistemin “değersizleştirilmesi” ve “sömürgeleştirilmesi” ile doğrudan ilgilidir. Çünkü ampirik sınamalara tabi tutmadan bu kavramların ülkeler arasındaki farklılıkları göz ardı ederek ve esnetilerek kullanılması söz konusudur.

Medyada son dönemde mecrasından saptırılarak kullanılan bu kavramsallaştırmaların bazıları şunlardır: “hibrit (melez, karma) demokrasi”, “post modern otoriterlik”, “yumuşak otoriter rejim”, “yarı demokrasi”, “sanal demokrasi”, “seçimsel demokrasi/seçimli otorteryanizm  “rantiyer demokrasi”, “illibarel demokrasi”, “yarışmacı otoriterlik”. Mecrasının dışında kullanılan bu kavramlardan en önemli ikisi, “rantiyer demokrasi/otoriterlik” ve “rekabetçi otoriterlik”tir (CompetitiveAuthoritarianism). Bu kavramlar, Türkiye’de muhalefet blokları tarafından özellikle Başbakan Erdoğan ve AK Parti iktidarına yönelik olarak dolaşıma sokulmakta, ardından da kavramların içi gelişi güzel doldurularak uluslararası medyaya pazarlanmaktadır.

Kavramların ulusları medyaya sunumu ve pazarlanması “şikayet” ve “onay” şeklinde iki düzeyde gerçekleşmektedir. Bu bağlamda iç kamuoyunda dolaşıma sokulan ve belirli bir etki oluşturan söylem, çeşitli ağlar üzerinden uluslararası kamuoyuna yönelik olarak “çerçevelendirilmiş” şekilde “şikâyete” dönüştürülmektedir. Örneğin, “Türkiye’nin liberal olmayan muhafazakârları” (Wall Street Journal)  haberinde olduğu gibi istenilen etkinin sağlanmasının ardından tekrar iç kamuoyuna yönelik olarak, söz konusu nitelendirme “yeniden” haberleştirilmektedir: “Wall Street Journal gazetesi, Avrupalı Muhafazakârlar ve Reformcular İttifakı’nın AK Parti’nin ‘Erdoğan’ın Türk sivil toplum üzerindeki kontrolü gevşetmesine dek’ dışlamasını istedi” (Hürriyet). Bu tip haberlerin Batı medyasında gerekli etkiyi yaparak derecelendirme kuruluşları tarafından Türkiye’yi mahkûm eden bir sonuca ulaşması da “onaylama” safhası için kullanılmaktadır: “Batı’da yerleşen yeni algı: modern otoriterlik” (Hürriyet).

İşte bugünlerde medyada, Türkiye’nin demokratikleşmesini “rantiyer devlet teorisi” ve “rekabetçi otoriterlik” üzerinden açıklayan tezler de kısa süre sonra Batı medyasında dolaşıma girecek ve “onay”lanacaktır. İçeride bu kavramlar üzerinden başlatılan tartışmalar ise uluslararası medyada yazılanlar örnek gösterilerek meşrulaştırılmaya çalışılacak ve nitelendirmelerin doğru olduğuna bu haberler kanıt olarak sunulacaktır.

“Rantiyer devlet teorisi”, genellikle Ortadoğu’da otoriter rejimlerin siyasal ve toplumsal yapısını açıklamada kullanılan bir kavramdır. Üçüncü demokratikleşme dalgasının niçin Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerde demokratikleşmeyi üretemediğine yönelik tezlerde sıklıkla bu kavrama atıfta bulunulur. Bu teoriye göre, rantiyer devletin gelirlerinin çoğu doğal kaynakların satışı üzerinden dış dünyadan elde edilir. Gelirler diğer toplumsal kesimlerle paylaşılmadan doğrudan devlete ait olduğu için gelirlerin dağıtımı da devlet tekelindedir.

“Ülkelerin ekonomik yapısı ve üretim biçimi o ülkenin siyasal rejiminin işleyişinde doğrudan etkilidir” ön kabulünden hareketle, rantiyer devletlerin siyasal rejiminin otoriter olduğu varsayımı dile getirilir. Burada otoriterliğin sağlanmasında devletin rant gelirlerini dağıtarak demokratikleşme yönündeki talepleri ve toplumsal baskıları önlediği kabul edilir. Yine Demokratikleşme literatüründe vergilendirme ile demokratik talepler arasında doğrudan bir ilişki vardır. Tarihsel olarak vergilendirme toplumla devlet arasında bir pazarlık alanı sağladığı için devletle toplum arasındaki demokratik temsil kurumları da bu pazarlığın bir sonucudur. Ancak rantiyer sistemde, devlet kaynak yaratmak gibi bir derdi olmadığından vergi toplama yoluna da gitmez. Dolayısıyla da halk vergi vermediğine göre halkın devlet ve sistemden bir beklentisi sadece rantın düzenli olarak kendisine ulaşmasıdır. Ayrıca, yüksek harcamaların yapılması da, halkın siyasal iktidarlara karşı pasifize olmasında etkili olduğu varsayılır.

Rantiyer sistemde devletin büyük bir ekonomik güce sahip olması, güvenlik güçleri ve askeri yapıyı da sağlamlaştırmasına vesile olmaktadır. Çünkü sistemin devam ettirilmesinde yönetici elitle sivil ve askeri bürokratik yapılar koalisyon halindedir. Dolayısıyla da baskı mekanizması olarak işletilen güvenlikçi devlet anlayışı tüm siyasal ve toplumsal alanı kuşatmaktadır.

Ne kitaba ne pratiğe uyan tezler

Rantiyer devlet temelinde demokratikleşme ile rantiyer sistem arasındaki ilişkiyi bu şekilde ele alan tezlerin savunucuları bile, bu tezlerinin bugün,  Ortadoğu’daki otoriter yapıları tam olarak açıklayamadığını belirtmektedirler. Buna rağmen, bu tezlerinin Türkiye’deki mevcut siyasallığı açıklamak için kullanılması zaten en baştan sorunludur.  Diğer taraftan, Türkiye’de ekonomik alanın liberal bir sistem üzerinden yürüdüğünü göz ardı ederek, Türkiye’deki ekonomik sistemi, Ortadoğu’daki petrol ekonomilerinin oluşturduğu ekonomik düzenle eşit görmek ayrıca tartışılması gereken bir konudur. Bu bağlamda, rantiyer devlet sistemlerinde siyasal rejimin otoriterliğinin devam etmesinde, halkın devletten kendisine sağlanan  ekonomik getiri yüzünden sistemi sorgulamaması tezini, Türkiye’ye uygulamak, demokratik seçimleri değersizleştirmekten öte bir amaç taşımamaktadır. Ayrıca, eski rejim düzeninde devlete eklemlenerek ittifak oluşturan çıkar gruplarının büyük çoğunluğunun,bugün için “otoriterleşme” söylemini dolaşıma sokan çevreler olduğu dikkate alındığında “rantiyer otoriterlik” tezi kendi kendisini yanlışlamaktadır.

“Rekabetçi otoriterlik” kavramı ise daha çok eski otoriter-totaliter rejimlerin, komünizmin çökmesinin ardından demokrasiye geçiş süreçlerinin seyrini ele alan yaklaşımlarda karşımıza çıkmaktadır. 1990’larda liberalleşme adımlarını yoğunlaştıran eski otoriter rejimlerin demokratikleşme adımları, beklenen demokratik geçişi sağlayamadığı için 2000’lerde bu “geçiş ülkelerini” tanımlayacak yeni yaklaşımlardan biri de “rekabetçi otoriterlik” kavramıydı. Daha çok Rusya, Ukrayna, Ermenistan gibi ülkeleri tanımlamakta kullanılan bu kavram, demokratik ülkelerdekine benzer, parlamenter sistem, seçimler, sivil toplum, medya, muhalefet partileri ve anayasa gibi kurumların bu ülkelerde de var olmasına rağmen, bu kurumların işleyişindeki çeşitli sorunları öne çıkarmaktaydı. Ancak bu kavramsallaştırma üzerinden tanımlanan devletlerin ortak özelliği, demokrasi yoluna giren “geçiş ülkesi” olarak, bu geçişi tamamlayamadan “eski rejim” düzenine ve kültürüne doğru “geri dönüş” yaşamasıydı.

Bu tanımlamalarda kilit unsur, “eski rejim”dir. Eski rejimin kurumları ve işleyişindeki anlayışların tekrar siyasete ne düzeyde egemen olduğudur. Bu açıdan Türkiye’de mevcut AK Parti politikalarını “rekabetçi otoriterlik” üzerinden tanımlayanların, Türkiye’de uzun yıllar devam eden otoriter sistemin “araçlarının” devam edip etmediğini sorgulamakla işe başlamaları gerekir. Türkiye tarihi, “öncelikli” ve “büyük idealler” için, toplumun çoğu zaman ikinci planda görüldüğü ve bir çok kez demokratik kurumların rafa kolayca kaldırıldığı bir vesayet demokrasisi olagelmiştir. Ancak bu vesayet demokrasisi zorlu demokratikleşme mücadelesinin neticesinde zayıflatılmıştır. Eğer bugün otoriterlik üzerinden bir siyasal rejim tartışması yapacaksak önce son 10 yılda gerçekleştirilen demokratik kazanımları masaya koyarak, bu tartışmaya başlamamız gerekir.

[email protected]