Özgür iradenin yokluğu (!) üzerine

Röportaj: Mehmet Ödemiş
6.10.2018

Yapay zeka tartışmalarının da bir parçası haline gelen özgür iradenin var olup olmadığını, varsa cesameti ve mahiyetinin neliğini bu konularda kafa patlattığını bildiğimiz bir isimle Prof. Dr. Sinan Canan ile konuştuk.


Özgür iradenin yokluğu (!) üzerine

İslam düşüncesi tarihinde irade meselesi, hep külli irade ve cüzi irade paralelinde tartışıldı ve konumlandırıldı. Külli iradenin cüzi iradeye tahakküm ettiği yerde kadercilik (cebriyye), cüzi iradenin külli irade karşısında bağımsızlığını ilan ettiği yerde de kaderiyye (itizal) ortaya çıktı.

Şimdilerde, özellikle Batı’da yapılan klinik araştırmalara bağlı olarak üretilen zihin felsefesinde, insanın bilinçli ve iradeli bir varlık olmadığı, bilincin bir yanılsamadan, iradenin ise hayalden ibaret olduğunu savunan görüşler dillendiriliyor. Bu iddiayı savunanlar, hem hukuk hem ahlak hem de ilahiyat açısından insanın seçimlerinde özgür olmayan bir varlık şeklinde tanımlanmasının yaratacağı kaotik sorunları göz ardı etmekteler. Zira modern bilim, kısmî gözlemlerden hareketle ileri sürdüğü “her an yanlışlanabilir” teorilerinde, nesnellik adına meselenin sadece çıktıları ile ilgilenmekte, bu neticelerin yol açacağı ardışık problemleri önemsememektedir.

Öte yandan kelam ilminin henüz teşekkül etmeye başladığı zamanlarda insanın yapabilme/güç yetirebilme yeteneğinin, onun davranışlarının üzerinde ne kadar etkisi olduğu konusu çok kritik bir kelimeyle ifade edilmiştir. “Cüzî irade”... Belki de modern bilimin geldiği nokta da tam olarak budur. Seçimlerimizin ve edimlerimizin üzerinde o kadar çok farklı değişken unsur var ki büyük bir kudret ve tümüyle özgür bir irade ile yapıp ettiğimizi sandığımız pek çok eylemin meydana gelmesinde, aslında çok cüzî bir payımız/katkımız bulunmakta.

Yapay zeka tartışmalarının da bir parçası haline gelen özgür iradenin var olup olmadığını, varsa cesameti ve mahiyetinin neliğini bu konularda kafa patlattığını bildiğimiz bir isimle, Sinan Canan Hoca ile konuştuk. Sinan Hoca o kadar dolu/dertli idi ki onu minderde tutmak kolay olmadı.

l İnsanın bilinçli bir varlık olmadığını, seçimlerinin ve eylemlerinin özgür bir iradenin kullanımı ile gerçekleşmediğini söyleyenler, genelde bu iddialarını ateizmle ilgili bir yere taşıyorlar. Bir modern bilim emekçisi sıfatıyla ve de bu konularda düşünce üreten inançlı biri olarak sizin ne düşündüğünüz zannımca önemli…

Aslında insanın iradeli bir varlık olduğu ile ilgili bilimsel bir kanıt yok. Haddizatında “özgür irade” kavramı bizim kültür ve inanç dünyamıza ait bir kavram da değil. “Free will” Descartes’in ortaya attığı bir kavram. Biz de ise “cüzî irade” var. Cüzî irade var tamam da bu iradenin ne kadar cüzî olduğunu kimse sormuyor. İlahiyatçı arkadaşlarla da bu konuyu konuştum. Bugüne kadar bunun ne kadar cüzî olduğunu soran olmamış. ‘Cüz’ ve ‘küll’ ayrımına bakarsanız cüz, kuantum boyutta tespit edilemeyecek kadar küçük anlamına da geliyor olabilir. Dolayısıyla belki aradığımız iradenin kanıtı, bilimsel yöntemler ya da standart ölçüm yöntemleriyle elde edemeyeceğimiz kadar cüzî olabilir. Yani bu yaşadığımız maddi dünyada iradenin etkisi çok küçük ise belki onu, bu küçüklüğünden dolayı tespit edemiyor olabiliriz.

Karar verme süreçleri ile ilgili şimdiye kadar yapılan deneylerde, çeşitli görüntüleme teknikleri ile elde edilen bulgularda, bilincin karardan sonra geldiğini görüyoruz. Bilinçli olarak karar verdiğimizi sandığımız şey, aslında bilinç dışında yapılan işlemlerin doğal bir sonucu. Zihin, bilinci ona adapte ediyor. Beyinde zaten şöyle bir mekanizma vardır: Bağdaş kurup oturduğunuzu düşünün. Ayak baş parmağınızla burnunuza aynı anda dokunun. Beyin bu iki dokunmayı aynı zamanda algılar ama ayak başparmağınızdan beyne giden sinyalle burundan giden sinyal arasında 100 ms kadar fark vardır. Beyin aradaki farkı kompanse ederek kapatır ki eşzamanlılık algısı bozulmasın. Bilinçte de benzer bir mekanizma olması normal. Çünkü çok fazla veri işleme giriyor. Özellikle arka planda, bizim bilmediğimiz ve örüntüsel algı dediğimiz karmaşık tespit sisteminde işlemler çok spontane olduğu için rasyonel aklımız, yani bilincimiz o basamakları takip edemiyor. Dolayısıyla muhtemelen o bizden önce karar veriyor ve çok dar olan bilinçli zihnimiz de ona eşitlenip intikal ediyor.

l Peki karar veren kim?(Gülüşmeler)...

İşte karar veren; “Bir ben var bende benden içerû.” İrade konusunda esas problem: Nedensiz, herhangi bir girdi olmadan oluşan çıktılar. Şimdi bu zaten bana sorarsanız Sünnetullah’a aykırı. İslam teolojisi mantığı ile bakarsak tabiatta her şey sebeplere bağlanmıştır. Bu her şeyden insan da ari değildir. Karar mekanizması da aslında bir etki-tepki sistemine dayanıyor. Biz ne kadar nedensiz kabul edersek edelim onların hepsinin ardında ölçülebilir tespit edilebilir bir saik vardır.

l Schopenhour, dünyanın anlaşılmaz, akılsız prensipler üzerine kurulu nedenselliklerinin olduğunu savunur. Siz böyle bir şeyden bahsetmiyorsunuz kuşkusuz ama yine de bu bahsettiğiniz şey bizi katı bir determinizme götürebilir. Evrenin yasaları için bile bu henüz tartışılan bir şeyken siz insan için de bir tür belirlenimcilikten söz ediyorsunuz. Bunun kapsamı nedir? Dışında kalan bir şey/yer yok mu?

Burada, bu fikri akla sokan bir şey var. Şimdi bunların tamamını biz topladığımızda, etki-tepki sisteminin maddi alemin en temel yasalarından biri olduğunu görüyoruz. ‘Bu yasaların geçerli olmadığı bir yer var: Kuantum fiziği. Kuantum fiziği de maddenin dokusunu oluşturduğu için orada tam iradeye uygun bir yer var. O da dalga fonksiyonun çökmesi. Bilinç, dalga fonksiyonun çökmesine neden oluyor. Dalga fonksiyonunun çöktüren şeyse herhangi bir makro, fiziksel eylem değil, aslında niyet. Sadece niyet, kuantum tabanlı rastgele sayı üreten mekanizmayı değiştiriyor. Zihnin sonsuz olasılığa sahip dalga fonksiyonu belli bir durumu çökertebiliyor. Bir gerçekliğin var olmasına aracılık edebiliyor. Şimdi bizim beynimizde maddi bir yapı olduğuna göre ve zihnin işleyişi beyinden gerçekleşiyorsa beyindeki süreçlerin kuantum bir tarafının olması lazım.

l Ama bilincin beyinde ortaya çıkan bir şey olduğuna katılıyorsunuz  değil mi? Bunun delili olarak da genelde anestezi örneği verilir. Gerçi zihinsel süreçlerin yeri beyin olsa da bilinç için bir yer tespiti henüz yapılabilmiş de değil.

Şöyle! Beyni aldın mı geriye bir şey kalmıyor. Ama hala anestezinin de nasıl işlediğini bilmiyoruz. Beyni mi uyuşturuyor yoksa başka bir şeyi mi bilmiyoruz. Burada şu ikilem her zaman açık: Televizyonu kırdığınızda yayın kesilir. Ama bu yayının özünün kaybolduğu anlamına gelmiyor. Alıcı bozuluyor. Böyle bir şey de olabilir. Beyin bir arayüz mü, yoksa üreten şeyin kendisi mi bilmiyoruz.

l Siz kitaplarınızda insanın algı imkanlarının sınırlı olduğundan bahsediyorsunuz. Buradan hareketle insanın, beyni kavramada ve evrenle kurduğu ilişkide tümüyle bir hakimiyet sağlayamayacağını söylüyorsunuz. Beyin ve bilinç ile ilgili araştırmalarda da aynı handikap karşımıza çıkıyor. Meseleyi indirgemeci bir mantıkla sadece nörolojik süreçlere hapsederek/hasrederek insan bilincini anlamaya çalışmak yöntemsel olarak kusurlu değil mi?

Bu metafiziksel bir kabuldür: Varlığın maddeden ibaret olduğu, maddenin de ölçülebilir bir takım kurallara göre hareket etmek zorunda olduğu... Ama bugün, bu kabul zorlanıyor çünkü fizik bize tam tersini söylüyor. Makul olanı bence: Beytü’l- Hikme akademisyenlerinin ve tarih boyunca gerçekten akıllı birçok insanın yaptığı gibi, var olan gözlemsel veri ile duygusal/hissi/sezgisel olan kısmı birleştirip kadim olanı anlamaya çalışmak. Sadece bilimle bilimi anlamaya çalışmak bir kısırdöngüdür. Burada ilahiyatçıların müthiş bir katkısı olabilir ama maalesef ilahiyatçılar hala ‘evrim var mı, yok mu?’ diye kısır bir tartışmayı sürdürüyor. Bu döngüyü aşamadıkları için de insanlık bilgisine katkıda bulunamıyorlar.

l İlahiyatçıların evrime itirazının düğümlendiği nokta şurası: Evrim teorisinde her şeyi bir sebep sonuç ilişkisine, bir nedensellik zincirine hapsetmek, Kadir-i Mutlak bir ilah anlayışını ortadan kaldırıyor. Sebeplere ihtiyaç duymaksızın “Ol deyince olduran” bir Allah, halel getirilmemesi gereken bir husustur teolojide. “Newton bile evrende bir mekanizmden bahsederken Tanrıyı omnipotent (her şeye gücü yeten/kadir-i mutlak) olarak nitelemekten geri kalmıyordu. Belki bu vurgusuyla günah çıkartıyordu” diye düşünürüm hep.

Esasında özgür irade tartışmasının içerisinde de bu var. Neden-sonuç zinciri içerisinde giden herhangi bir şey, Tanrı’dan bağımsız ise bu İslam’ın Tanrı’sı değildir. Zeustur. İslam’ın Tanrı’sı her an yaratıştadır. ‘Kevn’in “existence”dan bir farkı vardır. İngilizce de “existence” dışarda duran, öylece varolan şeydir. Ama ‘kevn’ devamlı yaratılışta olandır. Her nedenin, her sonucun, her etkileşimin, her dalga fonksiyonun çöküşünün bir yaratanı vardır zaten. Biz sanki nedeni, sonucu bilinirse bu Tanrı’dan değilmiş gibi zannediyoruz. Bildiğimiz bayağı paganist bir inanç bu, aslında. Burada olan her şey, yani benim ağzımdan çıkan laflar da dahil yaratılmakta ise neden sonuç ilişkisi de murat edilmiş olabilir ki “benim sünnetimde bir değişiklik bulamazsın” ayeti zaten bunu anlatır. Bunların hepsine bakınca, ilahiyatın bence öncelikle fehmetmesi gereken şey; çok daha basit bir bilgi alanı olan bilimsel bilgi ve materyal bilgidir. Materyal bilgiyi tam bir açık fikirlilikle ve yüreklilikle kabul ettiğinizde Sünnetullah ve bunun tezahürleri bize açılacaktır ve açılıyor da. Ben mesela bunu evrim alanında yapıyorum. Biz teorileriyle evrimi birbirine karıştırıyoruz. Evrim, bakmadığımız için göremediğimiz bir şey. Baktığımız zaman orada aslında bütün canlılar akraba. Şimdi bu İslam ilahiyatının da Vatikanvari bir etkiden etkilendiğini gösteriyor. Yani bilirsiniz “Got of the Gaps” diye bir şey var. “Boşlukların Tanrısı”... Bir şey açıklanamıyorsa Allah’tandır yoksa değildir. Bu şirktir aslında. Çünkü her şey O’nundur. Öyleyse neden-sonuç zincirinde özgür irade varsa da O’nundur, yoksa da O’nundur. Yani ne yaptıysa görevimiz, onu anlamak olmalı aksi takdirde Tanrı’ya yaratmasında yöntem dayatmış oluruz. Nasıl ki materyalistler her şeyi maddeye sıkıştırıyor, aslında dindarlar da çoğu zaman Tanrı’yı zanna sıkıştırıyorlar. Burada böyle bir tehlike var. Halbuki Kuran’ın akıl yürütme metodolojisine bakarsanız nesnel dünyadan hareketle olmayana varmak ve imanı kuvvetlendirmekten bahseder. Fiziksel dünyaya bak, yani onları fehmet. Ondan sonra esasa yani sebebe yönelik olan imanı, bunlarla besle. Ama çok üzgünüm ki ben böyle bir yaklaşım görmüyorum.

l Bilinç konusuna dönersek... Eğer bilincin, onu eylemlerinden sorumlu tutacak kadar bir iradenin, insanın davranışları üzerinde bir etkisi olmadığını söylersek ortaya çıkacak teolojik krizi geçtim lakin hukuku ve ahlakı nereye koyacağız? Toplumsal düzeni nasıl sağlayacağız?

Bunu çözebilmek için bilimin sınırını çok iyi bilmeliyiz. Carl Sagan’ın bir sözü vardır: “Bir şeyin varlığına dair kanıtın yokluğu, onun yokluğunun kanıtı değildir.” Özgür iradeye dair kanıt bulamıyor olmamız bunun yokluğunun kanıtı değildir. Tam aksine bizim dilimizde ve kültürümüzde buna dair önemli bir işaret vardır: Cüziyyet sözcüğü. Cüzi bir şeyi aramak için yeni bir metodoloji aramak zorunda kalabiliriz.

Bir şey var: Biz diğer canlılardan farklıyız. Kafamızı kaldırıp yıldızlara bakıyoruz. Boyumuzdan büyük işlere girişiyoruz. Her türlü işe adapte olabilecek şekilde bir beyin kapasitesine sahibiz. Bu zihnin diğer canlılar gibi basit bir etki-tepki prensibi ile çalışmadığı çok belli. Bilimin bulduğu şey, sadece metodolojik olarak elimizdeki teknolojinin izin verdiği şeydir. Dürbününüz ölçüsünde uzağı görürsünüz. Bilim bir araç. Bilimi bir hakikat toplama cihazı olarak görmek de yanlış. Bilimin sınırlarını bilip onun bize gösterdiğini fehmedebiliyorsak onun bir adım ötesi, bilimi geliştirmektir. Bakma yöntemini geliştirmektir. Ben çok isterdim ki 1200’lerden itibaren İslam bilimi bayır aşağı gitmeseydi... Bugün ilahiyatçılar fizikçilere, kimyacılara şuraya buraya bakın diye hipotez üretir olacaklardı. Çünkü bilimin ürettiğini fehmedeceklerdi, gelenekle besleyeceklerdi ve vahiyle mukayese edeceklerdi. Diyeceklerdi ki bir de şuraya bakın. Belki de çok önemli bir teori üretme merkezine dönüşecekti ilahiyatlar. Çünkü zamanında İbn Miskeveyh’i, İbn Sina’sı böyle yapıyorlardı. Sezgisel bir ‘acaba’ ile yola çıkıp tabiatı sorguluyorlardı. Bakınız bütün bilimi yapma nedenimiz, bu modern Batı bilimi de dahil evrende bir düzen olduğu metafiziksel algısına dayanır. Evrende bir düzen yoksa niye bilim yapasın ki! Kural varsa bulursun yoksa burası kaotik bir çorba olurdu. Ve hala maddeden bilinç çıkarmanın hiçbir yolu yok. O yüzden hala uzaydan gelen hayat teorisine sığınanlar var. Maddeden bilinç çıkmayacağına göre, bilimcinin de artistliğinin ağzına vurmak lazım. Dolayısıyla bilimin sınırını böyle koyduktan sonra bilime ışık tutacak bir meşale olarak felsefe ve vahyi konumlandırabilirsiniz. Ama siz bilimi yok sayarak ya da onu belli bir ideolojinin ürünüymüş gibi etiketleyerek sadece geleneğe bakarsanız, dünyadan koparsınız. Problemimiz bu. İlerlemenin motoru olamıyorsunuz, lokomotifi olamıyorsunuz. Benim bütün derdim bu! Ve bence XXI. yüzyılda biz hala son versiyon kitabın inananları olarak böyle bir noktada isek halimiz gerçekten harap.

Sanırım yapmamız gereken şey; geçmişte İslam düşünürlerinin pek çoğunun kullandığı yöntemi yeniden aktüalize etmek. Amerikayı yeniden keşfe gerek yok. Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.

[email protected]