Pandemi yas sürecimizi olumsuz etkiliyor

Doç. Dr. Murat Beyazyüz / Tekirdağ Namık Kemal Üniv., Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
10.04.2020

Ölümcül hastalık, ölüm, matem uygulamaları ve yas sürecine dair gelenekler topluluk yaşantısında daima önemli bir yer tutar. Çünkü bu gelenekler zihinlerimiz için de birer işlev görür ve bu işlevler yerine gelmediğinde yas süreci daha da zorlaşır. Salgın döneminde yaşanan bu gelenek ezilmesi psikolojimizi tarumar ediyor. Salgının bu meydan okumasına karşı da hiç bağışık değiliz.


Pandemi yas sürecimizi olumsuz etkiliyor

Yoğun bir sisin içindeymiş gibi neyin geride kaldığını, önümüzde neyin olduğunu bilemeden yaşadığımız salgın günleri duygularımızı, düşüncelerimizi, algılarımızı, yani neredeyse bütün zihinsel melekelerimizi eğip büküyor. Bu eğilip bükülmelerle adeta bir dayanıklılık testinden de geçiyoruz. Salgının pek çok yönü, bilen bilmeyen pek çok kişi tarafından ekranlarda, sosyal medya mecralarında, gazetelerde tartışıldı ve hala tartışılıyor. Bu tartışmaların ne kadarı sadra şifa oluyor bilmiyoruz. Belki de bilemeyeceğiz. Salgın alışageldiğimiz hayat tarzımıza meydan okuyor. Virüsün yayılımını önlemek, salgını en az zararla atlatmak gibi amaçlara yönelik öneriler art arda sıralanıyor. Fakat virüsün bizlere meydan okuduğu bir cephe daha var: Geleneklerimiz…

Gelenek deyip geçmeyin! Geleneklerimiz zihinsel işleyişimizde fark etmediğimiz önemli işlevler yerine getirirler. Bunların hepsine toptancı bir bakışla işlevsiz, boş, anlamsız “ritüeller” gözüyle bakanları da tekrar düşünmeye davet edelim. Gelenekler insanlık tarihi kadar eskidir diyebiliriz. Bazı gelenekler dini uygulamalar etrafında gelişirken, bazı gelenekler sonradan dini hüviyet kazanmıştır. Bazı gelenekler zaman içinde değişmiş, dönüşmüş, bazıları zamanın getirdiği yenilikler, bilgiler ve yaşam tarzı değişiklikleriyle ortadan kalkmış veya yerlerini daha yeni geleneklere bırakmıştır. Tebrik kartlarından kısa mesajlara, sonra da anında mesajlaşma uygulamalarına aktarılan kutlama gelenekleri, düğünlerimizin muhteviyatındaki değişimler bu gelenek dönüşümlerine birer örnektir.

Zihnin tarihsel gelişimi

İnsanoğlunun gelenekleri arasında “ölüm” kavramı etrafında gelişmiş olan ritüellerin ayrı bir yeri vardır. Mesela eski zamanlardaki insan topluluklarını inceleyen paleoantropologlar bir topluluğun ölülerini gömme adetlerine ayrı bir önem atfederler.

Bunun insan zihninin tarihsel gelişimiyle de ilgili olduğu düşünülür. Ölümcül hastalık, ölüm, matem uygulamaları ve yas sürecine dair gelenekler topluluk yaşantısında daima önemli bir yer tutar, çünkü bu gelenekler zihinlerimiz için de birer işlev görür.

“Şu salgın günlerinde çok mu önemli bu gelenekler”, diye düşünenler olabilir. Hepimiz sağ kalma mücadelesi içindeyken… Belki ilk bakışta, sağ kalma mücadelesi içinde olan tek bir fert için bu gelenekler çok anlamsız görünebilir, fakat bu salgın sürecinde hepimiz mücadelenin aynı safında, aynı yük altında değiliz. Şu bir gerçek ki herkes hastalanmayacak, hastalananların da hepsi ölmeyecek. Salgının fiziksel varlığa meydan okumasını belki çok büyük kayıplar vermeden atlatacağız, fakat ya geleneklere olan meydan okumayı? Herkes hastalanmayacak ve hastalanan herkes ölmeyecek, ama salgının ağır hastalık, ölüm, matem, yas geleneklerimize meydan okuyuşundan çoğumuz etkilenecek.

Destek ve umutlandırma

Bu yazıyı kaleme almak için masa başına oturduğumda, iki haftadır koronavirüs enfeksiyonu ile boğuşan akrabamın ölüm haberini aldım. Değerli ağabeyim Kemal Soytürk’ün Hakk’a yürüdüğünü öğrendikten sonra peş peşe zihnime üşüşen düşünceleri bir faydaya mayalayabilir miyim diye düşündüm. Tahminler ve hipotezler ile şekillenecek bu yazıyı, şimdi bir deneyim ile şekillendiriyorum. Burada bir grup insanın göğüslemeye çalıştığı meydan okumayı paylaşacağım ve belki de bu sayede her şey daha da kolay anlaşılacak.

Ağır bir hastalığa yakalananı ziyaret etme geleneğimiz vardır. Bu ziyaretimizle hastamıza belki moral veririz belki de onu yorarız, ama hem ziyaret eden hem de edilen için psikolojik bir işlevi vardır bu ziyaretlerin. Yanında olmak, desteğin hissedilmesi, hissettirilmesi, güçlü hissetmek, umutlanmak gibi işlevler görür bu ziyaretler. Bu salgın sürecinde ağabeyimizi kimse ziyaret edemedi. Karantinada, tek başına bir odada geçti günleri. Bizler uzaktan uzağa haber alma çabası içindeydik. Yanına gidemediğimiz için hep bir şeyi eksik bırakıyormuş hissiyle kıvrandık. Son mesajımda “görüşeceğiz” dedim. Olmadı.

Böyle ağır bir hastanın yakınlarını ziyaret etmek, onlara teselli ve umut vermek vardır geleneğimizde. Bir omuz vermek, bir omuza baş koymak psikolojimizde birer işlev görür. Ağabeyimin eşi ve çocuklarının yanına gidemedik. Çünkü onlar da karantinada, evlerinde kapalı duruyorlardı. Salgın bu geleneğimizi de yıktı geçti. Birçoğumuz aynı benzetmeyi yaptık telefonda konuşurken: Sanki felçliyiz! Evet felçli gibi oturduğumuz yerde kaldık. Kıpırdayamadık. Kendi kendimize yakardıysak da bir araya gelip hastamız için dua edemedik.

Birkaç gün önce eşi ve kızı da aynı hastalık nedeniyle hastaneye yattı. Onların da yanında olamadık. 20 yaşındaki diğer kızı evde yalnız kaldı. Ne onun yanına gidebildik ne “yanımıza gel” diyebildik. Halbuki böyle miydi bizim geleneğimiz? Utanca benzeyen ama utanç da olmayan duygular hissettik. Demek ki “gel yanımıza” diyebilseydik bir boşluk dolacaktı zihnimizde. Keza hastamızın anne babasını da ne ziyaret edebildik ne sarılabildik onlara… Çünkü yaşlıydılar. Onlara hastalık taşırız diye çekindik. Sanki bir ödevi yapmamış olmanın mahcubiyetine benzer bir şeyler hissettik.

Geride kalanlar kenetlenir

Sevdiğimiz kişi öldüğünde onun cenaze merasimine katılmak bir ritüeldir belki, ama bir işlevi vardır. Bu işlev önemli olmasa insanlar yüzlerce bazen binlerce kilometre uzaklardan çıkar gelir mi cenaze için? Hatta cenaze saati bile mümkün olduğunca bu uzaktan gelecekler de hesaba katılarak belirlenir. O cenazeye katılmanın ölene değil bize faydası vardır. Geride kalanlar birbirine kenetlenir. Acıyı böyle azaltmaya çalışırız. Cenaze namazı da öyle değil midir? Dini gereklilik olarak birkaç kişi bile kılsa yeterlidir, ama avlular dolup taşınca içimizi bir sürur kaplar. Ölenin ruhu çoktan ukbâya göçmüştür bile… Namazdan sonra helallik istendiğinde nasıl da yürekten bağırırız “helal olsun!” diye. Ölen duyacağı için mi? Belki de sadece bizi rahatlatır o nidamız. Sessiz de söylesek olur, ama sesli sesli söyleriz: Helal olsun!

Ağabeyim için bunları yapamadık. Sadece görevliler ve üç beş kişiyle namazı kılındı, üç beş akraba defin işleminde hazır bulunabildi. Defin merasimi bile diyemedik. “Defin işlemi” gibi kuru, teknik bir ifade kullandık. (Buraya defin işleminden de bir resim koyuyorum.) Hepimizin içinde kocaman bir boşluk ortaya çıktı. Kendimizden utanır gibi olduk. Ama utanmak da değildi bu. Adını bilmediğimiz duygular yaşadık. Çünkü bizi kaybın ardından bir nebze olsun rahatlatan geleneklerimiz ezildi, yok oldu ve yerlerine bir şey koyamadık.

Buna da bağışıklığımız yok

Ölünün ardından Kur’an-ı Kerim tilavetini düşünelim. Pek çok yerden gelen eş, dost, akraba birlikte bu tilaveti dinleriz. Sonra dua için eller semaya açılır. Bir şahsa özel Kur’an okunmaz dinimizde, bu nedenle okunan Kuran’dan hasıl olan sevap önce peygamberimizin ruh-i şerifine hediye edilir ve sonra gelmiş geçmiş bütün peygamberleri, sahabeleri içeren bir sıranın sonunda orada toplanılmasına vesile olan kişinin ruhuna da hasıl olan sevabın bir misli hediye edilir. Onca isimden sonra o yakınımızın adı o duada geçince bile yüreklerde hem bir sızı hem de bir itminan, bir görevi yerine getirmenin rahatlaması olmaz mı? Hep birlikte o duaya “âmin” demenin hepimizin zihninde rahatlatıcı bir etkisi yok mudur? Ağabeyim için bunu da yapamadık. Kendi kendimize okuduk kendi kendimize “âmin” dedik, ama sanki eksik gibi geldi bizlere… Sanki olmadı böyle… Sanki zihnimizdeki ihtiyaç giderilmedi.

Salgın döneminde yaşanan bu gelenek ezilmesi de psikolojimizi tarumar ediyor. Dikkatlerden kaçan bu meydan okumaya karşı tedbir alma konusunda pek de aktif değiliz maalesef, zira sorunun farkında değiliz. Salgının bu meydan okumasına karşı hiç bağışık değiliz. Ama sorunun farkında olursak belki bazı adımlar atabiliriz. Bu geleneklerin dinen gerekli olup olmadığını tartışmak ilahiyat alanının işidir, ama konu sadece dini gereklilik değildir. Bunu göz ardı etmememiz gerekiyor. Kültürel antropoloji, sosyoloji, sosyal psikoloji otoriteleri de salgın zamanlarında geleneklere yönelik bu meydan okumanın toplumun zihinsel dinamiklerinde neleri etkilediği üzerinde kafa yormalıdır.

İnsanın kendi adı veya bir yakınının adı zihninde bambaşka bir yer tutar. Uyurken pek çok sesle uykudan uyanmayız ama kendi ismimizi duyduğumuzda uyanırız. Bir gazetede, bir televizyon programında güzel bir vesileyle bizim ismimiz veya yakınımızın ismi geçse gururlanırız. Bir şekilde bizi diğerlerinden ayıran bir şeydir ismimizin bir yerde geçmesi. Bugünlerde akşamları minarelerden salalar okunuyor ve dualar ediliyor. O dualarda hastamızın adı geçse veya kaybettiğimiz yakınımızın adı zikredilse bu da bize bir parça teselli verir belki. Bu küçük bir ayrıntıdır ama sandığımızdan büyük bir etkisi olabilir. Bunun dini bir gereklilikle ilgisi yoktur belki, ama psikolojik bir ihtiyacın dini cevaz dairesi içinde karşılanmasının sakıncası da yoktur. Tıpkı ölenlerin ille de kendi memleketlerinde toprağa verilmeleriyle ilgili dini bir zorunluluk olmaması, ama cenaze memleketinde defnedilsin diye naklin sağlanması gibi… Bunların zihnimizde bir işlevi vardır ve bu işlevler yerine gelmediğinde yas süreci daha da zorlaşacaktır.

Sorun dini bir vecibeyi veya alışılagelmiş bir geleneği yerine getirmiyor olmanın sıkıntısı değildir. Asıl sorun dini vecibenin veya alışılagelmiş geleneğin gördüğü psikolojik işlevin görülmüyor oluşu ve bunun yarattığı boşluktur. Salgın, asırlardır kullandığımız ve zihnimizde bir işlev gören dini veya ananevi uygulamalarımıza meydan okumaktadır ve bu meydan okuma karşısında hiçbir hazırlığımız ne yazık ki yoktur. Ölenin ardından mevlit okunup okunmayacağı yıllardır tartışılırken birileri bu mevlidi okuyarak veya okutarak tatmin oluyorlardı. Şimdi bu olmuyor. Bunun hüznü, matemimizi ağırlaştırıyor ve önümüzdeki aylarda nice ağır yas tablolarıyla karşılaşacağız.

Meydan okumaya maruz kalan ve alternatifi geliştirilmesi gereken unsurlar dini ritüel veya kadim gelenekler olunca bu alanlarda gençlerin yöntem belirleyici olması pek mümkün olmamaktadır. Yaşı kemale ermiş toplum önderlerinin, dini otoritelerin, kültürel antropoloji, sosyal psikoloji, sosyoloji alanlarındaki hocalarımızın bu boşluğu fark etmeleri için sorunu bizzat deneyimlemeleri mi gerekmektedir? O halde ben deneyimledim ve bunları yazdım. Gerisi gelir inşallah…

[email protected]