Pandeminin pusu dağıldı mı?

Prof. Dr. Bünyamin Bezci / Sakarya Üniversitesi
27.06.2020

Kissenger bizi yeni normale alıştırmaya çalışsa da Fukuyama teskin etmeye çalışmaktadır. Fukuyama'nın otoriterleşme değil devlet kapasiteleri güçlendi tezi küreselcilere bir şey olmadı avuntusudur. Bir açıdan da yanlış değildir. Zira yeni normalde yıkılan bir kapitalizm söz konusu değildir.


Pandeminin pusu dağıldı mı?

Postpandemik dönem tartışmaları pandemi başladığından beri devam etmektedir. Salgın başladığında kitapları ve filmleri de beraberinde gelmiş ya da fark edilmişti. Salgın sonrasını anlamlandırmaya çalışanların ilk tepkisi yeni olanın heyecanını taşıyordu. Zizek, sağın ya da solun gerçekleştirmesinin önemli olmadığı komünist mücadele yöntemlerinin neoliberal sistemi dönüştüreceğini ifade etmekteydi. Küresel bir sağlık sistemine ihtiyaç üzerinden gerekçelendirdiği komünizm, barbarlığın karşısındaki tek alternatifti. Harvey ise burjuva toplumunun yarattığı teknolojiyi özgür bir toplum inşasında kullanmayı tavsiye etmekteydi. Zira Marx için de özgürlük nihayetinde teknolojinin yarattığı bir boş zaman kadar somut bir şeydi. Habermas ise öyle uzun boylu küresel hayaller kurmadan Avrupalıların safları sıklaştırmasından ve ortak bir gelecek için mücadele etmelerinden bahsetmekteydi.

Fakat yine de salgının yarattığı belirsizliğin cahili olduğumuzu ve olgunun üzerine bilgimizin olmadığı yeni bir şey olduğunu iddia etmekten de kendini alamamıştı. Her üç düşüncenin de ortak noktası toplumsalın zaferini beklemeleriydi.

Pandemi karşısında devletin aldığı konumdan dolayı dehşete kapılan Agamben ise tam tersine biyolojik varoluşunu korumaya çalışan insandan dolayı toplumdan ümidini kesmişti. Devlet ise durumdan vazife çıkarıp olağanüstü hali olağanlaştırarak güvenlik gerekçesiyle özgürlük alanlarını budamakla meşguldü. Byung-Chul Han ise liberalizme anlam yüklemeyen Çin gibi Asyalıların Batı için hayal edilemez olan dijital biyopolitik gözetlemeye dayanarak başarılı olduklarının altını çizerken Agamben’in korkularını haklı çıkarır gibiydi. Han’a göre insanlık sadece liberal olmayan güvenlik sistemlerine karşı değil kendini tatmin etmek için kendini sömüren neoliberal performans toplumuna karşı da özgürlüğünü yeniden kazanmalıdır.

Büyülü çember

Toplumdan ziyade devlet odaklı bir değişime karşı direnişin farklı versiyonlarından bahseden bu yazarlar komünizmin büyülü çemberine kendilerini de kaptırmış değillerdi. Buna rağmen gelenin yeni bir şey olduğu konusunda diğerleriyle hemfikirlerdi.

Oysa yeni olanın kuruluşu 2008 krizinde neoliberal dengenin değişimine kadar dayanmaktaydı. Salgın sonrasının postpandemik yeni dünya yaratmasa da yaşanan trendleri hızlandırdığı ortadadır. Neoliberal politik denge 70’li yıllarda refah devletinin tükenişi üzerine özelleştirme üzerinden piyasa, sivil toplumculuk üzerinden de toplum merkezli olarak kurulmuştu. Daha az devlet daha çok toplum sloganı yeni neoliberal siyasetin mottosuydu. 2008’deki toplumun borçlanması üzerine oturan finansal kriz artık piyasa koşullarında aşılması imkansız hale gelmişti. Bu nedenle devletler toplumun finansal krizini soğutmak için devreye girmişlerdi. Piyasayı ve toplumu tekrar regüle etmek ve düzenlemek için devletler güç temerküzüne yönelmişti. Bu nedenle pandemi sırasında birden farkedilen güvenlik adına özgürlük alanlarını kısıtlayan devlet zaten hazır ve nazırdı.

Güçlü devleti güçlü kılan iki temel husus vardır. Bunlardan ilki karar verebilme yetkinliğidir. Politik karar, öncelikle bir ayırt ederek ayrımları kaldırabilme iradesidir. Yani düşmanı tanımlayarak dostları bir araya toplayabilme yeteneğidir. Karar, ayrıca olağanüstü olanı tanımlayabilme yeteneğidir. Egemen de zaten olağanüstü hale karar verebilendir. Salgın sırasında güçlü kalan devletlerden bahsediyorsak bu tür bir karar verebilme yetkinliğinden bahsediyoruz demektir. Kararı toplumsal açıdan meşru kılan ise ahalinin kendinden saydığı ama itaat etmeye de layık gördüğü makamlar tarafından alınmasıdır. Ancak o halde kriz anlarında alınan kararlar tartışmasız kabullenilir. Bu otoriter olmayan otorite aydınlanmacı iseniz bilim, demokratik iseniz parlamento, geleneksel bir toplum iseniz lider/devlet başkanı olabilir. Bu kararın meşruiyetinin otoriterlik olarak görülmesi sıkça düşülen bir yanılgıdır. Oysa otoriterlik başkalarının düşüncelerinin hilafına da olsa kendi sözünüzü geçerli kılabilme dayatmasıdır. İçinde rızayı barındıran durumlar ise otorite sahibidir ama otoriter değildir.

Güçlü devletin ikinci temel özelliği ise aldığı kararları uygulayabilme kapasitesidir. Bir anlamda merkezde toparladığı karar alabilme yeteneğini topluma yaygınlaştırabilme gücüdür. Devletlere bu gücü bahşeden ise teknolojik altyapıdır. Buna devlet kapasitesi de desek yanılmış olmayız. 21. Yüzyılın en önemli niteliği de zaten devletlerin bu kapasitesinin artmasıdır.

Biyopolitik teknoloji

Harvey’i komünist bir toplum için umutlandıran da Agamben’i özgürlüklerinden etmesinden korkutan da devletin aynı teknolojik kapasitesidir. Diğer taraftan Han’ın pandemiye karşı panzehir olarak övdüğü de aynı dijital biyopolitik teknolojidir. Harari’nin insanlığı uyarıyormuş gibi yaptığı teknolojik kehanetlerinin bireylerden ziyade devletleri güçlü kılacağını düşünmek hiç de zor değildir. Zira devlet-sermaye işbirliği bireyi aşan bir kapitalist ilişki biçimidir. Devletin kapasite artırmasında değişen de kapitalizmin kendisi değil sadece devlet-toplum-piyasa üçgenindeki ilişki biçimidir. Yani artık piyasanın ve toplumun teknolojiyi manivela olarak kullanarak devleti güçlendirdiği bir ilişki biçimi kurulmuştur. Bu nedenle olan yeni bir olgudan ziyade kolaylaşan bir güç temerküzüdür.

Fukuyama gibi iyimserliğini koruyan küreselciler devletlerin otoriterleşmediklerini ama kapasitelerinin arttığını iddia etmektedir. Bu iddia karar alma süreçlerinde bilimsel, evrensel ve akli olanın parlamentodaki müzakereyi belirleyerek ortak akla ulaşma şeklinde olduğuna atıf yapmaktadır. Yani ona göre pandemi karar alma süreçlerini değil kararları uygulama kapasitelerini artırmıştır. Küresel sistemin kazanan oyuncusu Merkel Almanya’sının karar alma süreçleri açısından haksız da değildir. Fakat küresel sistemin işleyiş biçiminden ve kendine layık görülen muameleden rahatsız olan Türkiye gibi ülkelerde devletin kapasite artırımı kadar öne çıkan aynı zamanda karar alabilme yeteneğidir.

Karar alma yeteneği

Küresel düzeni zorlayan kararları alabilmeyi ve uygulamayı göze alan Türkiye bu nedenle Batı kamuoyunda otoriterleşiyor gibi görünmektedir. Türkiye kamuoyunda büyük bir çoğunlukla desteklenen Doğu Akdeniz atraksiyonlarının bizatihi Türkiye’nin müttefiklerini rahatsız etmesi bu bağlamda anlaşılmaz değildir. Zira pandemi krizinin gösterdiği performansa bakıldığında Türkiye hem karar alabilmekte hem de yalnız kalsa da kararını uygulayabilmektedir. Fakat bu yalnızlığın politik faturası da giderek ağırlaşmaktadır. Halihazırdaki iktidarın vazgeçmeyeceği belli olan bu politik trend başarılı olduğunda uluslararası sistemin saygın ve eşit üyesi olma ihtimali varken başarısız olduğunda arka sıralardaki yerimize razı olmaktan başka şansımız da kalmayacaktır. Ayasofya hakkında alınma aşamasına gelen politik kararın uluslararası etkileri bu anlamda tam bir test olacaktır.

Pandemi sürecinde Türkiye’nin uluslararası camia tarafından görmezden gelinse de asıl başarısı karar alma gücünden ziyade uygulama kapasitesi olmuştur. Sağlık sistemindeki gelişmeler ve biyomedikal teknolojilerin üretim kapasitesinin artması devletin kapasitesinin göstergeleri olmuştur. Dahası kıt ekonomik kaynaklarla pandeminin zirve günlerini atlatmayı başaran Türkiye için artık toparlanma zamanıdır. Türkiye’deki pragmatik ve güçlü yapı pandeminin etkilerini atmakta en önemli güvenceyi oluşturmaktadır.

Batıda ise pandemi sürecinde ağır yara alan küresel tedarik süreçleri yeniden toparlanmaya çalışmaktadır. Fukuyama’nın açıklamalarını da bu anlamda okumak gerekmektedir. Her ne kadar Kissenger bizi yeni normale alıştırmaya çalışsa da Fukuyama teskin etmeye çalışmaktadır. Fukuyama’nın otoriterleşme değil devlet kapasiteleri güçlendi tezi küreselcilere bir şey olmadı avuntusudur. Bir açıdan da yanlış değildir. Zira yeni normalde yıkılan bir kapitalizm söz konusu değildir. Hele komünizmin gelmesi Zizekçi dayanışmanın artması anlamında ya da Harveyci teknolojinin yarattığı özgür toplumun yeniden örgütlenmesi bağlamında mümkün gözükmemektedir. Olagelen değişen kapitalizmin iç dengelerinin yerli yerine oturuşudur. Bir anlamda devletçi kapitalizmin neoliberalizmin yerini alışıdır.

İlişkisel bir değişim

Pandemin pusu dağıldıkça bazı konularda daha net görüşler oluşmaktadır. Açık görüşlerden ilki heyecanla karşılanan komünizmin geri gelmesi henüz mümkün gözükmemektedir. Yeni normal eskisinden farklı olsa da yapısal bir değişimden ziyade ilişkisel bir değişimi içermektedir. Para ağırlığını devlete kaptırmaktadır. Devlet de politik kararları ve teknolojik kapasitesiyle güçlenmektedir. Politik karar demek, kararı belirleyenin ekonomik olan olmaması demektir. Devletler sermaye kaybetmeyi göze alarak politik kararlar alabilmektedir. Teknoloji kapasitenin en önemli bileşeni olmayı sürdürmektedir ama teknolojinin sahibi şirketler değil artık devlettir. Zira gerektiğinde egemen olanın şirketlerin kutsal mülkiyet haklarını nasıl biçimlendirdikleri görülmektedir. Dahası şirketlerin ellerindeki büyük verileri devletlerin nasıl kullandıkları görüldüğünde paranın değil gücün dünyasında yaşandığı ortaya çıkmaktadır. Yine de şirketlerin pandemi bahanesiyle ele geçirmeye çalıştıkları biyopolitik verilere karşı gücü elinde tutan devletin tedbir alması elzemdir. Son olarak denilebilir ki salgın bizi birleştirirse devletlerin gücü tahkim edilecek, pandemi bireyselliğimizi derinleştirirse küresel sermaye yeniden güçlenecektir.

[email protected]