Papalık ve Ermeni Soykırımı iddiaları

Doç. Dr. Ali Murat Yel / Marmara Ünv. - Turkey Agenda GYY
18.04.2015

Bir yandan devlet başkanı da olan Papa’nın hem dini hem de seküler rolleri vardır. Dini söylemlerinin dindarlar üzerinde bir etkisi olabilirken seküler söylemlerinin siyasi açıdan özellikle uluslararası kamuoyunda her zaman itibar görmesi beklenmemelidir.


Papalık ve Ermeni Soykırımı iddiaları
Katolik öğretisine göre Hz. İsa, Havarilerinden Petrus’a “cennetin anahtarlarını teslim ederek Kilisesini onun gibi bir “kaya” (rock) üzerine inşa edeceğini belirmesinden sonra Roma’ya giden Petrus Hz. Isa’nın halefi olarak tanınmıştır. Petrus’tan sonra gelen Roma piskoposları da Hz. Isa’nın vekili Petrus’un vekilleri olarak Kilise’nin en üst makamını temsil etmişlerdir. Bugün de kullanılmakta olan “papa” terimi de Yunanca ?????? (pappas) ve Türkçeye de “papaz” olarak geçmiş (çocuk dilinde) “baba” anlamındadır ve 11. yüzyıla kadar bütün rahipler için kullanılmıştır. 1073 yılında Papa VII Gregory bu rütbenin kullanımını sadece Roma piskoposları ile sınırlandırmasından sonra sadece İskenderiye piskoposu bu rütbeyi kullanmaktadır. Roma Katolik Kilisesi’nin ve dünyadaki tüm Katoliklerin ruhani lideri olan papa aynı zamanda Vatikan şehir devletinin başı olarak da uluslararası hukuka göre “devlet başkanı” statüsüne sahiptir.
 
Dini ve seküler söylem
 
Vatikan devletinin kurulması ve uluslararası platformda tanınmasından itibaren papaların dini ve siyasi rolü birbirine karıştırılmaktadır. Dünyadaki en eski kurumlardan birisi olan papalık uluslararası siyaset alanında tarih boyunca etkili olmuştur. Özellikle de 1869-1870 yıllarında toplanan I. Vatikan Konseyi’nde alınan bir kararla papaların yanılmazlığı (papalinfallibility) doktrininin bir inanç dogması yani bütün Katoliklerin inanması gereken bir iman esası olmasından sonra papaların hangi (dini veya seküler) beyanlarında yanılmaz olacakları hususunda karışıklık yaşanmaktadır. Konsey’in tarifine göre sadece dini konulardaki görüşlerinde yanılmaz oldukları açıkça belirtilmesine rağmen bazen başka hususlardaki beyanlarının da bu ilkeyle yorumlanması söz konusu olabilmektedir. Bir tarafta Roma şehrinin piskoposu olması öte yandan bir devlet başkanı olarak hem dini hem de seküler roller itibariyle dini söylemlerinin dindarlar üzerinde bir etkisi olabilirken seküler söylemlerinin siyasi açıdan özellikle uluslararası kamuoyunda her zaman itibar görmesi beklenmemelidir.
 
Bu itibarla seçilmiş papaların dünya gündemine dair kendi kişisel görüşleri olabilir ve bunları kamuoyu ile paylaşabilirler. Geçen hafta Vatikan’daki Aziz Petrus Bazilikası’nda gerçekleşen Ermeni Katolik ayininde Ermenistan cumhurbaşkanı ve Ermeni Kilisesi üst düzey mensuplarının huzurunda Papa Françesko’nun kendi şahsi fikri mi ya da Katolik Kilisesi’nin resmi görüşü mü olduğu belli olmayan bir beyanı Türkiye’nin tepkisini çekmiştir. Papa bir devlet başkanı olarak siyasi bir görüş belirtebilirken bu düşüncelerini herhangi bir uluslararası toplantıda yapabilir ama kilisenin içinde ve bir dini ayin esnasında yaptığı bu konuşma onun dini lider olarak görüşü şeklinde algılanabilir. Türkiye’nin tepkisi de bu noktada yoğunlaşmaktadır. Zira bir din adamının bir asır önce vuku bulmuş bir trajedi hakkında siyasi bir söylem yerine daha çok acıları paylaşma adına vicdanın sesi olması beklenirdi. Üstelik bu acılar sadece belli bir grup tarafından değil karşılıklı olarak yaşanmışsa Papa’nın ayırım yapmadan bir din adamı duyarlılığı ile her iki tarafın acılarını paylaşması daha yerinde olurdu. Zaten geçen sene Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olayların yıldönümünde bu tarz bir açıklama yaparak “medyeghern” büyük felakette hayatlarını kaybedenlerin çocukları ve torunlarına başsağlığı dileklerinde bulunmuş, bu trajedide çekilen acılara duyarlılık göstermiştir. Türkiye de dâhil olmak üzere tüm dünya kamuoyunda müspet bir etki yaratmış olan bu davranış Türkiye ile Ermenistan ya da genel olarak Türkler ile Ermeniler arasında yaşanan acıların paylaşılması ile bir uzlaşma ümidi de getirmiştir. Böyle bir adımı görmezden gelmek en azından yaşanan acılara ve bugüne kadar süregelen travmalara bir saygısızlıktır. Üstelik Türkiye Cumhuriyeti devletinin otoriter kuruluş ideolojisi ile yüzleşmeye çalışan bir siyasi partinin bu tavrı ile zaten içeriden gelebilecek her türlü eleştiriyi göze almış olması başlı başına takdir edilmesi gereken bir adımdır.
 
13 Mart 2013 tarihinde Françesko adını alarak Papa seçilmesinden önce Buenos Aires Başpiskoposu CardinalJorgeMarioBergoglio, S.J (Society of Jesus - Cizvit) olarak Arjantin’deki Ermeni cemaati (özellikle Ermeni Piskopos KisagMouradian) ile yakın ilişkiler geliştirmiş ve onların etkinliklerine katılmış olan Papa zaten geçen hafta söylediği “20. yüzyılın ilk soykırımına Ermeniler uğramıştır” düşüncesini defalarca dile getirmiştir. Fakat bu sefer bu düşüncesine oldukça sert bir ifade (kötülüğü saklamak veya inkâr etmek kanayan bir yaraya bandaj yapmak yerine onun kanamasını devam ettirmek gibidir) katarak aslında tarihte yaşanmış acıların yeniden kanamasına sebep olmuştur. Bu sert üslubu belki de onun Buenos Aires’teki Ermeni dostları ile yüz yüze görüşmelerde kullanabileceği bir tarz olarak kabul edilebileceği halde bir devlet başkanı ve ruhani lider olarak asla kabul edilemez!
 
Konjonktürel olabilir
 
Papa’yı bu şekilde bir üslup kullanmaya yönelten gelişmelerden birisi de belki de günümüzde dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan katliamlar olabilir. Özellikle Orta Doğu’da yaşanan çatışmalarda tehlike altında bulunan Hıristiyan nüfusun gelecekleri hakkında endişe taşıyan bir dini liderin bu hassasiyeti de anlaşılabilir. Zaten bu hassasiyet sebebiyle yüzyıl önce vuku bulan trajediler günümüzde çok daha farklı anlamlara gelebilmektedir. Yine de hakkında herhangi bir mahkeme kararı olmayan tarihi bir olayın soykırım olarak nitelendirilmesi kolaycılıktan öteye gidemez. Zaten böyle bir kararın devletlere, onların parlamentolarına hatta ve hatta Avrupa Parlamentosu’na ya da “arşivlerin açık olduğu” şeklinde ifade edilen bilimsel ve pozitivist tahakküm ve hiyerarşisi ile de ulaşılamaz. Yani, Türkiye Cumhuriyeti devletinin “evet, 1915’te Ermeni katliamı yaşanmıştır” şeklindeki bir “itirafı”nın bile geçerliliği olmayacaktır. Dolayısıyla, bu yıl yüzüncü anma yıldönümü olması sebebiyle Türkiye üzerine “soykırımı tanıması” için baskılar artacaktır ama meselenin çözümü, hiyerarşik yapıların kararları ile değil ancak insani unsurların -geçen seneki taziye mesajında olduğu gibi- bir araya gelerek ulus-devlet tahakkümlerinin dışında bir alanda mümkün olabilecektir. Asıl önemli olan husus bu ülkede yaşayan insanların tarihten gelen husumet duyguları yerine acıları birbirleriyle kıyaslamadan birbirlerini anlayabilmeleri ve adil bir hafıza geliştirerek insani bir yaklaşımla ortak bir geleceğin inşa edilmesidir. Acıların inkâr edilmesinin yüzyıldır her iki kesim için de bir fayda sağlamadığı açıkça ortada iken artık bu acılarla yüzleşme vakti çoktan gelmiştir.