Paradokstan paradigmaya İslamcılığın ikinci safhası

Mehmet Akif Çeç / Yazar
25.11.2017

Doğrusu, 200 yıl önce içine düştüğümüz derin paradoks, bizi kör kuyularda merdivensiz bırakmaya devam ediyor. Bir paradoksun içine düşmek, aslında çözümsüzlüğün çözüm olarak kanıksandığı bir çaresizliğin tam ortasına düşmek demektir.


Paradokstan paradigmaya İslamcılığın ikinci safhası

Bir paradokstan çıkabilmek içinse, önce, bir paradoksun içinde olunduğunun farkına varmak gerekir. Oysa iki asırdır içine düştüğümüz, bizi entelektüel esarete mahkum eden o derin paradokstan çıkmak bir yana; paradoksun içinde kalarak, iki asırdır çözüm diye ürettiğimiz tüm öneriler, yeni sorunlar olarak karşımıza çıkmaya ve bizi bir çözümsüzlük sarmalının içinde kıvrandırmaya devam ediyor. 

Batı tipi “ilerleme”yi bir model kabul edip, modernite karşısında, “Niçin geri kaldık?” sorusunun cevabını arayanlar, durdukları yere göre, birbirine zıt, iki farklı temel cevap ürettiler. Birinci grup, geri kalmamızın tek sorumlusunun din olduğuna karar verip, modernleşmek ve ilerlemek için dinden kurtulmamız gerektiğini ileri sürenlerdi. İkinci gruptakilerse; sorunun dinin özünden uzaklaşmak ve dini yanlış anlamaktan kaynaklandığını, çözümünse dinin aslına geri dönmek ve doğru anlamak olduğunu iddia edenlerdi. Her iki grup da sorunu din merkezli ele alıyordu ya da sorunun merkezine, doğru bir biçimde dini yerleştirmişlerdi. Ancak sorunu dinin kendisinde görenlerin de, dinden uzaklaşmakta görenlerin de kesiştikleri ortak bir nokta vardı: Modernleşmek.

Birinci gruptakiler yani pozitivistler, dini (İslam’ı) modernleşmenin önünde engel sayıp ondan kurtulmamız gerektiğini iddia ederlerken, esasında dini Batı’nın tarihsel tecrübesi üzerinden ve aydınlanmacı bir perspektiften okuyordu. Yani, aydınlanmacıların Hıristiyanlığa yönelttikleri eleştirileri ve Hıristiyanlığa karşı geliştirdikleri argümanları “din” kavramı üzerinden İslam’la ilişkilendiriyorlardı. İslam’ın moderniteyle uyuşmazlığını İslam’ın kendi argümanları üzerinden değil, modernitenin Hıristiyanlığa karşı geliştirdiği argümanlar üzerinden ortaya koyuyorlardı. Dolayısıyla din onlar için gelişmenin, ilerlemenin, modernleşmenin önündeki bir engel olarak Ortaçağ karanlığını, skolastizmi, engizisyonu, akıl-dışılığı, bilim karşıtlığını, dogmacılığı vs. temsil ediyordu. O halde, modernleşme önündeki en önemli engel olarak din, Batı’nın yaptığı gibi hayatın ve tarihin dışına atılmalı, böylece yeryüzü cenneti idealine doğru yol alınmalıydı. Onların dinle kurdukları bu pozitivist ilişki, bir “aydın yabancılaşması” geleneği olarak 200 yıldır devam edegel-di. Oysa göremedikleri ya da görmek istemedikleri şey; İslam’ın, Hıristiyanlık’tan teolojik, ontolojik ve epistemolojik olarak tamamen ayrı bir inanç ve düşünce sistemi olduğu, kendine özgü bir dünya görüşünün olduğu ve İslam’ın moderniteyle arasındaki kan uyuşmazlığının gerekçeleri ile Hıristiyanlığın gerekçelerinin aynı teolojik, ontolojik, epistemolojik argümanlara dayanmasının mümkün olmadığı gerçeğiydi. Modernitenin, aynı zamanda Hıristiyanlığa karşı bir tepki olarak ortaya çıkmış olmasının, devamında kuraldışı ve kulvardışı bir sıçrama gerçekleştirmiş olmasının ve bunun neticesi olarak seküler/maddi bir uygarlık ortaya çıkarmış olmasının, aslına bakılırsa İslam’ı da, Müslümanları da ilgilendiren ya da bağlayan herhangi bir yanı yoktu. İslam’ın, aydınlanmacıların irtibatlandırdığı türden sorunları olmadığı gibi, ayrıca her daim kendi dinamikleri ile her türlü ilmi, teknik, felsefi, siyasi atılımları ve açılımları yapacak kendine ait hem ontolojik, hem teolojik, hem de epistemolojik potansiyeli zaten vardı. Bu gruptakiler, yöntemleri itibarıyla yanlış olsalar da İslam ve modernite uyuşmazlığına işaret etmeleri bakımından kendilerince tutarlı sayılabilirlerdi. Ancak bizim işimiz onlarla değil esasen…

İkinci grupta olanlar; geri kalmışlığı bir veri kabul edip, bunun sebebini Kur’an’dan uzaklaşmak ve Kur’an’ı yanlış anlamak olarak görenler yani İslamcılar, çözümü de, doğal olarak sorunla bağlantılı şekilde, Kur’an’a dönmek ve dini yanlış anlama biçimi olarak gördükleri geleneği aradan çıkarmak, yani Kur’an’la doğrudan temasa geçerek tüm sorunları rasyonel yöntemlerle çözüme kavuşturmak olarak gördüler. 1400 yıllık büyük İslami gelenek, durdukları yer itibarıyla onlara adeta, topyekun dini yanlış anlamaların tarihi olarak görünüyordu ve 14 asırdır hiç kimsenin doğru anlayamadığı dini ilk kez onlar modern argümanlarla doğru olarak anlıyorlardı. Onlara göre Kur’an; özü itibarıyla akla, bilime, terakkiye mani olmadığına göre (hangi akla, hangi bilime, hangi terakkiye sorusunu sormadan), modernite ile pekala uzlaştırılabilir, böylece biz de Batı’nın ulaşmış olduğu muasır medeniyet seviyesini yakalayabilirdik. İşte, paradoksun asıl başladığı nokta tam da burasıydı: Batı’nın kendi zihinsel, düşünsel, teolojik ortamında, kendi tarihsel ve sosyolojik koşullarında ortaya çıkardığı Batı’ya özgü modernite tecrübesinden bir İslami “tecdid” projesi çıkarmak. Yani; Kur’an’ı modernitenin ürettiği veriler ışığında yeniden okumak, yeniden anlamak ve yorumlamak; İslam’ı moderniteye, zamanın ruhuna, çağa, değişen şartlara uygun ve uyumlu hale getirmek. Yaptık-ları şey, dini değil, moderniteyi merkeze alan bir yaklaşımı ifade etmekteydi.

İslam düşüncesi, yaklaşık 200 yıldır moderniteyle ilişkisini ağırlıklı olarak bu eklektik paradoksal zemin üzerinde konumlandırarak sürdüregeldi: “Müslüman kalarak modernleşmek” ya da “hem Müslüman hem modern olmak.” Bu tezi ileri sürenler, İslam ve modernitenin birbirini olumsuzlayan, birbiriyle uzlaşamaz iki ayrı dünya görüşüne sahip olduklarını göz ardı ederek kendilerini bir paradoksun içine hapsetmişlerdir. Oysa bu paradokstan çıkışın formülasyonu şu olmalıydı: “Modernleşirsek Müslüman kalamayız. Müslüman kalırsak da modernleşemeyiz.” Birinci gruptakiler bu paradoksun farkındaydılar. Onlar, modernleşirsek Müslüman kalamayacağımızı biliyorlardı ve zaten bilinçli bir tercih olarak modernleşmeyi seçip İslam’ı gözden çıkarmışlardı. İslam’ın dünya görüşünün modernitenin seküler, rasyonalist, pozitivist dünya görüşü ile uzlaşmasının mümkün olamayacağı; ilerleme olarak takdim edilen bu kuraldışı ve kulvardışı sıçramanın aslında bu zihnin bir ürünü olduğu; zihniyet değiştirmeden/dönüşmeden, Tanrıyla, doğayla, insanla ilişkilerimizi bu zihne göre yeniden tanzim etmeden bu “büyüleyici” hedefe ulaşmanın imkansız olduğu maalesef dikkate alınmadı. 200 yıldır derin paradoksun içinde kıvranan bu zihnin paradokstan çıkabilmesi için önce bu “modern büyü”nün bozulması gerekiyor. Öte yandan; İslam ve modernite ilişkisi açısından hesaba katılması gereken bir şey daha var ki, o da; modernitenin dini/metafiziği/geleneği yıkıcı, dönüştürücü, ifsad edici, tahripkar doğasının İslam’la uzlaşmasının imkansızlığı. 

Özgün İslami paradigma

İslamcılığın modernite ile ilişkisi aynı zamanda pek çok çelişkiyi de içinde barındırmaktadır. Mesela; bir yandan, emperyalist ve sömürgeci olduğu için kendini Batı karşıtlığı üzerine konumlandırırken; öte yandan, bir Batı paradigması olan ve aslında emperyalizm ve sömürgeciliğin arka planını oluşturan moderniteyi dinle uzlaştıracak argümanları üretmenin çabası içinde olmak. Bir yandan Batı medeniyetini “tek dişi kalmış canavar” olarak nitelendirirken bir yandan da bu canavarın ilmini, fennini alarak kurtuluşa ulaşılacağına inanmak. Bir yandan pozitivizmle mücadele ederken, bir yandan da Batı’nın pozitivist, rasyonalist zihinle ürettiği bilimlerini, kurumlarını transfer edebilmenin arayışını sürdürmek. İslam, Batıcılar için modernleşmenin önündeki ana engel olarak görülmüştür. İslamcılarsa, İslam’ı modernleşmeyi meşrulaştırma aracı olarak kullanmıştır. Batıcılar, İslam’ı modern argümanlarla eleştirmeye yönelirken; İslamcılar da İslam’ı modern argümanlarla anlamaya ve savunmaya çalışmıştır. Birinci gruptakilerin farklı saiklerle de olsa, daha işin başın-dayken fark ettikleri bir paradoksu ikinci gruptakilerin iki asır boyunca fark etmemeleri, fark etmek istememeleri, hatta fark etmekten kaçınmaları, İslam düşüncesini sahih, özgün İslami çözümler ve özgün bir medeniyet paradigması ortaya koymaktan alıkoyan ana etkenlerden biri olmuştur. Bu sebeple İslamcılık, tecdide önce kendi tezlerinden başlamalıdır. Çünkü, paradigma değiştirmeden, modern paradigmaya İslami motifler ekleyerek, yeni, özgün, sahih bir iddia ortaya koymuş olmazsınız. Modern paradigmanın içinde kalarak, ancak 200 yıldır olduğu gibi sentezci, eklektik, melez çözümler yani çözümsüzlükler üretirsiniz. Modern paradigmanın içinde kalarak ürettiğiniz her şey, tüm müktesebat size değil, o paradigmaya aittir. Dindar ve hatta takva sahibi bir Müslüman bilim adamının modern paradigma içinde kalarak ürettiği  bilgi İslami değil modern bilgidir, ürettiği bilimsel müktesebat İslam’a değil modern paradigmaya aittir, dolayısıyla İslami paradigmaya değil modern paradigmaya hizmet etmektedir. Sadece modern değil, başka herhangi bir paradigma içinde kalarak “İslami “olanı üretemezsiniz.

İslamilik ve sentezcilik

İslam düşüncesi, modernite karşısında 200 yıldır devam eden “öykünmeci, özürcü, ödüncü” aşamadan, artık yeni bir aşamaya, “özgün, özgüvenli” İslami düşünce safhasına geçmelidir. 100-150 yıl önceki İslamcı seleflerimizin ürettiği argümanlar, iddialar ve metinler artık aşılmalıdır. Aslında bugünün İslamcılığı entelektüel düzey olarak bunları çoktan aşmış olmakla birlikte zihinsel olarak bu çizginin devam ettiği de bir gerçektir. İlk safhayı oluşturan İslamcı seleflerimizi esasında ne dışlıyor, ne de redd-i miras yapıyoruz. O görüşleri, o metinleri, o sentezci ve eklektik yaklaşımları kendi dönemsellikleri içerisinde anlamaya çalışarak, onların iyi niyetlerinden, ümmeti ve alem-i İslam’ı kurtarma kaygılarından kuşku duymayarak ve onların her birinin ayrı birer değer ve üst düzey entelektüel ve alim olduklarının farkında olarak, onları öncümüz ve kendimizi onların ardılları sayarak, 200 yıl gibi çok uzun süren İslami düşüncenin bu sentezcilik aşamasının artık aşılması ve “kendilik, özgünlük” aşamasına geçilmesi gerekliliğinin önemini vurgulamak istiyoruz. 150 yıl önceki İslamcılığın o günün olağanüstü koşullarında, telaşla, panikle, savunma refleksiyle ortaya koyduğu metinler; bugün daha olağan şartlarda, daha salim kafayla, daha özgüvenle, daha özgün şeyler söylememizin önüne geçmemelidir. 150 yıl öncesinin “dönemsel”, konjonktürel şartlarında ortaya çıkan düşünceleri bir düşünce geleneğine dönüştürmeden; 150 yıl önceki İslamcıların yazdıkları bu metinleri, İslamcılığın olmazsa olmaz kutsal metinleri gibi dayatmadan kendi dönemsel şartları içerisinde anlamaya çalışmak gerektiğini düşünüyoruz.

İslamcılığın Batı’yla, modernleşmeyle sentezci bir ilişki kurmasının eleştirilmesi çatışmacı bir yaklaşım olarak okunmamalıdır. Derdimiz bir İslam ve Batı çatışması değildir. Aksine bugün Batı’yı da, tüm insanlığı da içine düştüğü medeniyet krizinden kurtaracak adil, insani, ahlaki özgün bir yol arayışıdır.

Selefimiz Akif (Ersoy), Batı’nın ilim ve fen pınarından mahrum geçtiğini düşündüğü kendi zamanına kadarki geçen 300 yıla hayıflanırken; biz de bugünden geriye doğru, İslam ve moderniteyi sentezlemeye harcadığımız ve bir paradoksun içine düşerek boşa geçirdiğimiz 200 yıla yakınmadan edemiyoruz. Paradoksu fark ettiysek, artık çıkmak için adım atmaya başlayabiliriz demektir.

[email protected]