‘Paralel devlet’ mi ‘paralel cemaat’ mi?

Murat Güzel / Yazar
21.12.2013

Cemaatin de kendi varlığını koruyabilmesi ve kendi istemleri dışında operasyonlara alet edilmekten korunabilmesi için sınırlarını çizeceği yeni bir demokratik yapılanmaya geçmesi gerekli.


‘Paralel devlet’ mi ‘paralel cemaat’ mi?

ABD’li siyaset felsefecisi William Connolly, Türkçe’ye Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm Önerileri adıyla çevrilmiş bir kitabında kültürün ziraatle ilgili kök anlamına atıfta bulunarak, “Kültür toprağının bir kaç yerini sivri uçlu bir değnekle kazıyın ve bir iki tohum ekin. Mevsimin sonlarına doğru verdikleri filizlere bakın, bunları sulayın ve yabani otlardan temizleyin. (Ah şu temizleme... işin en zevkli yanı!) Başkaları da yetiştirmeye değer bir şeyler bulurlarsa, bir iki bitki büyür ve siyasi söylemin manzarasını şu ya da bu biçimde değiştirir. Elbette onlar da temizlenecek başka yabani otlar bulacaklardır” der.

Yabani otlarla mücadele

3 Kasım 2002 genel seçimlerinden büyük bir zaferle çıkan AK Parti iktidarının aradan geçen 11 yıllık süre zarfında Türkiye’nin siyasi kültür toprağında epey yeri, “sivri uçlu bir değnekle” değil, neredeyse çapa makinesiyle kazıp attığı tohumların aradan geçen sürede Türkiye’deki siyasi söylemin manzarasını epey değiştirdiği fark edilecektir. Türkiye’nin siyasi kültürüne egemen vesayetçi söylemlerin geriletildiği bu süreçte birçok badire atlatan AK Parti’nin “yabani otlarla mücadele” temelinde verdiği mücadele, siyasiler açısından Connolly’nin tahmininin aksine “işin en zevkli yanı”nı oluşturmasa da, siyasi manzaranın değişiminde en önemli etkinlik olmuştur. 2007 seçimlerinde kurucuları arasında yer alan Abdüllatif Şener’i, 2011 seçimlerinde bakanlık düzeyinde görev yapmış Murat Başesgioğlu’nu gözden çıkarmış AK Parti’nin kendi içindeki “yabani otlar”ı yeri geldiğinde tasfiye etmekten çekinmediği ortadadır. Benzeri işlemleri AK Parti’nin 10 yıl boyunca gelişen söyleminde değişen unsurlar aracılığıyla da gözlemlemek mümkündür.

AK Parti’nin siyasi rakiplerinin, sözgelimi ulusalcı-laikçi koalisyonların AK Parti’ye karşı yürüttükleri kampanyalarda belki de en çok ihmal ettikleri konuların başında “siyasi kültür toprağı”nın yenilenmesi gelmektedir. Üzerinde siyaset üretebilecekleri zeminin verimliliğini artırıcı faaliyetlerin eksikliği bu koalisyonların siyasi manzaranın değişimindeki etkilerini azaltmış, yok derecesine indirmiştir. Bu koalisyonların ekip diktiği bitkiler, belki de “yabani otlardan temizleme” faaliyetinin ihmal edilmesinden olsa gerek, Türkiye’nin siyasi kültürüne kök salamamış, mevsim geçince solmaya mahkûm nitelikler sergilemiştir. AK Parti iktidarına karşı 2002’den beri üretilegelen “gizli ajanda, tehlikenin farkında mısınız, Malezyalılaşma, mahalle baskısı, hayat tarzına müdahale, otoriterleşme” vb. kampanyaların muvakkat kalışı, geniş halk yığınlarının AK Parti tercihlerini değiştiremeyişi; bu kampanyalar sırasında çiçek açan bitkilerin kuruyup gitmesini de beraberinde getirmiştir. Hemen her mevsim ekilen bu tohumlar nedense bir sonraki mevsimi görebilecek bitkilere dönüşememiştir ve halk her seferinde bu ayrık otlarına rağmen AK Parti’ye artarak süren bir desteği esirgememiştir.

Gerilimi ateşlenmek

Son olarak Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 2009 yılında hazırlanan ve 2010-2014 yılları arasında hayata geçirilmesi planlanan Stratejik Eylem Planı’ndaki hedeflerden önemli birini oluşturan “dershanelerin özel okullara dönüştürülmesi” projesine “cemaat” gazetelerinin gösterdiği sert tepkiyle başlayan tartışmalarda, bu gazetelerde yazan cemaate mensup yazarların dile getirdiği “uçuk” varsayım, tez, iddia, haber, öngörü, duyumlar (Bu “uçuk”luğa verilebilecek en güzel örnek “Dershaneleri kapatma sözünün Oslo’da verildiği” iddiasıdır) kadar imal edilen belgelerin de (ki bu belge imalleri kadar dikkat çekici olan başka bir şey de “çarpıtma”lardır. Kamuoyunun dikkatine sunulan belgelerin biçimsel mevsukiyeti ile içeriğe ilişkin mevsukiyeti arasındaki gedikte işleyen bu çarpıtma işlemleri, dikkatsiz okurların sunulan belgelerin ileri sürülen tezlere dayanak teşkil etmediğini görmesine engel olur ) benzeri bir zirai üretim sonucu olduğunu düşünebiliriz. Gerçi “belge imali” ve “çarpıtma” işlemleri Türk siyasi kültüründe genellikle “ulusalcı-laikçi” kesimlere has görünürse de son tartışmalarda bu kavga usulünü bu kesimlerin tam zıddında yer aldıklarını söyleyen çevrelerde de rastlamak mümkündür. Hatırlanacağı gibi çarpıtma ve belge imali gibi unsurlara dayalı bu medyatik kavga usulünü benimseyenler genellikle ulusalcı-laikçi sayabileceğimiz unsurlardır. Yukarıda zikrettiğimiz kampanyalar çerçevesinde bu kavga usulünün hemen her çeşidine rastlandığını da belirtelim. Yani, son kampanyalarda kullanılan usullere siyasal kamuoyu bağışıklık kazanmıştı haddi zatında.

AK Parti ile cemaat arasında 2011 Haziran’ında gerçekleşen seçimlerden itibaren başlatabileceğimiz düşük düzeydeki gerilimin 7 Şubat 2012 MİT krizi ile ateşlendiğini, süreç içinde gerilimin yükselerek “dershanelerin dönüşümü” bazında bir “çatışma”ya dönüştüğünü söyleyen analiz tarzlarının değeri, bu süreci yorumlarken dayandıkları “komplo teorileri”ne tanıdıkları primle birlikte düşünülebilir. Komplo teorileri bu analizlerin sıhhatine her ne kadar zarar verse de, bana kalırsa, “paralel devlet” analizlerinin yanıldığı asıl nokta, cemaat ile “paralel devlet” amaçlayanları özdeşleştirmesinde yatmaktadır. Bu özdeşleştirme cemaate ilişkin daha önemli başka bir sorunu göz ardı eder. Dershaneler konusunda sosyal medya başta olmak üzere farklı medya mecralarında sürdürülen tartışmalarda ortaya çıkan en önemli sorun, cemaatin “temsiliyeti” sorunudur. Cemaat adına söz alanların cemaat adına konuşmadıklarını kabul etmemizi icbar eden bir sorundur bu. Cemaate ait gazetelerde yazı yazanların düşüncelerinin cemaati bağlamadığını ileri sürerek, o düşünceleri onaylamadıklarını da zımnen dile getiren birçok cemaat mensubunu zorlayan bir noktadır bu. 

Cemaat adına konuşmaya yetkili olduğu varsayılanların bile sözlerinin cemaati bağlamadığını söyleyerek söz almaları bu sorunu gösterir. Cemaat adına konuşanların tamamını “yabani ot” statüsüne mahkûm eden bu temsiliyet krizi beraberinde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin açıklamalarının nasıl yorumlanacağı sorununa da yol açar. Gülen’in açıklamaları cemaat içinde çoğul okumalara yol açtığı kadar cemaat eleştirilerinde de farklı yorumların yapılabilmesine imkân tanır. Cemaatin, “paralel devlet” arzusu taşıyan “yabani otlar”ı temizlemekte çektiği güçlük bir süre sonra bizatihi cemaati de “paralel”leştiren bir niteliği haizdir. Cemaatçi bazı unsurların “gölge siyaset”lerinden rahatsız olan AK Parti’nin “dershaneler” hamlesiyle bu gölge siyasetçileri gün ışığına çıkardığı ve onları bu zemin üzerinde siyaset yapmaya iteklediği analizlerine değer katan da budur. Komplo teorisyenlerini haklı sayarsak, süreç sonunda “paralel devlet” değil, “paralel cemaat” bulmamız işten bile değildir.

‘Paralel cemaat’ 

Meramımızı olabildiğince iyi niyetle ifade edecek olursak, cemaatin temsiliyeti noktasında yaşanan sorunu kendi lehlerine alabildiğine kullanan “yabani otlar”ın teşhiri, ilk aşamada, cemaatçe benimsenmemiş görünse bile, ileriki dönemlerde bu otların temizlenmesine yol açacağı umulur. Cemaat bunu yapmadıkça ne temsiliyet sorununu aşmaya niyetli sayılabilir, ne de birtakım operasyonlara alet olmaya teşne bir yapı olmadığını göstermeye...

Hocaefendi’ye ait “Adanmış ruhların faaliyetleri ve müesseseleri anılırken ‘Hizmet’, ‘Hareket’, ‘Cemaat’ ve ‘Câmia’ gibi farklı isimlendirmelerde bulunuldu. Aslında bu işin içinde her tür, her anlayış, her renk ve her desenden insan var; adeta çok nakışlı ve çok işlemeli gergef gibi bir şey. Bunlar, camide bir araya gelip beraberce saf tutan insanlara benzetilebilir; belki çoğu birbirini dahi tanımıyor ama bir makuliyette, bir mantıkiyette bir araya gelmişler” sözlerinin gösterdiği üzere her türün, her anlayışın, her renk ve desenin bir araya geldiğinin varsayıldığı ‘cemaat’te sözü edilen işin makuliyeti sona erince (“namaz bitince”) dağılma tehlikesi de her zaman vardır. Hocaefendinin  sözleri bizatihi yapının operasyon gerçekleştirmeye son derece müsait bir yapı olduğunu ortaya koymaktadır. “Her tür, her cins, her renk ve her desen” neleri kapsar ve kuşatır? Neleri dışlar, nelerle iç içe geçer? Ya da Hocaefendi göstereni ve “hizmetin makuliyeti” etrafında bir araya gelmiş insanlar topluluğu olarak tanımlanan bir Camia ya da Hareket, sınırları ve sorumlulukları çok iyi çizilmiş, temsiliyet nokta-i nazarından herhangi bir sorun yaşamayan siyasi bir partiyle çatışırsa ne olur? 

Çatışma terminolojisiyle söylenecek olursa, AK Parti ile Camia arasındaki bu çatışmada tarafları birbirine bağlayan şeyin içsel bir dolayım olduğunu da kabul etmek gerekir. Çatışma siyasal kertede yaşanmaktadır ve “siyasal” kertede örgütlenmiş olan bu “siyasal çatışma”yı siyasetin doğası gereği kazanır. Öte yandan, toplumsal kertede gevşek örgülerle birbirine bağlanmış insanlar topluluğundan mürettep bir hareketin siyasal manevralarla varlığını idame ettirmesi, “siyasal çatışma”yı kaybetse bile mümkündür. Merhum Necmettin Erbakan ile yine merhum Esat Coşan Hocaefendi arasında 1990’ların başında yaşanan çatışma buna bir örnek sayılmalıdır. İskenderpaşa cemaati, Gülen Camiası’na nazaran daha sıkı içsel bağlara sahip olmasına karşın söz konusu çatışmada Refah Partisi tarafından yenilgiye uğratılmıştır, cemaat küçülmüş ve gerek parti içinde gerekse kontrol ettiği kitle nezdinde güç ve itibar kaybına uğramıştır. Ancak bu örneği, AK Parti ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki çatışma bakımından geçersizleştiren bir detay daha vardır. İskenderpaşa Cemaati Refah Partisi ile ortak yaşam sürerken Fethullah Gülen cemaatinin böyle bir ortak yaşam sürdüğüne ilişkin bir karine ortada yoktur. Neticede çatışma sürmesi Fethullah Gülen cemaatini ortadan kaldırmaya yetmez, ancak cemaatin de kendi varlığını koruyabilmesi ve kendi istemleri dışında operasyonlara alet edilmekten korunabilmesi için sınırlarını çizeceği yeni bir demokratik yapılanmaya geçmesini gerektirir.

AK Parti ile Cemaat arasındaki çatışmada olduğunu söylediğimiz içsel dolayım, siyasi kararları kimin vereceği sorusu etrafında şekillenir. Kendisini siyasi alanda tanımlamamış, bu alandan uzak olduğunu defaatle dile getirmiş bir yapının “siyasi olduğu, siyasi sorumluluklar gerektirdiği” belirtilen bir kararı devralmaya çalışması bu dolayımda kaybeden tarafın da kim olduğunu gösterecektir. Çünkü, Başbakan Erdoğan’ın müteaddit defalar dile getirdiği ve meclis iradesi üstünde herhangi bir meşruiyet olamayacağını hatırlatan ifadeleri demokratik mücadele içinde mevzu bahis çatışmayı kazanacak tarafı da göstermeye yeter. Erdoğan’ın ifadeleri halkın iradesi ile cemaate atfedilebilecek makuliyetin karşı karşıya geldiği bir siyasal zemini açar. Türkiye’deki siyasetin dönüşen iklimi, halkın iradesi üstünde “vesayet” anlamına gelebilecek türden çıkışların, velev ki siyasal zeminde dile getiriliyor olsunlar, halk nazarında kabule şayan bulunmayacakları öngörüsünde bulunmamıza imkân tanımaktadır.

Dershanelerin özel okullara dönüşmesi mi kolaydır yoksa cemaatin siyasallaşması mı? Önümüzdeki sürecin en önemli sorusu budur. 

[email protected]