Paris yanıyor mu?

Koray Şerbetçi/ Tarihçi-yazar
15.12.2018

Paris’teki sokak eylemleri son günlerin en önemli dış gündemi. Televizyonlardan izlediğimiz kadarıyla kendisine ‘Sarı Yelekliler’ adını veren grupların şiddet eylemleriyle Paris bir yangın yerine döndü. Bu manzara ister istemez tarihe geçmiş sözlerden birini hatırlattı. II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Alman orduları savaştaki üstünlüğünü kaybetmişti. Normandiya çıkarmasının ardından da müttefik güçler adım adım Avrupa’da ilerlemeye başlamıştı. Bu hengamede 1944 Ağustos’unda müttefik güçler Fransa’da sahayı kontrol eder hale gelmişti. Adım adım Paris’e yaklaşıyorlardı. Daha önce Seine Nehri başkentinin tamamen yıkılması emrini vermiş olan Hitler, Berlin’den Paris’teki işgal komutanı Von Choltitz’e durmadan telefon açıp: “Paris yanıyor mu, Paris yanıyor mu?” diye sormuştu.


Paris yanıyor mu?

Alman liderin bu sözü daha sonra Dominiqu Lapierrre ve Larry Collins’in bu dönemi konu alan romanına ve hatta bir sinema eserine de isim olmuştu.

Paris’in şiddet tarihçesi

Tarihe baktığımızda aslında Paris’in, hem kendini hem dünyayı yakmaya yönelik kötü bir sicile sahip olduğunu görmekteyiz. 1789 yılında başlayan ihtilal sadece Paris’i değil tüm dünyayı yakmıştı. İhtilalin sembolü olan “Bastil Hapisanesi Baskını” aslında devrimci romantizmin nasıl sürrealist düşünce dünyasında yaşadığının bir kanıtıydı. Anlatılan hikayeye göre ihtilalciler adı geçen hapishaneyi basmış, monarşinin hapsettiği özgürlükçü insanları kurtarmıştı. Oysaki işin aslı hiç de öyle değildi. Sayıları birkaç yüzü bulan ihtilalciler Bastil Hapishanesi’ni ele geçirdiğinde serbest bıraktıkları mahkum sayısı topu topu yedi kişiydi ve bunlar da adi suçlulardı.

Buradan yanmaya başlayan ateş daha sonra kanıtsız ve tanıksız ihtilal mahkemelerinin yüzbinlerce insanın canını aldığı bir cinnete dönüşmüştü. Bu cinnet en nihayetinde Napolyon’u ortaya çıkardı.

Ama Paris durulmadı. 1848’de yine Paris’te başlayan olaylar 1914 senesinde Avrupa’yı bir milletler boğazlaşmasına götürecek süreci de başlattı.

1871 yılına gelindiğindeyse Almanya’yla yaptığı savaşta mağlup olan Fransa’da, devlet otoritesinin zayıfladığı bir dönemde, Paris’teki komünistler bir isyan başlattı. Paris aylarca komünistlerce yönetildi. İsyancıların başlattığı terör dalgasında dini mekanlar ve din adamları ciddi bir şiddete maruz kaldı.

1968 yılında ise bu kez öğrenciler Paris’i yaktı. Tarihte 68 kuşağı olarak bilinen sol görüşlü gençler, tüm dünyaya yayacakları şiddet yönteminin talimini Paris’te yapmışlardı.

Paris ve biz

Paris, yakın dönem politik dünya tarihinin eklem noktalarından birisidir. Tıpkı Londra ve İstanbul gibi. Bu nedenle bizim aydınlarımızın Paris şehrine yaklaşımına bakarak zihin tarihimizi okumak da mümkün.

Avcı namı ile ünlenmiş Sultan IV. Mehmet devrinde, Osmanlı Devleti haşmetinin son demlerini yaşamaktaydı. Aynı dönemde Fransa’da “Güneş Kral” namıyla bilinen XIV. Louis hakimdi. O dönemde stratejik ortağımız olan Fransa, diplomatik ilişkileri geliştirmek için Osmanlı’dan bir elçi göndermesini istedi. IV. Mehmet de talebi geri çevirmedi ve Enderun’dan Süleyman Ağa’yı göndermeye karar verdi. Haber Fransa kamuoyunda heyecan rüzgârı estirdi.

Bostancı ocağından yetişmiş ve müteferrika rütbesi almış Süleyman Ağa zor birisiydi. Osmanlılık gururuyla Fransa’ya o kadar tepeden bakıyordu ki Marsilya Belediye Başkanı kendisini karşıladığında atından inmeye bile gerek görmemişti. Tüm gezilerini hep aynı kaygısızlıkla yapmıştı. Sonra bu belediye başkanı, dışişleri bakanı Mösyö Lion’a mektup yazıp ağayı “Gururun bizzat kendisi” diye tanımlayacaktı.

Ama asıl kıyamet Osmanlı elçisinin kralın huzuruna kabul töreninde koptu. Süleyman Ağa, Versailles Sarayı’nda XIV. Louis’nin suratına karşı majestelerine ait leğen takımlarının bizde en adi bir evde bile bulunacağını söyleyerek tam bir şok yaşatmıştı. Hatta Süleyman Ağa kendisine de ecnebi hükümdarlarına yapılan tarzda tören yapılması için tutturunca, Fransız Dışişleri Bakanı’nı öfke nöbetlerine duçar etmişti.

Fransız yetkililer krizi çözmek için kendi devlet sistemlerini Süleyman Ağa’ya izah etmeye koyuldu. Tüm bunları sükûnetle dinleyen Ağa; “Ben buraya, Fransa devletinin nasıl yönetildiğini öğrenmeye gelmedim. Allah sonunuzu hayretsin!” demekle yetindi.

Tabii bu kadar kendine güvenen ve alttan almayan Osmanlı elçisi Süleyman Ağa’nın bu güveni nereden bulduğunu araştırmaya koyulmuşlardı. Fakat bu araştırma sonucunda Fransız yetkililer bunları yapan zatın diplomaside dördüncü dereceden yetkili bir elçi olduğu, rütbesinin bugünkü bir yüzbaşıya denk geldiğini görünce daha da bir şaşırıp kaldılar. Fransız Hükümeti Ağa’nın rütbesini öğrenince utancından halka Bostancıbaşı yani bugünkü karşılığıyla general olduğu yalanını söylemek zorunda kalmıştı.

1720 yılına gelindiğindeyse bizim Paris’teki tutumumuzda bir hayli değişiklik olduğu görüldü. Osmanlı elçisi olarak görevlendirilen Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Paris’te 11 ay kaldı. Ama bu kez Süleyman Ağa’nın sergilediği kendinden eminlikten eser yoktu.

Çelebi, dönüşünde, seyahati sırasında gördüklerini bir kitap halinde padişaha sundu. Yirmisekiz Mehmed Çelebi Paris’e kayıtsız kalmak şöyle dursun saraylara, bahçelere, havuzlara, çeşmelere karşı büyük bir hayranlık duydu ve bütün gördüklerini kendine özgü zarif üslûbuyla anlattı. Çelebi Mehmet farklı bir kültürle karşı karşıya kaldığının bilincindeydi. Sarayları, bahçeleri hayranlıkla gözlemlemesi yanında onların resimlerini ve planlarını da yanına almayı ihmal etmedi. Ama onun bu hayranlığı elbette 19. asrın Osmanlı aydınlarınınki ile kıyaslandığında çok masum kalacaktı.

Hipnotize olan aydınlar

19. asra gelindiğindeyse kelimenin tam anlamıyla bir Paris sevdası başladı. Türk aydınlarının gözüne Paris’i hürriyetin, düşüncenin, sanatın, edebiyatın kutsal şehri olarak gösteren bu sevda, Osmanlı’dan Cumhuriyete kadar sürdü. Osmanlı ülkesinden kaçan aydınlar Paris’in kafelerinde zaman geçiriyor, sohbet ediyor, ekonomik sorunları çözüyor ve hatta ihtilal hayalleri kuruyordu.

Ortam onlar için o denli büyüleyiciydi ki  Hoca Tahsin Efendi gibi aklı başında birisi bile: “Paris’e git hey efendi akl u fikrin vâr ise/Âleme gelmiş sayılmazlar gitmeyenler Paris’e…” diyebilecek kadar hipnotize oluyordu.

Örneğin Ali Kemal Ömrüm adlı hatıratında, üçüncü sınıftayken Paris’i görme isteğinin dayanılmaz bir hal aldığını ve bu isteğe karşı koyamayarak Paris’e kaçtığını itiraf etmişti. Başka bir isim olan Ahmet Haşim ise 1920 yılında yayımlanan bir yazısında bir “Paris’i Görmüş Zat” portresi çizdi. Ona göre Paris’i görmüş adam aslında Paris’i görmeyen yegâne adamdı. Zira bu psikolojiyle memleketinde hayret etmek için hiçbir şey bulamazdı. Oysaki Paris’e ayak bastığı andan itibaren en sıradan şeyleri bile ‘başka bir yıldızın eşya ve eşhası’ gibi ömür boyunca unutulmayacak olağanüstülükler olarak görürdü.

Hatta Türk aydınlardan bazıları Paris sokaklarında işportacılık yapmayı kendi ülkelerinde önemli bir adam olmaya tercih edeceğini söylüyordu. Sırf Paris kaldırımlarını çiğnemiş olmak bile bir zamanlar hatırı sayılır bir itibar kazandırıyordu.

Paris’e tutkun bu aydınlar devlete karşı ayaklanma hazırlıklarına başlamışlar fakat planları açığa çıkınca yurt dışına kaçarak soluğu yine Paris’te almışlardı. Burada yeniden teşkilatlanmış ve çok sayıda dernek kurmuşlardı. Bu sebeple Batı’nın Osmanlı Devleti’ni tasfiye planına gönüllü olduklarını da Paris’ten ilan etmişlerdi. 1902 yılında Osmanlı Devleti’ne ve padişahına  karşı olan dernekler bir çatı altında toplanmak için Paris’te bir kongre toplamışlardı. Kongre sonucunda Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan tüm azınlıklara Milli Muhtariyet verilmesi ve padişahın devrilmesi için Avrupa devletlerine çağrıyı da Paris’ten yapmışlardı.

Paris yangınlarından ilham alan bu zihniyet, yine buradan öğrendiği “Liberté, égalité, fraternité.” (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik.) özdeyişini neredeyse kutsal bir söz bildi. Hatta bunu “Hürriyet, müsavat, uhuvvet.” olarak tercüme ederek II. Abdülhamid’e karşı başkaldırılarına bayrak bile yaptılar.

Paris’in rüyalarını Osmanlı iklimine taşımaya çalışan, bu ideal için darbe yaparak II. Abdülhamid’i deviren siyasal çizginin hayalleriyse millete pahalıya mâl oldu. Aslında Parislilerin pratikte bu fikirleri uygulanmadıklarını gördüklerindeyse iş işten geçmişti. 1920 senesinde durumun farkına varıldığında, Parislilerin askerleri Urfa’da, Hatay’da, Antep’te, Adana’da, Türk halkına zulüm ve katliamlara başlamıştı bile.

Allah’tan Paris hayalleri kurmayan Sütçü İmam ve onun ruhunu taşıyan Müslüman Anadolu ahalisi vardı da kendi vatanımızda Paris’in askerlerinin karşısına dikilebildik.