Bir kahveci, dükkânının külleri arasında çömelen eski sadık müşterileri için yangından kurtulmuş tek eşyası olan ocağında kahve pişirmektedir. Daha ötede fırıncılar tahta çanaklarda kurtarabildikleri mısır kümelerini ayıklamakla meşguldürler. Bazı yangınzedeler ise, yok olmuş servetlerinin son kalıntıları olan çivi ve demir parçalarını henüz tamamıyla sönmemiş korların arasında ayıklıyordur. Gautier, harabeler üstünde çubuk tüttüren şehir halkının tevekkülünü hayranlıkla anlatırken, bunu ülkesindeki âfet manzaralarıyla karşılaştırır. Ona göre İstanbul'da evi yanmış olmak sıradan bir olaydır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk / Mardin Artuklu Üniversitesi
İstanbul'da bir zamanlar uğruna mahallelerin yanıp kül olduğu patlıcan, anavatanı Hindistan'dan Afrika'ya, oradan da 16. yüzyılda İspanyollar tarafından Avrupa'ya götürülür. Avrupalı, kendisi gibi talihi de kara olan patlıcana mesafelidir önce. Bu garip sebzenin cüzzam ve kansere neden olduğuna ve fazla patlıcan yiyenlerin zihinlerinin bulandığına inanırlar. İngiltere'de bu özelliğinden dolayı patlıcana deli elma (mad apple) ismi verilerek üretimi uzun süre yasaklanır. İtalyanlar, insanları delirttiğine, Fransızlar ise yüksek ateşe ve sara nöbetlerine sebep olduğu gerekçesiyle patlıcanı kara listeye alır. Aşırı patlıcan tüketenlerin bir hoş oldukları mevzusu Anadolu'da da var. Bazı yörelerimizde garip davranışlarda bulunanlara patlıcan delisi denmesi Avrupalılarla benzer tecrübenin ürünü gibi görünüyor.
Sansktritçede patlıcanın adı vatin-ganah. Bu kelime Farsçaya badingan, Arapçaya badincan biçimiyle geçmiş. Kaşgarlı Mahmud'un 11. yüzyılda kaleme aldığı Divan-ı Lugati't-Türk'ünde patlıcan için bütugekelimesi kullanılmış olsa da Farsça ve Arapçadaki telaffuzdan esinlenerek günümüzdeki "patlıcan" hâlini alması uzun sürmemiş.
İstanbul'da, denizden esen tatlı rüzgara hâlen "patlıcan meltemi" denmesi, İstanbul'un kadim tarihine vakıf olanların aklına acı, tatlı, tuzlu sayısız yemeği yapılan sebzeyi değil, geride bıraktığımız birkaç yüzyıl boyunca tahtadan mamûl konaklarda kızartma ve közlemesi yapılırken mahalleleri saatler içinde yutan patlıcan yangınlarını harlayan esintiyi hatıra getirir.
İstanbul'u kül eden patlıcan yangınları
Özellikle 18 ve 19. yüzyıllarda İstanbul'da yaşamış olsaydık, patlıcan mevsimi gelince deliler ve yangınlar çoğalır şeklindeki sözlere muhakkak muhatap olurduk. Bunun nedeni patlıcan hasadının bol miktarda olduğu ağustos ve eylül aylarında İstanbullunun kara sevdası olan patlıcanın sebep olduğu büyük yangınlardır. Bu yangınlar, literatüre "patlıcan yangınları" biçiminde geçmiştir. Patlıcan yangınları, patlıcanın kızartmasını ve közlemesini çok seven İstanbul ahalisine hayatın kâbusa döndüğü uzun dehşet anlarıdır. Ağustos güneşiyle iyice kuruyup yanmaya hazır ahşap konaklarda patlıcan kızartmak için kullanılan yağın içine su dökülmesi veya patlıcan közlerken mangaldan kıvılcımların uçuşmasıyla çıkan yaygınlar, çoğu zaman kontrol altına alınamadığında evleri, sokakları ve hatta koca mahalleleri yutup küle çevirmiştir.
Eski İstanbulluların korkulu rüyası olan patlıcan yangınlarının söndürülmesi ise günleri, hatta haftaları bulur, yangından geriye çoğu zaman bir şey kalmazdı. Bundan ötürü bir yerde yangın çıktığında en uzaktaki mahalle sakinleri bile telaşa kapılırdı. Çoğu zaman ahşap yapılarda kullanılan çiviler kıpkırmızı kor hâline gelip yerlerinden bir ok gibi fırlayarak karşı evin tahta duvarlarına saplanıp orasının da yanmasını sağlar, yangının yayılmasında poyraza refakat ederdi. Bu durum, ciğerimizi alev alev yakan orman yangınlarında çam kozalaklarının kor hâline geldikten sonra biriktirdiği basınçla zıpkın gibi fırlayarak diğer ağaçları da yakmasını hatırlatıyor.
Yangınların bu kadar kısa sürede yayılmasının en önemli nedeni, evlerin büyük kısmının ahşaptan inşâ edilmiş olmasıydı. Evlerin dip dibe bitişik ve sokakların dar olması müdahaleyi zorlaştırıyor, bu zorluğa kimi zaman şiddetli esen poyraz da eşlik ediyordu. Böylelikle, ufak bir dikkatsizlik eseri bir evin mutfağında başlayan küçük bir yangın, hemen yandaki eve sıçrayarak büyüyor, önce bir sokağı, ardından tüm mahalleyi yakıp kül yığınına çeviriyordu.
Ahşap yapılar, yangınların büyümesinde önemli etken olmasına rağmen halk, yine de ahşap evlerden vazgeçmiyordu. Bunun başlıca nedeni ahşabın daha ucuz olması ve yangından daha korkutucu olan depremde daha az yıkıma neden olmasıydı.
Bu dehşetli yangınlar, insanların psikolojisini de bozuyordu. Yangına ek olarak başka nedenlerle de bunalıma girip iyice darlananların "yangın var!" diye bağırması veya "üstüme gelme, yoksa yangın var diye bağırırım" şeklindeki sözlerininpatlıcan yangınlarından söz dağarcığımıza miras kaldığı belirtilir.
Yangın esnasında İstanbul'a giriş ve çıkışlar bir süreliğinekapatılırdı. Tulumbacılar, kadı'nın emri gereği her evin damında içi su dolu bir fıçı ve çatıya uzanan bir merdivenin önceden hazır bulundurulmasını sağlarlardı. Buna uymamanın yaptırımı olurdu. Ancak yangınlar öylesine korkunç olurdu ki bu tür tedbirler çoğu zaman sadra şifa olamazdı.
Yangınlar karşısında iyice umutsuzluğa kapılan halk, bu âfetten Allah'ın inâyetiyle kurtulabileceği düşüncesiyle teselli bulurdu. Korunmak amacıyla ateşin dokunmayacağına inandıkları türbe ve yatırlara yakın yerlere sığınanların sayısı hiç de az değildi. Daha reel bir yaklaşımla evlerini çeşme, hamam ve sarnıçlara yakın yerlere inşâ edenler yangına zamanında müdahale konusunda şanslıydılar.
İstanbul halkı, sık sık çıkan ve hayatlarını tarumar eden yangınları Allah'ın cezalandırması olarak görür ve bunu çeşitli nedenlere bağlardı. Mesela ıslahatların hız kazandığı bir dönemde çıkan yangınların sebebini halk, Hristiyan Avrupa'nın her şeyiyle taklit edilmesine bağlardı.
Bir keresinde çıkan yangınlarda Çırağan Sarayı ve Bâbıâli tamamen yanar. Hemen ardından çıkan Uzunçarşı ve İshakpaşa yangınlarında da tarihî yarımada harabeye döner. Çok geçmeden Balkan savaşları halkın boynuna yapışır. Bunların hepsi iki yıl içerisinde oluverir. Halk, bu âfetleri masum sokak köpeklerinin 1910'daki resmî bir kararla Hayırsız Ada'ya sürülüp ölüme mahkum edilmesiyle izah eder. Yangınların nedeni olarak iktidardaki İttihatçıların uğursuzluğunu işaret edenlerin sayısı da az değildi.
Meşhur Çırçır yangını
İstanbul'da, gerek Osmanlı döneminde gerek Cumhuriyet döneminde sayısız yangın çıkmıştır. Ancak 23 Ağustos 1908'de çıkan Çırçır yangınının etkisi çok büyük olmuştur. Saraçhane başında başlayan yangın, şiddetli rüzgarın etkisiyle üç koldan ilerleyerek ev, sokak ve mahalleleri bir bir yutar. Yangının söndürülmesi için Terkos'un tüm muslukları, çeşmeler ve Fatih'teki büyük havuz tulumbacılara tahsis edilir. Bunun yanında Üsküdar, Beyoğlu ve Fatih itfaiyecileri ve halk imece usulü ile gece gündüz çalışır. İki gün iki gece süren yangın, Bozdoğan Kemeri'ne kadar geniş bir bölgeyi yakar. Ortada kalan halk cami avlularında, bahçe ve boş arsalarda sabahlar. 1.500 konak ve birçok yapının kül olduğu Çırçır yangınını eski Osmanlı subayı Ragıp Akyavaş şöyle anlatır:
Şimdiki üniversite meydanında Namık Kemal'in Vatan Yahut Silistre'si oynuyordu. Çırçır'da bir yangın çıktı. İki gün iki gece devam etti. İstanbul'un göbeğini Yemen çöllerine çevirdi. Bu afet, patlıcandan çıktı. Zeyrek'te başlayıp Vefa'da duran yangın da patlıcandan çıktı. Çocukluğumda Kadıköy'ün ortasında çıkan ve büyük bir sahayı kül eden yangın Yorgancı İsmail Efendi'nin evinde patlıcan kızartılırken tavanın alev almasından çıktı.
Yangın manzaraları
Çeşitli kaynaklarda patlıcan yangınlarından sonra halkın içine düştüğü hazin durum ayrıntılarıyla ele alınır. Mehmed Halife'nin eseri de bunlardan biridir. 1660 yılındaki bir yangının ardından gözlemlerini anlatan Mehmed Halife,yangından sonra herkesin şaşkınlık ve dehşetten kendi derdine düştüğünü, telaştan annelerin emzikli çocuklarını unuttuklarını ve su kaynakları ve değirmenler bile yandığından üç günden beri kimsenin doğru düzgün su ve yemeğe ulaşamadığını aktarır. Bu yangından iki ay sonra Osmanlı ordusu Varad'ı fethetmesine rağmen halkta bir mutluluk emaresi görülmez. Üstelik bu büyük yangından sonra kıtlık ve veba salgını çıkar.
1852 yılında Kasımpaşa'da çıkan yangın hakkında Fransız gezgin Gautier'in izlenimleri, yangınlardan sonraki manzarayı görmek bakımından önemlidir. Gautier, yüzlerinde üzüntü eseri bulunmayan yangınzedelerin hiçbir şey olmamış gibi gündelik işlerine sarılmalarını şaşkınlıkla gözlemler. Buna göre ahali, evlerinin henüz sıcak ve dumanlı enkazı üzerine hasırlar, eski halılar ve sırıklarla tutturulmuş branda bezi parçalarıyla geçici birer tünek kondurmuştur. Bir kahveci, dükkânının külleri arasında çömelen eski sadık müşterileri için yangından kurtulmuş tek eşyası olan ocağında kahve pişirmektedir. Daha ötede fırıncılar tahta çanaklarda kurtarabildikleri mısır kümelerini ayıklamakla meşguldürler. Bazı yangınzedeler ise, yok olmuş servetlerinin son kalıntıları olan çivi ve demir parçalarını henüz tamamıyla sönmemiş korların arasında ayıklıyordur. Gautier, harabeler üstünde çubuk tüttüren şehir halkının tevekkülünü hayranlıkla anlatırken, bunu ülkesindeki âfet manzaralarıyla karşılaştırır. Ona göre İstanbul'da evi yanmış olmak sıradan bir olaydır.
Son dönem aydınlarından Ruşen Eşref'in 1918 yangınıyla ilgili gözlemleri oldukça dokunaklıdır:
Gece yarıları alev sellerinin önünde şiltelerin, bakır kapkacakların, toprak testilerin, kırık koltukların; ürkmüş entarili çocukların, başı açık fırlamış anaların beyinlerinde kederlerinin yükü, ellerinde birer ehemmiyetsiz pırtı, ailelerine barınacak kovuk arayan babaların, kendini sürüyecek değnekten başka bir şeycik taşıyamayan ağababaların, torunlarının omuzunda bükülekalmış inmeli ninelerin; veremiyle, zatülcenbiyle bayıla bayıla nasılsa ölüme mahkûm hayatını hiç olmazsa son bir ümitle bu alevlerden kaçırmaya çalışan o zavallı insanların hâli... Ne ateşten kurtardıkları şey belli, ne kursaklarına girecek lokmalar belli!
Beyazıt Kütüphanesi'nin ilk müdürü Hafız Tahsin Efendi'nin,çıkan yangınlarda büyük bir yekun tutan kıymetli el yazması kitaplarını ve paha biçilmez değerdeki tarihî evrakını kaybetmesi ve ardından kahrından vefat etmesi, aslına bakılacak olursa, yangın sonrası manzaraların belki de en hazin olanıdır. Bir milletin kültür hayatı için çok büyük kayıp anlamına gelen bu durumu Ali Emiri şu şekilde ifâde eder:
İstanbul'da hangi bir zat bulunabilir ki kitaplardan bahis açıldığı vakit 'Bende şöyle güzel bir kitap vardı, falan yangın esnasında kitaplarım ve hanumânımla beraber yandı' demesin ve müteessir bir vaziyet almasın.