Medine istasyonuna yaklaşık iki kilometre kala efendimizin ruhaniyeti rahatsız olmasın diye tren raylarının altına keçe döşenmesi dünyada örneği olmayan bir zarafettir. İstisnasız bütün Osmanlı padişahlarının başındaki sarıkların ucunda da bir süpürge maskotu olurdu. Kendisini Harameyn-i Şerifeyn'in hadimi ve süpürgecisi olarak gördüklerini ima ederlerdi.
Prof. Dr. Mazhar Bağlı/ Akademisyen, Yazar
Bugün bütün dünyadaki Müslümanların belki de en çok karşılaştıkları temel soru içine düşmüş olduğumuz kör kuyudan nasıl kurtulacağımızdır. Özellikle de terör örgütü Siyonist İsrail'in inancımıza, dualarımıza, tarihi birikimimize ve varlığımıza rağmen neredeyse hiçbir engel ile karşılamadan ve tüm dünya Müslümanlarını da karşısına alarak yürüttüğü soykırım, ümmetin ne kadar kötü bir durumda olduğunun açık bir göstergesidir. Denilebilir ki İslam ümmeti, tarihin belki de hiçbir döneminde bu kadar olumsuz bir durumda olmamıştı.
Her zorluk döneminde İslam alimleri, içinde bulundukları olumsuzlukları aşmak ve kötü gidişatı durdurmak için neler yapılması gerektiğine kafa yormuştur ve yormaktalar. Bütün olumsuzluklara rağmen bugün de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Her hangi bir Müslümanın parmağına batan bir diken, diğer mümin kardeşlerinin de yüreğini sızlatır.
Günümüzdeki kötü gidişatın ve olumsuz durumun mazisi yeni değildir. 19.yüzyılda başlayan modernleşmenin dönüştürücü gücü her geçen gün daha büyük tahribatlara neden olarak devam ediyor.
Bu tarihlerde Hint Alt kıtasında başlayıp, Mısır, Türkiye ve Suriye coğrafyalarında filizlenen İhya hareketlerinin öncü alimleri iki konuya dikkat çektiler. Birincisi kutsal metinlere geri dönmek ve ikincisi de İslamın temel "toplumsal kurumsal yapılarını" yeniden canlandırmak.
Onların bu teorilerine karşı anti tezler üreten rakipleri (gavurlar) elindeki sınırsız güç ile derhal gerekli tedbirleri aldılar. Söz gelimi İslam ümmetinin evrensel misyonu olan adaletin asla Müslümanlarca tesis edilemeyeceğini söylediler. Adalet Batı medeniyetinin ta Roma'dan beri var olan temel bir meziyetidir denildi. Kişinin hayatının asıl gayesinin Allah'ın rızasını tahsil etmek olduğunu buyuran cihat, kafa kol kesme vahşeti olarak gösterildi. İslam ümmetinin bedensel bütünlüğünü temsil eden ve varlığını tahkim eden hilafet, İngiliz emperyalizminin bir aparatı olarak İngiliz işbirlikçileri tarafından lanse edildi.
Evet bütün bunlar oldu ama bana göre "ümmetin içine düşmüş olduğu kör kuyudan" kurtulmasının en önemli adımı önce kendi özeleştirisini yapmaktır ki zaten yukarda bahsettiğim İhya hareketinin de esas gayesi buydu.
Kuyudan neden çıkamıyoruz?
Her ne kadar yürekleri soğutan sonuçlar elde edilmediyse de iyimser bir okumayla bir hayli mesafe alındığını söyleyebilirim. Ancak arzu ettiğimiz bir yere gelememiş olmamızın, kuyu metaforuna atıfla belirtmek gerekirse o kör kuyudan bir türlü kurtulamamış olmanın nedeni, bu süreçte merdivenin ayaklarından birisinin eksik olmasıdır ki o da bana göre önce peygamber sevgisi ve ona eşlik eden sufizmdir, dervişliktir.
Anadolu'daki Türk İslam medeniyeti için "Peygamber Sevgisi Medeniyeti" denilse yeridir. Özellikle Osmanlı dönemi İslami geleneklerine olan bağlılık ve onların yaşatılması için gösterilen gayretlerin temelinde derya deniz seviyesinde bir peygamber sevgisi olduğunu görüyoruz. Bu sevgi her ne kadar her bir kişinin yüreğinde olan imanı ile doğrudan ilişkili ise de bunu kamusal bir etik normuna dönüştüren büyük bir kültür var karşımızda. Şiirden musikiye, mimariden hat sanatına, ebrudan tezhibe kadar bütün güzellikler tek bir güzelliğe işaret içindir.
Siyer, Mevlit, Miraciye, Şemailiye, Hilye ve Naat gibi edebi türlerin varlığı da bize bu hakikati göstermektedir. Bu edebi anlatımlarda gül ve gül bahçesi Hz. Muhammed'i temsil eden en yaygın metafordur. Gül, sevgilinin sahip olması gereken bütün güzellikleri içinde barındırdığı için ona nispet edilir.
Bizim coğrafyamızda ve kültürümüzde dini vecibeleriyle arası mesafeli olsalar bile şairlerimizin en büyük hedefi kendi alanında çığır açacak bir naat yazmaktı. Hatta eskiler derdi ki şairler Naatlarıyla marufturlar. Bundan dolayı da eskiden şairler bir Naat yazmadan şairliklerinin tapusunu cebine koyduklarına inanmazlardı.
Benim büyüdüğüm ortamda bu edebi türlerden pratik bir sonucu olan Mevlid-i Şeriftir. Çünkü o sadece bir metin değil, aynı zamanda o sevginin pratiğe de dönüşmüş halidir. Zira Mevlit okunurken "Veledet" bahsi geldiğinde istisnasız bütün dinleyiciler efendimizin dünyayı teşrifini temsilen selamlamak için derhal ayağa kalkarlar ve tıpkı namazdaki gibi ellerini bağlayıp "Merhaba Ev Fahri Kainat Merhaba" deyip salavatlarla onu karşılarlar adeta.
Gazi Üniversitesi rektörü kıymetli dostum, hocam Prof. Dr.Uğur Ünal, bu göreve atanmadan önce Osmanlı Arşivleri Başkanıydı. Onun özel davetiyle arşivi ziyaret ettiğimde gördüğüm büyüleyici tarihi belgeler içinde en çok dikkatimi çeken Surra Alaylarıyla Hicaza gönderilen hediyelerin içine konulduğu heybeler ile paketlerin zarafetiydi.
Gerek oradaki ahaliye gerek hacılara gerekse de oradaki görevlilere gönderilen her bir hediye için itina ile süslenmiş,zarafetle işlenmiş, motiflerle ve renklerle bezenmiş hediye paketlerine hayran kaldım. Her bir hediye paketinin üzerinde gül motifi, efendimize sevgi remizleri ve hasretle yanan bir yüreğin sesi işlenmişti.
Bu hediyeler, her yıl coşkulu bir kalabalık eşliğinde göz yaşlarıyla uğurlanır. Surra Alayları sırf bu iş için tesis edilmiş bir müessesedir. İnsanlar Hacca gidiyorum demezler, "davet edildim ki gidip yüzümü onun dergahına, ayağının değdiği yere süreyim".
Rivayete göre Hz. Peygamber bir gün Ümmü Haram'ın, süt teyzesinin evinden gülümseyerek uyanmış ve o da niçin tebessüm ediyorsun diye sorduğunda "ümmetinden fetih maksadıyla bazı kimselerin Akdeniz'e açıldığının kendisine gösterildiğini ve onların da cennetlik olduğunu" ona söylemiş. Bunun üzerine Ümmü Haram, kendisinin de onların arasında olması için dua etmesini istemiş ve o da dua ettikten sonra tekrar uykuya dalmış. Yine gülerek uyanmış, bu kez de ümmetinden bazılarının İstanbul'u fethetmek üzere sefere çıkacağını ve onların da bağışlanacağının müjdesinin kendisine verildiğini söyleyince teyze, onların da arasında olması için dua isteyince o da onun Akdeniz'e açılanların arasında olacağını söylemiş.
Hz. Osman'ın halifeliğinde İslam ordusu Kıbrıs'a sefer düzenleyince o da eşiyle birlikte orduya katılmış ve adaya ilk çıkarmanın yapıldığı yerde düşerek şehit olmuştur. Şehit olduğu yer Osmanlı döneminde bir Külliyeye dönüştürülmüş ve adı da gül bahçesi anlamına gelen "Gülşen-i Feyz" yapılmıştır.
Bu hikayeyi anlatmamın asıl nedeni ise şudur; Osmanlı'nın Kıbrıs'ı fethettikten sonra, Osmanlı bandıralı gemiler bu ziyaretgahın bulunduğu Larnaka açıklardan geçerken, efendimizin ahalisine olan hürmetlerinden ve sevgilerinden dolayı bayraklarını indirir, onun müjdesine mazhar olan Ümmü Haram'ı (Hala Sultanı) top atışlarıyla yakın bir tarihe kadar selamlarlardı.
Efradı da kıymetli
Aşare-i Mübaşereden olan ve aynı zamanda içlerinden birisinin de efendimizin aile efradından olan iki sahabenin makamı (ziyaret ettikleri hanelerin) olarak bilinen ve dahi şehit sahabelerin kabirlerinin bulunduğu Kilis ilinin Maşhedlik mahallesinden insanlar geçerken efendimizin ehli beytine ve sahabelerine hürmeten ayakkabılarını çıkarıp çıplak ayakla yürürlermiş yakın bir tarihe kadar. O ki bu toprağın altında Hz. Muhammedîn yakınları var onu dahi çiğnemekten haya eden bir saygı ve sevgiden bahsediyorum.
Hepimizin çok iyi bildiği II: Abdülhamit zamanında yapılan Hicaz Demiryolu, İstanbul'dan Medine'ye uzanıyordu. Medine istasyonuna yaklaşık iki kilometre kala efendimizin ruhaniyeti rahatsız olmasın diye tren raylarının altına keçe döşenmesi dünyada örneği olmayan bir zarafettir. Mescid-i Nebeviye eklemeler yapılırken veya restore edilirken de aynı rikkatin gösterildiğini, taş ustalarının çekiçlerinin başına keçe bağladıklarını görüyoruz.
İstisnasız bütün Osmanlı padişahlarının başındaki sarıkların ucunda bir süpürge maskotu olurdu. Kendisini Harameyn-i Şerifeyn'in hadimi ve süpürgecisi olarak gördüklerini ima ederlerdi.
Son bir örnek, Osmanlı İslam medeniyetinde tasavvuf, toplumsal düzenin kurucu gücü olarak işlev görürdü. Her bir sosyolojik kompartımanın mesleğine statüsüne ve dahi ihtiyacına uygun bir tekkesi, piri olurdu. Buradaki zikirler ve ibadetlerden daha çok önem arz eden konu ise edepti. Her tekkenin girişinde "Edep Ya Hu" yazılıydı. Bu Tekkelerde efendimizin adı, yakın sahabeleri ve dahi onun vasıfları anıldığı anda cezbeye kapılanlar olurdu. Gayri ihtiyari "Heyy"diye bağıranlardan birisini bizzat gördüm. Ben bir siyah kuğu gördüm. Şahların şahı bir şeyhin, her bir müridinin bizzat elinden kendisi tutarak, yüreklerine nakış gibi islamın hakikatlerini işlediğini, onlara dünyayı, ülkeyi, etiği ve estetiği en ince detaylarına kadar öğrettiğini gördüm. Tekke adabında Şeyh Mürit ilişkisinin nasıl bir aşk olduğunu gördüğüm için Peygamber sevgisinin Müslüman toplum için nasıl bir değişim dinamiği olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Son zamanlarda gerek sosyal medyada gerekse de zaman zaman toplumsal/kamusal alanda efendimizin şahsına, mesajına ve kutsiyetine karşı kimi pervasızlıkları görüyoruz. Bunlara en ağır cezaların verilmesi gerektiği gibi bu tür hadsizliklere ayrıca da izin verilmemelidir. Çünkü O, hem alemlere rahmet, hem de bize rehber olarak gönderilmiştir. Onun kutlu mesajı ile izzet ve şeref bulduk.
Eskiler kutsal metinlere bağlıydılar ve başardılar, zira onlar, kapitalizmin ve dünyevileşmenin kendine çeken cazibesine peygamber sevgisi ile direnebildiler.
Kısaca arz etmek isterim ki bizim toplumumuzda bu sevginin en güzel nişanesi neredeyse her ailenin ilk erkek çocuğunun ya ön adının ya da asıl adının onun isimlerinden olan Ahmet, Mehmet, Muhammed ve Mustafa olmasıdır.
Eğer sosyolojik bir perspektif ile İslam medeniyetinin temelini kazırsanız bulacağınız en zengin hazine tasavvuftur, Nakşiliktir. Bir başka ifade ile esasında Hz Muhammed sevgisidir. Ancak günümüz dervişleri/sufileri bu yolun en ayrıcı özeliği olan zikir ve etik/ahlak babını ters yüz etmeleridir. Günümüz dervişleri işin "zikir" kısmını büyüttüler ama "ahlak/etik" kısmını unuttular.
Onu sevmek, esasında onun mesajını ve yolunu sevmek demektir. "Sizden biriniz beni annesinden-babasından, çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz." Hadisi de zaten bize onun mesajını ve yolunu sevmemizi emrediyor. İslam medeniyetinin temeli peygamber sevgisidir, onun da öğretildiği yerler zikir meclisleridir, "Müslüman toplumdur.