PKK, Avrupa’nın stratejik maskesi mi?

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / Karatay Üniversitesi
17.12.2016

“Derin haçlı” duyguları AB’nin Kürtlere olan ilgisini elbette salt olarak açıklamaz. Uyuşturucu ticareti ve Türkiye’yi güçsüz bırakmak elbette sebep olabilir ama ancak bonusudur bu ilginin. Esas kazanç, tüm Ortadoğu politikalarını oluştururken Osmanlı’nın merkezi mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti’nin esaslı bir direnç noktası olmasını önlemektir.


PKK, Avrupa’nın stratejik maskesi mi?

İkinci Dünya savaşından sonra kurulan “yeni dünya” düzeni her ne kadar retorik olarak hayli yoğun bir şekilde insan hakları, demokrasi ve özgürlük gibi ifadelere referansta bulunsa da esasında düzeni kuranlar açısından fazla değişen bir durum olmadı. Klasik emperyalizmin yerini neo-emperyalizm aldı.

Geçtiğimiz yüzyılda yaşanan iki büyük savaş, insanoğlunun ne kadar vahşi olabileceğini bize gösterdi göstermesine ama gereğinin yapıldığını söylemek kolay değil. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden şekillenen dünyaya egemen olan, tohumları bir önceki yüzyılda atılmış olan milliyetçi hareketlerin yerini alan ideolojiler oldu. Bu işin en dramatik sonucunu ise “ümmet” yaşadı. İki kez yıkıldı Müslümanlar: Hem milliyetçilikle sarsıldılar hem de beşeri ideolojilerin derebeylikleri ile dağıldılar. Bu rüzgarın Anadolu’ya da gelmemesi mümkün değildi. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında oluşturulan milliyetçiliğin “sol” ile olan akrabalığı hepimizin malumudur. Efsane (!) Deniz Gezmiş de fena bir ulusalcı “Türk” solcusu değildi.

Dünyada da benzer bir durum yaşanmış ancak siyaseti ve sosyolojiyi boğan bu yeni “ideolojik hegemonya” kısa bir süre sonra etkisini kaybetmişti. Bizde ise bu değişim, askeri darbeler aracılığıyla engellendi. 1960 darbesi, yerli bir siyasi hareketin doğmaması için alınan tedbir babından da görülebilir. Elbette o günlerde dünyada yaşanan öğrenci hareketlerinin etkisi de olmuştur ancak biliyoruz ki dünya o hareketlerin üstesinden geldi, sivil siyaset için yeni bir yol buldu. Ancak Türk solu, değişime direndi ve keza 1980’lere kadar ülkedeki tüm kargaşaların da en önemli aktörü oldu. 1972’de üç sosyalist öğrenci liderinin asılmasından sonra “derin devlet” (ulusalcı Kemalizm) ile sol arasına bir yeni husumet girdi. Bunun üzerine yeni bir sol örgüt olan PKK doğdu. Örgütü kuran ve şekillendiren kişi ile ilgili tüm bilinenleri bir kenara bırakıp şu hususa dikkat çekmek isterim: Bu dönemde dünya tamamen iki kutuplu yaşıyor ve ideolojiler neredeyse kişilerin tüm yaşam pratiklerini ve ülkelerin tüm politik stratejilerini belirliyor.

Destekçisi SSCB değil Batı

Sol bir örgüt olarak kurulan PKK, o zamanın sosyalist ülkesinden değil, solun düşmanı olan dünyanın abisi Amerika ve Avrupa’nın da abisi olan Almanya’dan destek görüyor. Bir başka ifade ile 1980 askeri darbesinden sonra kurulan sosyalist PKK, sosyalist SSCB’den değil, kapitalist Batı’dan destek gördü. Peki Batılı ülkeler neden bu örgüte bu kadar ilgi duyuyordu? Kendileriyle dini akrabalığı olan “Asala”’yı bile desteklemeyen ülkeler neden PKK’yı aşkla destekledi?

“Derin haçlı” duyguları salt bu ilgiyi elbette açıklamaz. Uyuşturucu ticareti, Türkiye’yi güçsüz bırakmak elbette sebep olabilir ama ancak bonusudur bu ilginin. Esas kazanç tüm Ortadoğu politikalarını oluştururken Osmanlı’nın merkezi mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti’nin esaslı bir direnç noktası olmasını önlemektir. Bugün Avrupa’nın ve Amerika’nın PKK ile olan ilgisi sadece Ortadoğu politikaları ile ilgilidir. Kürtler ile ilgili bir durum söz konusu değildir. Eğer sahiden Kürtleri düşünüyorlarsa bunca zamandır Irak’ta, Suriye’de, İran’da baskı gören Kürtlerle ilgili de bir çabalarının olduğuna şahit olurduk. Ama bir Kürt olarak biliyorum ki Batı, kendisi gibi olmayan Kürtlerle ilgilenmez. O sadece Ortadoğu’daki ideallerine ulaşmak için bu konuyla ilgiliymiş gibi davranmakta ve bunun için de PKK son derece kullanışlı bir maske.

Ancak son zamanlarda yaşanan hadiseler bazı maskelerin düşmesini de sağladı. Malum bizim ülkede uzun bir süreden beridir PKK, kanlı eylemlerini Kürtlere özgürlük ve “barış” ile, FETÖ ise kurduğu casusluk şebekesini “hizmet” kavramı ile ve Batı da sahip olduğu kindarlığı ve tarihi hesaplaşmayı “demokrasi” ve kalkınma ile maskelemişti. Artık her üç aktörün de maskesi düştü. Gerçek niyetleri gün gibi aşikar. Özellikle Batı’nın PKK ve bileşenlerine gösterdiği ilgi ekseninde tarihsel bir analiz yaptığımızda karşılaştığımız durum, esasında sahip olunan stratejinin, kötü niyetin ve kindarlığın hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek düzeyde açık olduğunu göstermektedir.

Hatırlanacaktır, II. Meşrutiyet’in ilanı ile Osmanlı yönetiminde son derece köklü bir siyasi değişim meydana geldi. Daha önce yönetim, Müslümanlar ile gayri Müslimler arasında “hukuk” ekseninde eşitlik,“toplumsal” ilişkilerde ayrıcalıklı bir yapı üzerinden işliyordu ve Meşrutiyet bunu değiştirdi. Mesele uzun ama kısaca özetlemek gerekirse etnisite, inanç, düşünce ve ideoloji referanslı siyasi yapılanmaların önü açılınca Batı en çok Kürtler üzerinde yoğunlaştı. Yeni bir “Şerif Hüseyin Paşa”yı bulma çabasında PKK son derece cazip bir partner oldu. Zira en çok ümmet fikri bu politikaları engelliyordu ve örgütün bunu dağıtacak bir ideolojisi de vardı.

Ümmet bilinci yoksa…

Bugünlerde Halep’te olup bitenlere sadece seyirci kalmamız,“ümmet bilinci” olmayan Müslümanın bir işe yaramadığını çok açık bir şekilde göstermişken konuyu ayrıca açmaya gerek yok. Batı bu coğrafyadaki her farklılığı kullanmış ancak tüm bir coğrafyayı ve ümmeti iğfal etmek için ise her daim elinde işlevsel bir koz olarak Kürtleri daha çok bulundurmak istemiştir. Kürtler, PKK zuhur edinceye kadar da Batı’ya direndi. Batı, Osmanlı’nın kurduğu ve görece devletin de dışında otonom bir sistem olan milletler topluluğu (ümmet) fikrine antitez olarak milliyetçiliği icat edince eldeki en işlevsel sosyoloji Kürtler olacaktı. Ama öyle olmadı, beklediğini bulamadı. Buna rağmen yine de İngilizler ile Fransızlar arasındaki anlaşma ya da anlaşmazlıklar, bugün karşı karşıya kaldığımız, sosyolojik olarak asla ayrışması mümkün olmayan bütünlüklü bir sosyolojinin siyasi olarak ayrışacakmış gibi sunmalarına engel olmadı. İşte PKK, teorisi ve reel karşılığı olmayan siyasi bir projenin taşeronu olarak zuhur etti.

Ne yazık ki Cumhuriyet de bu işleyişin gerçekleşmesine giden yolu açan adımlar attı. Dışlanan Kürtlerin bazıları, 1920’lerde kurulan Cumhuriyetin kendilerini içermediğini düşünüp uzun bir süreden beri kendilerine sıcak mesajlar veren bazı Avrupa ülkelerine göç etti. Ancak orada aradıklarını bulamadılar. Zira bunlar hala geleneksel değerleri koruyan ve uhuvvet retoriğine de sıkı sıkıya bağlı olan kişilerdi. İnançlarını yaşatmak istiyorlar ve aynı zamanda dine hakaret edilmesine, Müslümanların birbirine kırdırılmasınada sıcak bakmıyorlardı.

Gelen bu malzemeyi beğenmeyen Batılılar bu insanlara rahat vermedi ve çok kısa bir süre sonra çeşitli Ortadoğu ülkelerine geri döndüler. Avrupa bu Kürtleri sevmemişti. Sevdiği Kürtlerin gelmesini bekledi. Nihayet istedikleri kişiler 1970 askeri darbesinden sonra geldi. Türkiye’de yaşanan siyasi krizden kaçıp Avrupa’ya gidenler tam da onların beklediği gibi kişilerdi. Bu yeni aktörler, Avrupalıların görece arzu ettikleri siyasi ve ideolojik kalıplara daha yatkınlardı. Türkiye’de de Kürtçülüğün el değiştirdiği bir dönemde meydana gelen bu göç yeni bir yapılanmayı da beraberinde getirdi. Daha önce görece aşiretlerin, medrese eğitimi almış bilgili kişilerin ve geleneksel siyasi çevrelerin ukdesinde bulunan Kürtçülük bu dönemde sol-öğrenci hareketlerin eline geçmişti. Bu kez Kürtler adına farklı bir sosyolojiyle muhatap olan Avrupalılar bir yandan özgürlük söylemi diğer yandan da Orta Doğu ile ilgili stratejilerini derinleştirmeye başladı. Burada bir parantez açıp şu hususa da ayrıca dikkat çekelim, bu dönem aynı zamanda yeni bir Anadolu aydınlanmasının başladığı, milliliğin ve yerliliğin yeniden taraftar bulup filizlendiği bir zamandır.

Bugün Avrupa’da gördüğümüz PKK romantizmi işte bu zamanlarda başladı. Dikkat edilirse Milli Görüş geleneği de ilk büyük siyasi başarılarını muhafazakar Kürtlerden aldığı oylarla gerçekleştirmişti. Belki bu yeni hareketi de kontrol etmeye yarayacaklarını düşündükleri için bu yeni aktörle kurdukları  temas onları heyecanlandırmıştı. Daha sonra PKK çevrelerinin “Bölgenin laikleştirmesini biz sağladık” sözünü de burada anmak yeterlidir sanırım. Ez cümle Avrupalılar, kendilerine çok benzeyen ve kendileri adına istedikleri pozisyonu kolayca alabilen bu yeni Kürtleri çok sevdi. PKK da onları çok sevdi. Sahip olunan ideolojik akrabalık ve düşündükleri siyasi mekanizmaların yaygınlaşması için çok cazip bir müttefik oldu PKK. Batı destekli ulusalcılığın nüfuz edemediği bölgenin sosyolojisini PKK, 10-15 yılda tamamen değiştirdi. 

Bilindiği gibi Avrupa Parlamentosu her yıl Kürt Konferansı düzenliyor. Peki buna kimler davet ediliyor? Kürt yazarlar mı? Kürt akademisyenler mi? Kanaat önderleri mi? Hayır. Cengiz Çandar, Ertuğrul Kürkçü, Figen Yüksekdağ, Hasan Cemal... Siz hiç PKK’lı olmayan bir Kürt’ün bu konferansa davet edildiğini duydunuz mu? Ben duymadım. Bu romantizmin gayesinin ne olduğunu daha iyi anlatacak başka bir şey zikretmeye gerek var mı?

[email protected]