PKK sorunu ve Ortadoğu

0
3.09.2012

Varlığını silahtan alan ve terörden beslenen bir yapıdan kendisini var eden özellikten vazgeçmesini beklemek hiç gerçekçi değil. PKK’nın şiddetini yol keserek, milletvekili kaçırarak, sivilleri öldürerek arttırması varlığını devam ettirmeye yönelik hamlelerdir.


PKK sorunu ve Ortadoğu

Doç. Dr. MURAT ÇEMREK

Lafı eğip bükmeden kitabın ortasından başlayayım: Türkiye’nin, yeni bir “İki Buçuk Savaş” ile çevrelendiğinden artık yeni bir savaş doktrini geliştirmesi gerekmektedir. İran ile bir adet “Soğuk Savaş”, Suriye ile bir adet “Sıcak Savaş” ve PKK ile de hem soğuk hem de sıcak olmak üzere bir adet “Buçuk Savaş” devam etmektedir. Mevcut durumu Türkiye’nin aynı savaşı üç farklı cephede ve üç farklı boyutta sürdürdüğü şeklinde okumak da mümkün elbette. Öte yandan yeni “İki Buçuk Sava”ş ortamındaki “Buçuk Savaş”, niceliğinden bağımsız, diğer iki savaşı da usulden değil esastan belirleyecek kadar tarihsel derinliğe ve coğrafî genişliğe maliktir. Sözün özü, Türkiye’nin PKK ile yürüttüğü mücadelede elde ettiği her başarı doğrudan ve/ya dolaylı olarak diğer iki savaşın da kendi lehine zaferle sonuçlanmasına imkan verecek, ya da tam tersi olacaktır. Bu yüzden de İran ve Suriye, cephe hatlarını “Buçuk Savaş” cenahına kaydırma gayretindedirler. PKK ise mevcut konjonktürde “mal bulmuş Mağribi” gibi savaşın kendi cephesine doğru genişlemesini cepheyi derinleştirmek ve çeşitlendirmek adına hak bayram zannettiğinden -her ne kadar Gaziantep’teki menfur saldırıyı üstlenmekten özenle imtina etse de- tırmandırdığı şiddeti Ramazan Bayramı’nda zirveye taşıyarak “olağan şüpheli” konumunu pekiştirmiştir. Lakin burada altı özenle ve dikkatle çizilmesi gereken nokta, her ne kadar metafor olarak “savaş” lafzını kullansam da, bütün savaşlarda olduğu gibi barışın silahların gölgesinde ama kalemlerce sonlandırıldığını vurgulamak içindir. Bu yüzden savaş tabiatı gereği militer yönü ağır basan bir eylem olarak kavramsallaştırılabilir ancak savaşı nihayetlendiren diyalojik/diplomatik bir sondur.

Türkiye’nin yaklaşık otuz yıllık PKK ile mücadelesinde militer boyut o kadar derinlere işlemiş ve o kadar baskın konumunu muhafaza etmiştir ki; bırakın terörü en basit şiddet eyleminde bile bu şiddeti doğuran şartlar analiz edilmeden şiddetin ortadan kaldırılamayacağı gerçeği adeta gözlerden şiddetle kaçırılmıştır. Sanki PKK ne kadar şiddet uyguladıysa Türkiye de devlet olarak daha fazlasıyla cevap verirse mesele çözülecekmiş gibi bir algı yaratılmıştır. Bu algı, devletin andıç hazırlamakta mahir kurumları, devletlû medyası ve şevketlû entelektüelleri ile elbirliğiyle kurgulanarak Anadolu’dan Görünüm programı ve benzer haber bültenleriyle servis edilmiştir. Yaşanan her acı hadiseden sonra şiddeti şiddetle bastırma kolaycılığının öfkeyle kalkma şeklinde nüksetmesi, devleti var eden ortak aklı gölgelemesi bir yana terör sorununu da kronikleştirmekten başka bir fayda sağlamamıştır. Hatta Türkiye’nin bu şiddet sarmalında devlet olmanın temel gereklerinden genelde hukuktan özelde de hukuk devleti olma yükümlülüklerinden uzaklaşmıştır. Bunlar devletin “iyi çocuklar” eliyle “rutinin dışına çıkma” şeklinde sarf-ı-nazar etmesi, terörü bitirmediği gibi Türkiye’yi üyesi olduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) nezdinde ödediği tazminatlar ve kabarık dava sayısıyla oldukça müşküle sokmuştur. Böylece Kürt sorunu, bu sorunu yaratan şartlardan bağımsızlaştırılıp terörle özdeşleştirilerek en azından kavramsal bazda terörize edilmiş, PKK’laştırılmış ve konuşulması güçleştirilerek tabulaştırılmıştır. Uzun yıllar boyunca militer hariç başka çözüm önerileri sunmak en basitinden PKK sempatizanlığı ile suçlanmayı getirmiştir.

Böylece Kürt sorunu Türkiye’deki bütün kötülüklerin anası haline gelirken ülkedeki temel hak ve özgürlüklerin vatandaşlar lehine artırılmasını cihetinde dillendirilen bütün taleplere devlet, ajitasyonla soslanmış bölünme korkusu eşliğinde karşı çıkmıştır. Kürt sorunu sadece PKK terörüne indirgendiği için anadilde konuşma, eğitim, bilimsel ve sanatsal ürünler üretme talebi bile ancak militer yollarla bastırılabilecek bir şiddet sorunu olarak gösterilmek istenmiştir. Özellikle Habur’da yaşananlar sonrasında iktidar partisinin Anadolu’daki milliyetçi-maneviyatçı-mukaddesatçı oyları kaybetmeyi göze alamadığı için büyük ölçüde tavsamaya bıraktığı ve kadükleştirdiği açılım belki de Cumhuriyet tarihindeki en önemli adımdır. Başbakan’ın siyasî hayatına mal olsa bile çözümden yana tavır koyacağını ifade etmesi ne kadar övgüyü hakkediyorsa, çözümden uzaklaşıldıkça eleştirilerin yoğunlaşması da bir o kadar normaldir.

Adı nasıl konunmuş olursa olsun açılım; Kürt sorununu terörden arındırılarak sivil bir dilin inşası çerçevesinde önemli bir merhaledir. Kürt sorunu terörden başka bir mefhum olarak konuşulmaya başladıkça savaş baronlarının daha fazla kan talebini saymazsak Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana vatandaşlarına sorumlulukları haklardan çok yükleyen devlet anlayışı da en azından daha fazla sorgulanır olmuştur. Öncesinde olası bütün demokratik hamleler için ne zaman adem-i-merkeziyetçi bir yaklaşım dillendirilse hemen karşısında Türkiye’nin “kendine özgü durumu” pergelinde “devletin milletiyle bölünmezliği” eşliğinde Kürt sorununa atfen iflah olmaz bir bölünme korkusu izale edilmekteydi. Bugün için de açılım mehter yürüyüşle ilerlediğinden bu korkunun silindiğini söylemek için fazlasıyla erkendir.  Ülkenin üniter vasfına fazla vurgu merkezi adeta tanrılaştırarak her şeyin çözümünü Ankara’dan beklemeyi normalleştirirken merkezi de ceberrutlaştırmakta ve karşılığında da Ankara, her talebi “Ankara havası” tadında duyumsamaktadır.

Örneğin Milli Eğitim Bakanı’nın haklı şikayetindeki gibi öğretmen olduktan sonra doğudan batıya tayin talebi bölgede öğretmen açığını çözülemez kılmaktadır. Halbuki öğretmen alımlarının Ankara’dan değil de okul bazında kabul edilir hale gelmesi bazı ülkelerin nüfusuna denk Bakanlığın problemlerini çözmede katkı sağlayacaktır. Oysa siyasetin temel kurallarından güçsüzler güç isterken güç sahiplerinin de daha çok istemesi, bir güç merkezi olarak bürokrasinin statükoyla ilişkisini gayet güzel özetlemektedir. İşte Kürt sorununu bölünme korkusuyla çözümsüz kılan statükonun demir eldivenidir ve açılımı daha fazla gerekli kılan da bu eldivenin kadifeleşmesi ihtiyacıdır.

Terörün yükselme sebepleri

Son dönemde iktidar partisi Kürt sorununu çözdüğü ve geriye ise terörün kaldığı söylemiyle MHP’ye yaklaştıkça, militarizme ve istihbarat eksikliğine yapılan vurgu -her ne kadar başka bir saiki barındırıyorsa da- “Atlantik ötesi”nden bile duayla karışık bir eleştiri şeklinde ön plana çıkmaktadır. Türkiye’de son dönemde bu istihbarat ağırlıklı militer dilin yaygınlık kazanmasında İran ile kadim kontrollü kriz yönetimi çerçevesindeki ilişkilerimizin İran’ın yüksek rütbeli subaylarınca sorumsuz açıklamalarıyla gereksiz gerilmesi de etkili olmuştur. Arap Baharı’nda Türkiye’nin İran ile Bahreyn konusunda farklı tutumu ile ilişkileri açılırken Suriye konusunda Türkiye’nin Suudi Arabistan ve Katar ile yoldaşlığı İran ile kontrollü krizini derinleştirerek Soğuk Savaş’a tahvil etmiştir. Türkiye’nin Suriye ile “model ilişki”si ise zaten bu süreçte daha öncesinde hiç olmadığı kadar Sıcak Savaş’a taşınmıştır. İlişkiler kötüleştikçe Suriye’nin yeniden oynayabileceği PKK kartı Türkiye’nin güvenlik endişelerini pekiştirirken atacağı sert adımların da meşruiyet kaynağı haline gelmiştir.

Suriye’nin devlet olmanın gereklerini yerine getirmedeki zafiyetinden doğan güç boşluğu PKK lehine gerçekleştikçe ve İran ile Suriye’nin de PKK’yı taşeronlaştıran görüntüsü, bölgenin geleceğiyle ilgili herkesi oldukça kaygılandırmaktadır. Böyle bir dönemde yükselen terör sadece Türkiye’nin sorunu olamayacağı gibi Türkiye’nin demokratikleşme hamlelerine daha fazla enerji ayırması da bölgedeki demokratikleşmeyi ivmelendirecektir.

Zaten terörün artırılmasından murat, Türkiye’nin atacağı demokratikleşme hamlelerini daha rüşeym halde boğmaktır. Bu çerçevede, PKK’nın silah bırakması talepleri samimi bir dua ve içten bir temenni olarak ne kadar yüksek sesle dillendirilirse dillendirilsin bir ontolojik gerçekliğe tekabül etmemektedir. Çünkü varlığını silahtan alan ve terörden beslenen bir yapıdan kendisini var edenden vazgeçmesini beklemek en diplomatik ifadeyle anlamlı değildir. İşte PKK’nın şiddetini sistematik olarak yol keserek, milletvekili kaçırarak, sivilleri öldürerek arttırması varlığını devam ettirmeye yönelik hamlelerdir.

Sonuç olarak, kadim bilgeliğin imbiğinden süzülmüş “Kanı kanla yumazlar, suyla yurlar” atasözünden hareketle,  açılım hamlelerine daha fazla şans tanınması, Anayasa çalışmalarının hızlandırılması, Uludere’de uçak bombalarıyla hayatını kaybeden kaçakçılar için tazminat ötesinde bir kuru özrü çok görülmemesi, PKK’nın sadece elini değil kalbini de fena halde kıracak ve bölge halkının gönlünün daha çok kazanılmasına vesile olacaktır. Böyle bir hamle, sivil siyaseti teröristlerle kucaklaşmak olarak yorumlayanlara da iyi bir ders olacaktır.

[email protected]