Popülizm, aşırı sağ, faşizm

Bülent Güven / Yazar
18.08.2018

Şu anda bazı Avrupa ülkelerinde aşırı sağ partiler maalesef ya iktidar ortağı veya ana muhalefet partisi konumunda. Bir kısmında ise oyları yüzde 20’ler civarında seyrediyor. Günümüz Avrupa dünyasında merkez partilerin eriyip yok olmasını ve aşırı sol/sağ partilerin 1920’ler ve 1930’lardaki gibi yükselişini nasıl açıklayabiliriz?


Popülizm, aşırı sağ, faşizm

II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilgiyi kabul etmesinden bir buçuk ay sonra, dönemin ABD Başkanı Harry S. Truman 26. Haziran 1945 yılında, San Francisco’da Birleşmiş Milletler’in kuruluşu ile ilgili bir belgenin imza törenindeki konuşmasına şu şekilde başlamıştı: “Faşizm Mussoloni’nin ölümü ile bitmedi (...) Hitler öldü, fakat onun sakat mantığının tohumu bir sürü fanatik insanın beyninde kök saldı. Tiranları iktidardan düşürmek, toplama kamplarını özgürleştirmek kolay, fakat bu sonuçları doğuran fikirleri yok etmek çok zor.”

Öyleyse kendimize şu soruyu soralım: Aradan 73 yıl geçmesine rağmen Truman’ın bu öngörüsü hala geçerli mi?

Örneğin, Humboldt Üniversitesi’nden siyaset bilimci Profesör Naika Foroutan Almanya’nın ve Avrupa’nın şu anki genel gidişatını Truman öngörüsünü teyit ederek şu şekilde değerlendiriyor: “Avrupa ve Almanya toplumunun şu anki durumu “ön-faşizm (pre-faşizm)” aşamasıdır…” Bu çarpıcı tespitten sonra belki de kendimize şu soruyu sorabiliriz: Avrupa’da gerçekten neler oluyor?

Avrupa’da son yıllarda işlerin yolunda gitmediği bölgeyi yakından takip eden herkesin malumudur. Zira, II. Dünya savaşından sonra savaştan çıkarılan dersler ile soğuk savaş döneminde Batı bloğu içinde kalan Almanya, Fransa, İtalya gibi Avrupa ülkeleri merkez sağ ve sol partilerin siyasi arenada baskın olduğu demokratik bir düzen içinde ve tüm dünyaya örnek olacak bir şekilde kalkınmalarını gerçekleştirerek, kendi halklarına görece huzur ve refah getirdiler. Bu modellerinin başarılarından dolayı “Doğu bloğu” içinde kalan Polonya, Çekya-Slovakya ve Macaristan gibi ülkelere de cazip bir model sundular. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra da bu ülkeler tereddütsüz bir şekilde Batı Avrupa ülkelerinin ekonomik ve sosyal modellerini kopyaladılar.

Fakat gelinen noktada yeni gelişmeler Avrupa’nın bu başarılı ekonomik ve siyasal modelinin aksamasına neden oldu. En başta globalleşme, daha sonra onun uzantısı olarak Uzak Doğu’da başta Çin olmak üzere bazı ülkelerin kalkınarak Avrupa/ABD’ye ekonomik anlamda rakip olmaları ve son yıllarda da dijitalleşmenin yol açtığı yapısal dönüşümler ABD ve Avrupa’da oluşmuş başarılı modelin tökezlemesine ve sorgulanmasına neden oldu. Fakat asıl önemlisi ise 2007 yılında dünya ekonomik krizi özellikle İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde bıraktığı kalıcı etkiler ile Avrupa’daki istikrarsızlaşma sürecini daha da hızlandırdı. İşte bu fiili durum Avrupa ülkelerinin geleneğine ve sosyal yapısına göre ilk başta tasvir edilen sorunlara basit cevaplar veren sağ ve sol popülist partilerin yükselişine neden oldu.

İşaret fişeği İtalya

Avrupa’daki siyasal iklimi belirleyen temel ülkelerden birinin İtalya olduğunu söyleyebiliriz. İlginç bir şekilde Roma’nın mirasçısı, Katolik Hristiyan dünyanın merkezi, Rönesans’ın doğduğu coğrafya olan İtalya, aynı zamanda Avrupa’da faşizmin ilk hâkim olduğu ülke. Birinci dünya savaşında çavuş olarak görev yapan Avrupa’da faşizmin kurucusu olan Benito Mussolini 1922 yılında, birinci dünya savaşında onbaşı olan Hitler’den 11 yıl önce ve İspanya’da iktidara gelmeyi başaran diğer faşist lider Francisco Franco’dan da 14 yıl önce İtalya’da iktidarı ele geçirerek hem Hitler’in liderliğindeki Alman faşistlere hem de İspanya’daki faşistlere esin kaynağı ve model oluşturdu. Diğer Avrupa ülkelerindeki faşist hareketlere de model olduğunu söylemeye gerek yok.

Bugünkü Avrupa’da aşırı sağ ve sol popülist partilerin yükselişinin ilk işaret fişeği yine İtalya’da görülmüştü. 1990 yılların başlarında İtalya’da ortaya çıkan bir takım yolsuzluk skandallarından sonra merkez partiler çökme noktasına gelmişti.  Silvio Berlusconi, 1993 yılında kurduğu “Forza Italia” partisi ile popülist söylemler kullanarak farklı aralıklarla iktidara geldi. O yıllardan itibaren İtalya’da siyasi partiler yelpazesi darmadağın oldu, istikrarsız hükümetler ülkeyi daha derin krizlere sürükledi. Bugün Avrupa’da Yunanistan dışında borcu GSYH’ye göre (yüzde 130) en yüksek olan ülke İtalya. En nihayetinde, bu süreç şu an İtalya’da aşırı sağ ve aşırı sol partilerin koalisyonuna yol açtı. Bugün İtalya gibi Avrupa’da siyasetinde belirleyici olan ülkelerden birinin iç işleri bakanı aşırı sağ Lega partisinin genel başkanı Matteo Salvini’dir.

Salvini, aşırı sağcı bir İtalyan vatandaşının, 5 Afrika kökenli insanı kurşunlaması olayına destek verircesine Twitter’dan şu açıklamayı yaptı: “Kontrolsüz göç kaos getiriyor, bununla birlikte öfke ve toplumsal çatışmaya yol açıyor.” Yine, Salvini Irak, Suriye ve Afrika kıtasındaki savaşlardan dolayı sığınmak için Avrupa’ya gelmiş mültecileri işgalci olarak tanımlamıyor ve denizde boğularak ölmelerinde bir mahsur görmüyor. Ayrıca İtalya’da yine Salvini’nin içişleri bakanlığında faşizm döneminde olduğu gibi güya kayıt altına almak amacı ile Romen insanlar sayılmaya başladı.

İtalya’da gördüğümüz bu durumu şu an Avusturya’da da görebiliyoruz. Orada da aşırı sağ partiler iktidar ortağı ve Salvini’nin söylemlerine ve eylemlerine benzer tavırlar sergiliyorlar. Yine Macaristan’da, Polonya’da ve Slovakya’da da aşırı sağ olmasa da aşırı sağ söylemleri kullanan ve bunları politikalarına yansıtan popülist parti ve kişiler iktidarda bulunuyorlar. Almanya’da iktidarın muhafazakâr ortağına mensup içişleri bakanı Horst Seehofer çekinmeden 69. yaş gününde savaş mağduru 69 Afgan mülteciyi sınır dışı ettiğini gururla söyleyebiliyor.

Avrupa İslamlaşır korkusu

Özetle, şu anda bazı Avrupa ülkelerinde aşırı sağcılar maalesef ya iktidar ortağı veya iktidar ortağı olmadığı ülkelerin bir kısmında da ana muhalefet partisi konumundalar. Bir kısmında ise oyları yüzde 20’ler civarında seyrediyor. Fransa’da aşırı sağcı Le Pen son başkanlık seçiminde yüzde 34 oy aldığını hatırlayalım. Almanya’da ise Hitler gibi ırkçı ideolojiyi savunan AfD’nin oyları hala yüzde 17’de ve hala yükselme trendinde. Hollanda ve Belçika gibi ülkelerde de aşırı sağcı partilerin yükselişte olduğunu vurgulamak gerekir.

ABD’de Trump’ın yükselişini de yine benzer bağlamda düşünmek gerekiyor.

O halde, günümüz Avrupa dünyasında merkez partilerin eriyip yok olmasını ve aşırı sol/sağ partilerin 1920’ler ve 1930’lardaki gibi yükselişini nasıl açıklayabiliriz?

Genel kanaat, o zamanki Avrupa’nın günümüzde yaşadığı ekonomik ve sosyal sıkıntıdan çok daha derin bir sosyal ve ekonomik sıkıntı içinde olduğu yönünde. Gerçekten I. Dünya Savaşı hem savaşın galiplerini hem de mağluplarını ciddi ekonomik sıkıntı içine sürüklemişti. Aynı zamanda basta Almanya olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde monarşi düzeni yıkılmış yerine parlamenter sistemler gelmişti. O dönemki mevcut siyasi partilerin, sorun yaşayan ülkelerin içinde bulunduğu problemleri çözecek programa ve kadrolara sahip olmamaları krizi iyice derinleştirmişti. Zaten 1929 ekonomik krizi de bunun tuz biberi olmuştu. Bu kaostan sonra da iktidar olma şansı elde eden faşist partiler maalesef tüm dünyayı da kaosa sürüklediler.

Aşırı sağcı ve popülistlerin başarılı olmalarının arkasında yukarıda ana hatları ile tasvir edilmeye çalışılan nedenler olmasına rağmen, kriz ortamında halka yol gösterip ümit verebilecek merkez partilerin olmayışından dolayı, aşırı sağcı partiler bu karmaşık sorunlara basit, fakat aslında incelendiği zaman derinliği olmayan cevaplar vererek endişe içinde olan halkın teveccühünü elde etmeye çalışıyorlar. Bunda da maalesef başarılı oluyorlar. Özetle, 1920 ve 1930’lu yıllarda halk aşırı partilere hangi psikoloji ile destek verdiler ise bugün de maalesef ayni psikoloji ile destek veriyor.

Ayrıca bu tür aşırı sağ partilerin başarı için düşmanlara ve kıyamet senaryolarına ihtiyacı var. O dönem özellikle Almanya özelinden yola çıkarsak düşman Yahudilerdi. Bugün ise aşırı sağ partilerin düşman olarak gösterdikleri temel kesim Müslümanlar ve mülteciler. Avrupa’da bu Müslüman ve mülteci düşmanlığı maalesef sadece siyasi partilerin söyleminde değil, artık politikalarına da yansımış durumda. Ayrıca Avrupa’daki Müslümanlar ve mülteciler bu düşmanlığı sokakta da hissediyorlar. Aşırı sağ partilerin öne sürdüğü kıyamet senaryosu ise Avrupa’nın zamanla Müslümanlaşacağı yönünde ve maalesef bu söylemin destekçileri de oldukça fazla.

Gelinen noktada; Avrupa nereye gidiyor sorusu sorulduğu zaman, basit bir cevap vermek çok zor. Umarız 20. yüzyılın ilk yarısındaki gibi bir kaosu tekrar yaşamayız. Birkaç yıl önce Avrupa’da asla olmaz denilen şeylerin olduğunu görünce, tabu haline gelmiş söylemlerin yıkıldığına şahit olunca en azından önümüzdeki dönem için iyimser olamıyoruz. Fakat tarihten gördüğümüz şu ki Rönesans ve eleştirel düşünce gibi pek çok olumlu yönün yeşerdiği Avrupa’da, akıl tutulması yaşandığı zaman bir onbaşı ve bir çavuş dünyayı rahatça kana bulayabiliyor. Umalım Truman’ın öngörüsü gerçekleşmemiş olsun.

[email protected]