Post-truth değil düpedüz millet iradesine karşı muhtıra

Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi
9.04.2021

104 emekli amiralin bildirisine göre ‘kutsal' bir metin olan Montrö kesinlikle tartışılamazmış. Bugüne kadar tartışılmayan ne kaldı? Sol-Kemalist çevrelere göre Allah, din, iman, cami, namaz, mevlit, sarık, cübbe, başörtüsü, Kuran-ı Kerim, cinsiyetler tartışılabilir, ama Montrö tartışılamaz. Allah kelamı tartışılabilir, Allah'ın verdiği cinsiyet tartışılabilir ama Montrö anlaşması tartışılamaz. Tartışmak ihanettir. Hadi oradan! İstibdat asıl bu.


Post-truth değil düpedüz millet iradesine karşı muhtıra

Darbe meselesi bir türlü gündemden düşmüyor. Daha önce de yazmıştım: "Darbe geleneği varsa darbe ihtimali de var demektir." Liberal bir kişi olan Max Duncker haklı olarak şöyle demiştir: "Geyik akarsuları nasıl özlerse ordu da ayaklanmaları öyle özler." Nitekim bu özlemle yanıp tutuşan ordudan emekli olmuş 104 amiralin gece yarısı Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ne yönelik yayınladığı bildiriyle milletçe bir kez daha psikolojik şiddete maruz kaldık.

Bir kez daha anladık ki...

Söz konusu bildiriye hükümetten ve muhalefetten çok sayıda tepki geldi. Muhtelif sivil toplum örgütleri bildiriyi darbeye karşı olduklarını belirterek protesto ettiler. Mevzu derinleştikçe anladık ki emekli askerler milletçe bizi bir kez daha dövmeye kalktılar.

Bildirinin bahanesi tekkede sarık cübbe giymiş bir amiral. Sanki bütün ordu mensupları sarık cübbe giymiş. Cezası neyse verirsin olur biter. 28 Şubat'ın bahanesi de Ali Kalkancı Fadime Şahin... Yani fındık fıstık.. Bir de Montrö Sözleşmesi'nin tartışmaya açılması (Bu arada kim ya da kimler ne zaman tartıştı? Ben tarihçilerin, coğrafyacıların, hukukçuların, uluslararası ilişkiler uzmanlarının, siyaset bilimcilerin ve sosyologların kamuoyunun gözünün önünde katıldığı entelektüel bir tartışma yapıldığını hiç duymadım, yapıldıysa bilelim). Montrö meselesine yer ayıran bir bildiri olduğu için kimileri darbe bildirisine Montrö bildirisi dediler. Bildiriye göre kutsal bir metin olan Montrö kesinlikle tartışılamazmış. Bugüne kadar tartışılmayan ne kaldı? Sol-Kemalist çevrelere göre Allah, din, iman, cami, diyanet, din eğitimi, namaz, mevlit, teravi, sarık, cübbe, başörtüsü, Kuran-ı Kerim, cinsiyetler tartışılabilir, ama Montrö tartışılamaz. Allah kelamı tartışılabilir, Allah'ın verdiği cinsiyet tartışılabilir ama Montrö anlaşması tartışılamaz. Tartışmak ihanettir. Hadi oradan! İstibdat asıl bu. Bilmem kaç yıl önce olağanüstü şartlarda imzalanmış bir anlaşmayı tartıştırmamak! Asıl vatana ihanet memleketinin gücüne güç katacakken, uluslararası etkinliğini arttıracakken ecnebi devletlerin lehine (Zira Montrö Anlaşması onların işine gelmektedir) hareket etmektir.

Neden tartışılmasın?

Eğer Montrö'den daha iyi bir anlaşma yapılabilecekse Montrö anlaşması niye tartışılamasın. Mesela soruyorum: Amerika'nın Montrö'sü var mıydı ya da var mı? Amerika, Bulgaristan, Yunanistan, Ukrayna sınırlarına şu anda askeri yığınak yapıyor acaba Amerika kendi Montrö'süne göre mi bu yığınakları yapıyor? Amerika, Irak ve Suriye sınırımızdaki PYD varlığına silah verirken kendi Montrö'süne göre mi davranıyor? Rusya hangi Montrö'süne göre Kırım'ı işgal ediyor ve Ukrayna'ya savaş açıyor? Fransızların bir Montrö'sü yok mu? Suriye üzerinde, Akdeniz'de sürekli jetlerini uçuruyor? Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu'nun parçası olan Yunanistan'ın bile Montrö filan taktığı yok. Ege ve Akdeniz'de cirit atıyor bıraksan Marmara'ya, Karadeniz'e çıkacak.

Silahlıların ifade özgürlüğü

Bazı çok bilmişler kalktı, "Efendim bu bildiri ifade özgürlüğüne girer" dedi. Emekli amiraller özgürce fikir beyan etmiş. Milletin iradesine karşı darbe tehdidi savuran, emekli de olsa beylik tabancalı kişiler tarafından örgütlü bir şekilde imzalanmış metnin neresi ifade özgürlüğü? Memleketin her yerinde gerekirse ifade özgürlüğünü toptan yasaklamayı savunan bir bildiriyi ifade özgürlüğü diye savunabilir misiniz? (Darbe sonrasında pek çok özgürlüğün yanı sıra ifade özgürlüğü de askıya alınır). Bir katil, cinayeti (isterseniz popüler bir mesele olarak kadın cinayeti diyelim de fikrimiz daha çok taraftar bulsun) savunuyorsa evet savunsun sonuçta onun da ifade özgürlüğü var demek gibi bir şey bu. Milletin seçtiği temsilcilere, siyasi iktidara ayar vermeye kalkan bu metin ifade özgürlüğü olarak kabul edilemez.

Başka birileri de çıktı bu bildiri post modern darbeden sonra post-truth darbe girişimi dedi (post-truth=gerçeklik ötesi dediler ama aslında "truth" kelimesini "hakikat" diye çevirmek daha doğru olurdu çünkü "truth"un Türkçe karşılığı "gerçeklik"se "reality"nin Türkçe karşılığı nedir?). 28 Şubat darbesine post-modern diyerek ağırlığını nasıl hafifletmek istedilerse aynı şeyi 4 Nisan emekli amiral bildirisi için de yapmak istediler. Ben bu tabire itiraz ediyorum. Post-Truth filan değil, düpedüz milletin iradesine karşı sözlü muhtıra girişimi, yani basbayağı darbe girişimi ya da ön hazırlığıdır gece yarısı yapılan. Gündüzler çuvala girmiş.

Asker siyasi karar veremez

Bildirinin gece yarısı tam da Cumhurbaşkanımızın Marmaris'te olduğu gün kamuoyuna sunulması da çok anlamlı açıkçası: Bir gece ansızın gelebiliriz!

Bir politika klasiği sayılan Siyasi İlahiyat: Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm adlı eserinde Alman siyaset bilimci Carl Schmitt "Egemen olağanüstü hale karar verendir" der. (Schmitt Carl, Siyasi İlahiyat: Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm, çev.: Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi, Ankara, 2005, s. 13) Ülkemizde eskiden olağanüstü halin ne olacağına, ne zaman ilan edileceğine askerler karar verirdi. Gerçek bir demokraside bu mümkün değildir. Demokratik bir cumhuriyete geçme denemeleri yapan Atatürk kendisi bir asker olmasına rağmen askerlere siyasete gireceksen üniformanı çıkar demiştir. Eğer askerler siyasi karar veriyorsa orada demokrasinin d'si bile yoktur. Sözde demokratik üçüncü dünya ülkeleri Batı hayranı darbeci generallerin elinde oyuncak olmuştur. Siviller Mısır'da darbeci Sisi'ye olduğu gibi boyun eğerler. Eğmeyenler de İhvan-ı Müslim gibi hapishaneyi ya da darağacını boylar. Seçilmiş hükümete karşı gece yarısı bildirisi yayınlayan emekli amiraller Türkiye'yi hala üçüncü dünya ülkesi sanıyorlar, sanmasalar da ona çevirmek istiyorlar. Ak Parti iktidara geldiğinden beri süren asıl kavga statü kavgasıdır. Solcular gibi sınıf kavgası demek isterdim ama Türkiye'de Batılı anlamda sınıflar ve sınıf çatışması hala yok. Mesele bahşedilmiş statülerin kaybedilmesinin bazıları tarafından hazmedilememesidir. Bu Milet sizi vergileriyle okutmuş amiral yapmış ama ilk fırsatta kendi milletinizi dövmeye kalkışıyorsunuz!

Bitmek bilmiyor!

Atilla Yayla, Kriter dergisindeki yazısında amirallerin bildirisini değerlendirirken siyasete müdahil olma virüsü, cuntacılık hastalığı diyor. Diğer isabetli analizlerinin yanında güzel bir tespit ama bir itirazım var: Pandemiler bile iki üç yıl hadi zorlasan beş yıl sürüyor ama emekli bile olsalar askerlerinki bitmek bilmiyor. Darbe geleneğinde karşımıza çıkan muhtıralarla sürekliliği olsa da bana göre 104 amiralin bildirisinin diğer muhtıralardan bir farkı var. Burada ilginç olan günümüzdeki Atatürksüz Kemalizmin, Hdp ile saf tutma stratejisinin emekli askerlerdeki yansımasıdır. İmza atan amirallerden birisinin sınırımızdaki PKK/PYD varlığını bir anlamda meşrulaştırdığı medyada sık sık gündeme gelmiştir. Eğer bu iddia doğruysa mevcut durum daha da vahim demektir. Bildiriye imza atanların hepsi bu konuda uzlaşır mıydı yoksa aralarında anlaşmazlığa mı düşerlerdi bilemiyoruz (PKK-PYD varlığını savunan biriyle siz aynı bildiriye imza atar mıydınız? Belki bu soru sorulabilir) ancak geçmişte darbeciler ülkede birlik ve bütünlüğü sağlamak için darbe yaptıklarını söylüyorlardı. Eğer bu bildiriye imza atanlar her konuda anlaşma içindeyseler anlaşılan o ki, gelecek darbeler Türkiye'yi birlik beraberlik içinde ve bir bütün olarak tutmak adına değil, parçalamak için yapılacak demektir. Bu yüzden vatanını gerçekten seven Atatürkçü insanlar, gasp edilmiş olan partilerini tekrar geri almak zorundadırlar. Yoksa Atatürksüz Kemalizm, namuslu Atatürkçüleri şimdi kısmen, zamanı gelince de tamamen tasfiye edecektir.

Ve şu soruyu da sormak durumundayım: Mevcut sınırlardan geriye çekilmeyi savunan askerler dünyanın başka neresinde var? Kanal açmaktan çekilelim. Suriye'den, Irak'tan, Karadeniz'den, Boğazlar'dan çekilelim, Akdeniz'den Ege'den çekilelim... Bu maalesef Türkiye'de görülen bir zihin hastalığı ve üstelik bir geçmişi, geleneği de var. Ben demiyorum, Kemal Tahir söylüyor.

Namuslu bir entelektüel

Kemal Tahir, Notlar'ında İmparatorluğu kaybetmemenin yollarını namuslu insanlar ararlarken – bunlar, mandacı olarak memlekete yabancıları çağırmakla suçlanıyordu- diğerlerinin nasıl bir hıyanet içerisinde olduğuyla alâkalı bakın ne diyor:

"Sultan Abdülhamit, haleflerine imparatorluğu teslim etmek zorunda kaldığında 4 milyon kilometrekareyi geçen bir alanı" içeren imparatorluk, ulus devlet kurulduğunda 780 bin kilometrekareyi biraz geçiyordu."

"Bütün bu işlerin gürültüsüz, patırtısız çevrilmesi için ilk iş olarak, ihâneti vataniye kanunu çıkarılmış, İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştur. Bu Mahkemeler, 'Yahu İmparatorluktan nasıl vazgeçebiliriz?', 'Bunun bedeli bu mudur?' diyenleri tepelemek, böyle düşünecekleri de baskı altında tutmak niyetiyle ne idüğü belirsiz adamların idaresinde çalıştırılmışlardır. Bunun güç yetiremediği yerlerde ise düpedüz İttihatçı metoduyla siyasal cinayetlere başvurulmuş, ilk ağızda iki Lâzistan Mebusu öldürülmüştür." (Tırnak içindeki iktibaslar şu eserlerden: Tahir Kemal, Notlar 13/Sosyalizm, Toplum ve Gerçek, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1992, s.382-383 ve Tahir Kemal, Notlar/Çöküntü, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1992, s.283)

Solun içinde aykırı bir ses, memleketçi ve namuslu bir entelektüel olan Kemal Tahir'in eleştirisi bugün hala geçerlidir. Kendi milletini karşısına alacak, ona karşı darbe planlayacak kadar yabancı ülkeleri tatmin etme arayışında olan elitler memleketimizin başına gelmiş en büyük musibettir. Tedavisi daha fazla demokrasi, daha fazla demokrasi!

[email protected]