Postmodern çağ, bilimcilik ve anlam krizi

Mehmet Ödemiş / Yazar
20.10.2018

Ateizmde bilimsel bilgiye atfedilen değer, tüm kuşkuları izale edecek denli bir kesinlik içermektedir. Bu radikal tutum ise bir tür pozitivist bağnazlığa yol açmaktadır. Hakikate giden yolları daraltan, farklı usul ve yaklaşımları dışlayan ve adına “postmodern çağın yeni dini” denen bilimciliğin insana vaat ettiği şey; bir ‘anlam krizi’nden fazlası değildir.


Postmodern çağ, bilimcilik ve anlam krizi

Eski Ahit’in Tanrı’sı, muhtemelen bütün kurgulardaki en nahoş karakterdir. Kıskanç ve bundan gurur duyan; dar kafalı, insafsız, bağışlamaz bir zorba, kindar, kana susamış bir etnik temizlikçi; kadın düşmanı, eşcinsel düşmanı bir ırkçı, bebek katili, soykırımcı, evlat katili, vebacı, megaloman...”

Yukarıdaki ifadeler kendisini kültürel Hıristiyan bir ateist olarak tanımlayan Richard Dawkins’e ait... Dawkins’in zihin dünyasına tekrar döneceğiz fakat giriş paragrafı, bugünkü ateistlerin çoğunun Yahudi olması ile Tevrat’ın Tanrı sunumu arasındaki ilişkiyi anlamak için yeterli bir kanıt olsa gerek!

Ateizm yani Tanrı’nın varlığını ret düşüncesi, neredeyse insanlık tarihi ile eştir. Allah Teâlâ, ademoğlunun yeryüzündeki serüveni boyunca insanın ayağının tökezlediği, aklının çamura saplandığı ve doğru ile yanlışı tefrik edecek varoluşsal özden uzaklaştığı vetirelerde nebiler göndererek elinden tutmuştur. Böylece “akıl tutkunun kölesidir ve öyle olması da gerekir” (D. Hume) anlayışını merkeze alan mantaliteyi frenlemeye çalışmıştır.

Yaşadığımız çağda yeni bir forma bürünen ateizm, ‘deneysel bilimler’i yegane bilgi kaynağı olarak kabul ederek “epistemolojik ötekileştirme” yapmaktadır. Onlara göre, Allah’ın varlığı kanıtlanabilir bir şey değildir çünkü mevzu, deneysel yöntemlerin sınırları dışındadır. Tanrı’nın varlığının aklî çıkarsama yoluyla pekala kavranabileceğini savunan teistleri, irrasyonel davranmakla suçlayan ateistler; böylece rasyonelliği de deneysel yöntemlerin sınırlarına hapsetmektedir. Oysa bilgi, gerçeğin peşinde olanlar için sadece bir vasıtadır. Elbette siz bu vasıtayı, bilimi dogmatikleştirme yolunda araçsallaştırabilirsiniz. Ancak bu tercihin sizi götüreceği yer, eleştiredurduğunuz dinî taassuptan çok da farklı bir yer olmayacaktır.

Anlam krizi

Ateizmde bilimsel bilgiye atfedilen değer, tüm kuşkuları izale edecek denli bir kesinlik içermektedir. Öyle ki onların bilime yönelik akılla kurdukları bu bağ, teistlerin hem akıl hem de duyguyla kurdukları imanî bağdan daha sıkıdır. Bu radikal tutum ise bir tür pozitivist bağnazlığa yol açmaktadır. Hakikate giden yolları daraltan, farklı usul ve yaklaşımları dışlayan ve adına “post modern çağın yeni dini” denen bilimciliğin insana vaat ettiği şey; bir ‘anlam krizi’nden fazlası değildir. Üstelik bilimsel bilginin en temel özelliği, yani “yanlışlanabilirlik”i bir iman heykeli gibi orada öylece dururken.

Tanrı’ya, tabiata ve kendine dönük varoluşsal sorularından vazgeçmeyen bir ateist olarak kalmak, ufkunu ışığa ve sonsuzluğa kapatmamak, en azından düşüncenin namusu adına daha sahih bir yaklaşımdır. Haddizatında Marksist-ateist düşünür Terry Eagleton’ın da altını çizdiği gibi bu çağın kritik sorusu, dolayısıyla yanıtı: “Gösterenin mi gösterileni belirlediği yoksa gösterilenin mi göstereni belirlediği” düğümünde gizlenmektedir. Hal böyleyken Tanrı’yı ararken ateist olanlar, Tanrı’dan kaçarken ateist olanlardan daha çok saygıyı hak ederler.

Bugün dünyada 1.2 milyon ateist olduğu tahmin edilmektedir ve bu rakamı saptayan araştırmalar, genellikle İslam dünyası dışında yapılmaktadır. Ancak agnostisizm, deizm ve devamı niteliğindeki ateizm, bugün İmam Hatip Liselerinde bile zemin bulabiliyorsa problemi görmezden gelmenin vakti geçmiş demektir.

“Tanrı sessizliği”

Bu yüzden ateizm konusu geçtiğimiz haftalarda Siirt’te düzenlenen bir sempozyumda İlahiyatçılar tarafından masaya yatırıldı. Geçen yıl deizmi konuşan kelam hocaları, bu yıl da onun bir sonraki istasyonu mesabesindeki ateizmi tartıştılar. Sempozyum için Batman Havaalanından Siirt’e hareket ederken kendimi bir anda Hızlı ve Öfkeli filminin bir aksiyon sahnesinde buldum. Sürücümüzün ‘bu yollar bizden sorulur’ mealindeki ürpertici cevvaliyeti Siirt’e vardığımızda yerini bilimsel bir maneviyata bıraktı. Yine de emeği geçen herkes sağ olsun! Oldukça verimliydi.

Ateizm ve deizm Batı’da “kurumsal” nedenlerden, Doğu’da ise elan “durumsal” nedenlerden dolayı ortaya çıkmaktadır. Durumsal nedenleri değiştirmek, kurumsal sebepleri değiştirmeye oranla daha kolaydır. Batı kültüründe doğup büyümüş bir kimsenin deist ya da ateist olmasını anlamak, görece kolaydır. Çünkü hem Hıristiyanlığın hem de Museviliğin Tanrı, insan ve kozmoloji anlayışı sıkıntılarla doludur. Ancak bu fikir, Müslüman gençler arasında enfekte olmaya başladıysa dinle kurulan ya da kurulamayan ilişkiden, din sunumlarından, gelenek ve dinin sağlıklı anlatılıp anlatılmadığından başlayarak ucu yontulmuş, can sıkıcı sorular sormanın vakti gelmiş demektir.

Türkiye sosyolojisinde bireyin içini ısıtmasına ve ışıtmasına izin verdiği inanç, onun dışına dönük eylemlerinde genelde sükut etmektedir. Bugün gençlerimizin içindeki Tanrı susmaya başladıysa bunun, Ankara İlahiyatın popüler hocalarından Şaban Ali Düzgün’ün dile getirdiği “Tanrı sessizliği” kavramsallaştırmasıyla ne kadar ilgisi olduğu üzerinde düşünmemiz gerekir. “Tanrı’nın sessizliği” metaforu, İsevilikte izlerini gördüğümüz bir inanç krizidir. Çünkü daha sonradan babanın (Tanrı’nın) oğlu olarak adlandırılacak olan Hz. İsa, çarmıhta inandığı Tanrı tarafından yalnız bırakılmıştır. “Elî! Elî! Lemaşevaktanî?” (Tanrım! Tanrım! Beni niçin terk ettin!) diye feryat eden İsa nebi, Hıristiyanlara göre acıların çocuğu olarak can vermiştir. Üstelik çektiği acılar, kendi acıları bile değildir.

Oysa Allah Teâlâ, hem peygamberlik kurumu ile hem de akıl ve vicdan yetileri ile âdemin elini aslında hiç bırakmamış, onu bir anlamsal ademe (yokluğa) mahkum etmemiştir. Şaban Ali Düzgün konuşmasında insanlık tarihini, “Allah’ın insanı arama tarihi” olarak niteleyerek tersten (belki de düzden) okumayı yeğledi. Hoca bunu söylerken sadece salonu şaşırtmayı amaçlamadığına göre, insanlığın bugün erdiği(!) mertebenin faturasını kime keseceğimiz hususunda tefekkür etmemizi amaçlamış olmalı!

Eşârîler ve Mâtürîdîler’de iradenin genelde ‘kasıt’ ile ifade edildiğini hatırlatan Abdünnasır Süt, tebliğinde Alvin Plantinga’nın “Özgür İrade Savunması”nı ele aldı. İnsanın özgür iradeye sahip bir varlık olduğu iddiasında bulunan Nasır Hoca’ya, tezini muarızlarına kabullendirme hususunda Allah yardım etsin! Zira irade ya da bilinç dediğimiz şeyin bir yanılsamadan ibaret olduğunu savlayan o kadar çok araştırma var ki karşı mahallede!

Plantinga’ya gelince... O, teizm savunusuna yaptığı değerli katkılardan dolayı Templeton Foundation’dan ödül almış bir zat. Templeton Foundation, 1972’de kurulmuş ve kurucusu olan milyarderin adı verilmiş. Her yıl din alanında yapılan çalışmalara yönelik ödüller dağıtıyor. Bir tür “din Nobeli”. Bu arada bu kuruluşun Evanjeliklerle çok ilginç ve kesif ilişkileri olduğunu da hatırlatalım. Yine de vakfın sayfasına girdiğinizde bütün dinlerin ritüellerinden görüntüler sizi karşılar. Sema yapan semazenlerden secde eden bir mümine...

Alaycı ve acımasız dil

Plantinga, bugün ateizm konusunda mahşerin üç atlısı sayılabilecek isimlerle özellikle ilgilenir. Bunlar R. Dawkins, D. Dennet ve S. Harris’tir. Özellikle ilk iki ismin kitaplarına, ülkemizde faaliyet gösteren hatırı sayılır kitapçıların en çok satanlar rafında rastlayabilirsiniz. Dogmatik de olsa bilimsel (!) bir dil, janjanlı ciltler, çekici görseller ve merakınıza dönük afrodizyak etkiler içeren başlıklar. Gençler için tezgah kurulmuştur. Aslında bir biyolog olan Dawkins’in Müslüman mahallelerinde en çok satan kitaplarından birisi; Tanrı Yanılgısı... Yalnız, bilim insanı kimliği ile kendini kabullendiren Dawkins’in bu eserinde, bilimin ve onun uysal atı sayılan deneysel yöntemin esamisi okunmaz. Felsefe, teoloji ve evrimsel psikolojiden mündemiç olan kitapta, pek çok ateistte rastladığımız alaycı, acımasız ve hakaretamiz bir dil o kadar rahat kullanılır ki hangi dinden olursa olsun inançlı insanlara yönelik bu nezaketsizlik, dişlerinizi sıkmanıza neden olabilir. Ama yine de hezeyan deyip geçmeyin! Merak edip okuyun.

Sempozyumda Plantinga’nın talebelerinden biri olan Kelly James Clark da vardı. “Ateistler daha zeki ve daha rasyonel mi?” diye soran Prof. Clark, günlük gazete haberlerine baktığınızda böyle bir algının kendiliğinden oluşabileceğini, gerçekten de IQ seviyesi yüksek insanlar arasında ateizme yönelimin daha sık görüldüğünü ama bu iki değişken arasındaki korelasyonun asıl sebebinin sosyo-ekonomik nedenler olduğunu örneklerle anlattı. Gelir düzeyinin yüksekliği ve iyi tahsil edilmiş eğitimin hem ateist eğilimlere hem de IQ yükselmesine yol açtığı tespitinde bulunan Clark, yine de birinin diğerinin nedeni olmadığının altını çizdi. İki sonucun da altında yatan asıl amil, sosyo-ekonomik koşullardır. Çünkü sosyo-ekonomik durumu iyi olan insanların çoğunda varoluşsal sorular, muhtemel bir krize kadar örtük kalır.

Kişiyi ateizme götüren psikolojik nedenler üzerinde duran Hamdi Gündoğar, sosyal baskı, dindarların olumsuz tutumları, hazcılık ve kötülük probleminden bahsetti. Gerçekten teoside, ateistlerin cingözce kullandığı bir husus. Basit ve anlaşılır bir analoji ile söylersek: Tanrı fikrini ortadan kaldırmak, kötülüğü sonlandırmayacaksa kötülüğün Tanrıyla bir ilgisi yok demektir.

Objektif ahlak 

Yeryüzünde çoğu kendi eliyle meydana gelen şerri, Yaratıcıya havale edip sorumluluğu üstünden atma kurnazlığına kalkışan insan, böyle yaparak Allah’ın adaletini sorgulamaktadır. İlahî adalet ile beşerî adalet arasındaki farkı veciz bir şekilde betimleyen Rousseau (ö. 1782): “İnsanın adaleti, herkese ait olanı vermekten, Tanrı’nın adaleti ise herkese vermiş olduğunun hesabını sormaktan ibarettir” der.

Bir başka müzakereci olan Namık Kemal Okumuş, gençler üzerinde yaptığı araştırmadan hareketle Türkiye’deki ateistlerin çoğunun, mevcut din sunumuna itiraz ettiğini belirtti. Namık Hoca, gençlerin varoluşla, kaderle, bazı dini pratiklerle, kimi dini yorumlardaki negatif örneklerle, İslam düşünce tarihinde zuhur eden bazı marazlarla, din-bilim ilişkisinin anlatılamaması gibi problemlerle yüzleştiğini söyledi. Tatmin duygusu geliştiremeyen cevaplar, sorunu sorunsala dönüştürmekte; gençleri soru işaretleri ile dolu gayyalara gark etmektedir. Genelde modern bireyin özelde gençlerin, talep ettiği bilgiyle maruz kaldığı bilgi arasındaki aksiyolojik fark krizi derinleştirmektedir.

“Tanrı olmadan objektif bir ahlak mümkün mü?” diye soran Emre Dorman’ı TV programlarından tanıyoruz. Hoca, bu soruya elbette klasik bir teistin cevabını yapıştırıyor: Tanrısal bir otorite kabul edilmeksizin insanların üzerinde konsensüs sağlayacağı objektif bir ahlak mümkün değildir. Toplumların kültür, örf, atalardan tevarüs eden değer yargıları gibi pek çok değişkene bağlı olarak farklı ahlaki yargıları benimsemesi mümkün. Yine de Tanrı inancı olmadan iyi bir insan olunamayacağı fikrine sadece ateistler değil, ben de itiraz ediyorum. Çünkü ahlak duygusu fıtridir ve vicdan, (tanımasak da) içimizdeki Tanrı’dır. Ayrıca bir insan cehennem korkusuyla kendini iyiliğe zorluyor ve yine Tanrısal bir otoritenin tehdidiyle kendini kötülükten sakındırıyorsa bu ahlaki davranış, gerçekten, özünde iyi midir?

[email protected]