'Post-post Kemalizm' yeni bir paradigma mı?

ASIM ÖZ / Yazar
20.07.2019

Batının/Batıcılığın merkeziliğinden beslenen İslâmcılık korkusu ve yergisi üzerinden kotarılan onca akademik ve popüler çalışma Kemalizm fikrini devam ettirmektedir. Maalesef,  2013 sonrasında giderek güçlenen literatür bir bakıma içinde bulunduğumuz süreci “bir büyük günah dönemi” şeklinde ele alarak yakın (ve uzak) tarihin diğer dönemlerini aklıyor, diğer aktörleri pirüpak kılıyor.


'Post-post Kemalizm' yeni bir paradigma mı?

Türkiye’de ister akademik ister popüler veçheleriyle olsun Cumhuriyet dönemi ve Kemalizm etrafındaki “tarih savaşları” bir şekilde gündeme dâhil oluyor. Geçmişi kendi ideolojilerini tarihsel açıdan temellendirmek için kutsayan akademik tarihçilerin “Yeniden Atatürk” kapaklı millî demokratik devrimci Historia 1923 dergisinin hemen yanı başında kazanç getiren Mustafa Kemal biyografisi ve onun resimli çocuk kitapları dizisini üreten “esnaflaşan” gazeteciler gibi çok tipik örnekler mevcut. Erken Cumhuriyet dönemini, Osmanlı’nın geleneksel, İslâmî ve premodern yapısını aşan bir ilerleme olarak gören bu bakış açısı Pathos gibi edebiyat, sanat ve felsefe içerikli dergilerin İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerini değerlendirmelerinde karşımıza çıkan “yirmi beş yıldır İstanbul’u yöneten karanlık zihniyet” ithamına kadar uzanıyor.   

Şüphesiz, Kemalizm üzerine tartışmalar bunlarla sınırlı değil,  genel olarak 1980’li yıllardan itibaren pek çok çevreyi etkisi altına alan ve “Post-Kemalist paradigma” şeklinde adlandırılan ve günümüzde ricat edilen ve aşınan daha esaslı bir yaklaşım da var. Şöyle ki, uzun zamandır Cumhuriyet Türkiye’si üzerine, tarihçilerin, sosyologların, siyaset bilimcilerin,  düşünce tarihçilerinin, antropologların, ilahiyatçıların, kültür, müzik, folklor araştırmacılarının yaptığı en önemli bilimsel çalışmalar büyük ölçüde Post-Kemalist anlayışla şekillendi. Bu ise bir yandan Kemalizm’i ve Kemalistleri zayıflattı, diğer yanda ise Kemalizm’in hasımlarını ve muarızlarını kuvvetlendiren bir faktör olarak baş tacı edildi. 

1990’lı yılların sonu itibariyle Cumhuriyet Türkiye’si çalışmalarında en etkili paradigma hâline gelen Post-Kemalizm’in niçin, nerede, hangi nedenle kullanıldığını anlamakta zorlanıyorum, diyenler olabilir. Bu mirasa tümüyle sırt çevirmeden yenilikçi damarları, öznel çıkışları yakalama çabasındaki İlker Aytürk’ün 2015’te Birikim’de yayımlanan “Post-post-Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken” makalesindeki tanımı buraya  aktarmanın tam zamanı: “Türkiye’nin en önemli bir kaç sosyal bilimcisi tarafından 1980’li yılların başında ortaya atılan, daha sonra da entelektüeller, gazeteciler, düşünce kuruluşları ve yayınevleri tarafından benimsenerek hızla dolaşıma sokulan bir fikirler bütünü.” 

Meseleyi enine boyuna ele alan Aytürk, havzası, membaları, mecrası, kültürel eğilimleri birbirine benzemeyen farklı geçmiş ve meşrepten gelen Şerif Mardin, Mete Tunçay, Erik Jan Zürcher, Nilüfer Göle, Taha Parla, Levent Köker ve akademi kökenli diğer müelliflerin oluşturdukları hacimli literatürün 1990’lı ve 2000’li yıllar boyunca basılı ve görsel medyanın da etkisiyle akademik hayatın dışına çıkarak popülerleştiğini kaydeder. Ona göre, içerikleriyle bir referans yayın hâline gelen bu isimlerin eserlerinde karşımıza çıkan perspektif, Türkiye’nin sosyal, siyasal ve kültürel hayatında kalıcı izler bırakmıştır. Kemalizm eleştirisi ve onun değersizleştirilmesiyle biçimlenen tarihyazımı esasen 2007’den çok daha önce doğmuş, 2007 sonrasındaki siyasi dönüşümün önünü açmış, hâlihazırdaki siyasi geçiş ortamını mümkün kılan, entelektüel bir perspektifle şekillenmiştir. 

Kuvvetli dip akıntılar

Genelde Kemalist özelde de sol akımın takipçileri, 2007 sonrasındaki gelişmeleri indirgemeci bir okumaya tabi tutarak kendilerini sürecin dışında ve mağduru olarak konumlandırma noktasında ısrar ederler. Hatta belli bir dönemde olumlu bir dil kullanıp CHP etrafında kümelenen “endişeli modernler”e katılanlar bile zılgıt yemekten kurtulamaz. Post-Kemalist fikriyat üzerinden kurulan hegemonyanın Gezi Parkı olayları sonrasında parçalanıp zayıfladığına dikkat çeken İlker Aytürk, şimdiye kadar beşeri bilimler, siyaset bilimi ve kültür çalışmalarında Türkiye’de yeni Cumhuriyetin kurulması döneminde (1923-45) ortaya çıkan Kemalizm söylemi üzerine odaklanan eleştirilerin revize edilmesi gerektiği hususunu öne çıkarır. Bu yüzden, AK Parti’nin 2011 sonrasındaki uygulamalarının eleştirisi sadedinde gündeme gelen “yeşil Kemalizm” nitelemesini de hiç doğru bulmaz. Bunun sebebini ise Varlık dergisindeki “Post-Kemalizm Nedir? Post-Kemalist Kimdir? Bir Tanım Denemesi” (2019, sayı, 1337) başlıklı yazısında “İslâmcılığın Kemalizm tarafından tüketildiği” şeklindeki teze değinmeden şöyle açıklar: “Türk siyasi kültüründe sanki 1908 öncesinde ve 1950 sonrasında otoriter eğilimler hiç yokmuş gibi davranıp, Kemalizm’i Türk siyasi kültüründe otoriterliğin özel adı, biricik niteleyeni hâline getirmek, bugünkü otoriter rejimi 70 yıl önceki tek parti dönemine atıf yapmadan tartışamamak Post-Kemalizm’in yanlışlana yanlışlana evrildiği son noktayı temsil ediyor.” Post-Kemalizm’in liberal okumalarının yol açtığı yanılgılara dikkat çekmekle kalmayıp aynı zamanda bu birikimin İslâmcılar tarafından yorumlanma biçimlerine eleştirel yaklaşanların sayısının günden güne artması da bununla bağlantılı.  

Gelgelelim Türkiye’nin siyasi tarihindeki bazı sürekliliklere ve dönüşümlere odaklanan akademik çalışmaların baştan aşağı çok ciddi bir şekilde yeniden ele alınması gerektiğinin altını çizen çevreler şöyle ya da böyle Kemalizm’i yeniden üretmeye çalışıyorlar. Liberal sol bir yaklaşımla “Post-post-Kemalist aşama” şeklinde de adlandırılan sürecin ağırlıklı olarak bir neo-Kemalist çehreye bürünmesinin zor göründüğü ifade edilse de gerek akademik gerek popüler düzlemdeki metinlerin büyük ölçüde Kemalizm’i tahkim ettiği veya buna niyetlendiği söylenebilir. Bülent Ecevit’in tek parti dönemi eleştirilerini öne çıkaran Yüksel Taşkın’ın 1990’lı yıllarda post-Kemalist tezlerle baş edemeyen Kemalist aydınların ve siyasetçilere temas ederken, “Kemalizm, 60-80 arasında Ecevit’in Sol Kemalizm’iyle yakalanan dinamizmden ve entelektüel düzeyinden geriye düştü; bu mirası dönemin koşullarını dikkate alarak geliştiremedi ve fazlasıyla tepkisel kaldı.” ifadelerini kullanması sebepsiz değildir. 

Kültürel yabancılaşma

Sol içindeki Kemalizm ve Tek Parti dönemi konusundaki eleştirilere işaret eden bu tespitler aynı zamanda liberallerin Kemalistlerle ve solla CHP merkezinde konuşmasına yönelik bir davettir. Gerçek anlamda özgürleşmenin ancak Kemalist modernleşme projesinin açtığı yoldan gerçekleşeceğine inanmanın payı da azımsanamayacak derecede yüksektir. Denilebilir ki vaktiyle Kemalizm eleştirisine en sağlam desteği veren Batıcı elitler “mahalle baskısı” söyleminden bu yana öbek öbek evine dönüyor artık, tabii yanlarına yenilerini alarak. Böylece “sağ popülizm” olarak adlandırdıkları iktidara karşı mücadele arayışlarını çeşitlendiriyorlar. 

Öte yandan, post-Kemalist paradigma tezi uzun bir geçmişi bulunan Kemalizm eleştirisini 1980’lerden sonra yaygınlık kazanan Tek Parti dönemi uygulamalarına dönük muhtelif hatta aynı ölçüde muhalif çalışmalara hasretmek gibi bir yanılgıyı da beraberinde getiriyor.  Hâlbuki Hareket dergisinden Büyük Doğu’ya uzanan hayli erken tarihli eleştiriler var. Aslında ideolojileri darlıkla suçlayan ve bu bağlamda “İslâmcı hınçtan” söz eden post-Kemalist paradigma eleştirisi, Kemalizm’i zayıflatan veya değersizleştiren çalışmaları sorgulaması ve onlara yeni hedefler göstermesi bağlamında hatta belli metinleri göz ardı etmesi noktasında Kemalizm ile son derece uyumludur. Çünkü İslâm’ın oryantalist tanımını esas alması dolayısıyla onu kamu ve siyaset sahasında nihai ölçü olmaktan uzaklaştırmak bağlamında Kemalistler, neo-Kemalistler, post-Kemalistler ve sonrakiler arasında esaslı bir fark bulunmamaktadır. Galiba İslâmcılara biraz da tepeden bakmalarının altında da bu yatıyor. 

Türkiye’de İslâm’ın belirleyici alanlarda söz sahibi olmasının engellenmesiyle Batılılaşma sürecinin derinleşebileceğine inanma tutumu hâlâ yerleşik dahası İslâmcıların kültürel yabancılaşma tezi de tahfif ediliyor. Bu özellikle post-Kemalistlerle Kemalistlerin çoğunu bir araya getiren yeni sol kültürcü taleplerde bariz olarak görülebilir. Nasıl ki İslâm süreklilik arz edecek şekilde Kemalist söylemin “kurucu dışı” şeklinde tanımlanmışsa, 1960’lardan sonra sol Kemalizm’de ve 2010 sonrasındaki “medeni cumhuriyetçi” perspektifte de bu bakış açısı varlığını korumaktadır. İslâm’ın kendi siyasal söylemlerinin temel göstereni olarak kullanılmasını dolayısıyla İslâmcılığı reddetmek noktasında hepsi müttefiktir. Buna ilaveten İslâmcı diye nitelenen partilerin hiçbirinin İslâmcılıklarını doğrudan siyasi kimliklerinin temeli olarak ileri sürememelerinin; parti programlarını arzularına uygun biçimde kodlayamamalarını söyleyebiliriz. 

Türkiye’de çok çekirdekli Post-Kemalist hegemonyanın zayıfladığını dolayısıyla çıkış yolu ararken erken Cumhuriyet ve Kemalizm eleştirisini yapmanın pek anlamlı olmadığını belirtme tutumunun yaygınlık kazandığı görülüyor ve hiç umulmadık noktalarda bununla karşılaşılabiliyor. Mesela Cumhuriyet Kitap ekinde bir röportajı yayımlanan Fikret Başkaya’nın kitapları sayılırken resmî ideolojiyi eleştiren Paradigmanın İflası adlı eseri görmezden gelinebiliyor. Ayrıca Varlık dergisindeki “Post-Kemalizm” odaklı  (2019, sayı, 1337) metinlerin büyük bir kısmının Kemalizm eleştirisinin İslâmcıların önünü açtığı noktasındaki mutabakatı göz ardı edilemez. 

Yeni büyük mesele 

Kemalizm kavramını Salman Sayyid’in Avrupa-merkezcilik ve İslâmcılığın doğuşunu irdelediği Fundamentalizm Korkusu (2017) adlı ufuk açıcı kitabında önerdiği gibi sadece erken Cumhuriyet devrinin söylem ve uygulamalarıyla sınırlı değildir. Bilakis kavramı bu dönemde gelişimi mümkün kılınan ve Tek Parti döneminin Batıcılık konusundaki temel varsayımlarını paylaşan bir perspektif üzerine kurulan daha genel bir söyleme atıfla kullanmak gerekir. Her şeyden önce günümüz yazarlarının popüler metinlerinde karşımıza çıkan Kemalizm övgüsünü bu çerçevede enine boyuna düşünmeli, değil mi? Ancak bu sayede post-Kemalist paradigmayla onu aşmayı öneren yaklaşımın temel tezleri bakımından büyük benzerlikler taşıdığını görmek kolaylaşacaktır. Güncel köpüklenmelere, bulanmalara kapılan Post-Kemalizm eleştirilerinin kapsayamadığı hatta unutmaya çok yatkın olduğu Avrupa-merkezci büyük alan da budur aslında. 

Kültürel ve siyasi mücadele sürecinde Post-Kemalist paradigmayı aşmanın yeterli değil ama gerekli bir ön şartının dolayısıyla önemli bir çalışma sahasının 1950 sonrasına yönelmek olduğu sık sık söylenir. Ne var ki Türkiye’nin “yeni büyük meselesinin” Post-Kemalist teşhisi aşan bir yaklaşımla bilhassa Soğuk Savaş çalışmalarına yönelmesinden geçtiğini hatırlatanların bile Türkiye’de dini serbestliklerle ilgili düzenlemeleri ele alırken modern olana imtiyaz tanıyan Kemalist anlatıya yaklaşması, tam da bu duruma örnektir. 

Önümüzdeki yıllarda Cumhuriyet dönemi tarihçilerinin görmezden geldiği yahut düşmanlaştırdığı bütün kişi ve hareketler Post-Kemalizm’i aşma iddiasındaki akademinin gözde konuları hâline geldiğinde karşımıza çıkacak manzara büyük ölçüde yeni kültürcü sol perspektifle biçimlenecektir.  Ayrıca yeni çalışma alanlarındaki  “gericilik”, “antikomünizm”, “laikleşme”, “faşizm” ve “sekülarizm” gibi kavramlarla Kemalizm’in tahkim edileceği söylenebilir. Son kertede “Batı en iyisidir” efsanesinin doğrulanması olarak 1960’lar ve sonrası ele alınacaktır hatta kaside düzülecektir. 

Batının/Batıcılığın merkeziliğinden beslenen İslâmcılık korkusu ve yergisi üzerinden kotarılan onca akademik ve popüler çalışma Kemalizm fikrini devam ettirmektedir. Maalesef,  2013 sonrasında giderek güçlenen literatür bir bakıma içinde bulunduğumuz süreci “bir büyük günah dönemi” şeklinde ele alarak yakın (ve uzak) tarihin diğer dönemlerini aklıyor, diğer aktörleri pirüpak kılıyor. Kemalizm’in eleştirildiği bir çağı geride bıraktık, hatta bunu yapanların nedamet getirdiği günlerdeyiz. Kabul etmek gerekir ki, bu önemli bir sorun elbette kolayca halledilebilecek bir mesele değil. Tüm bunlar dikkate alındığında Batılılaştırma projesi olarak Kemalizm’in, Türkiye’nin belli bir dönemine özgü bir fenomen şeklinde ele alınıp alınamayacağı üzerinde düşünmeye değer bir konu olmaya devam ediyor. 

[email protected]