Real-politik versus hayal-politik

Prof. Dr. Kemal Sayar - Marmara Ünv. Öğr. Üy. - Psikiyatr
31.08.2013

Real-politik mazlumların iniltilerini duymaz. Hayal-politik ise adalet, eşitlik, hakkaniyet üzerine temellenecek yeni bir dünyanın düşünü kurar ve ‘başka bir dünya mümkün’ der. Bu açıdan Türkiye’nin güncel Mısır politikası, yönünü yitirmiş bir dünyada bir işaret fişeği gibi parlamakta ve yön göstermektedir.


Real-politik versus hayal-politik

Komedyen Groucho Marx, “askeri müzik ne kadar müzikse” demişti, “askeri adalet de o kadar adalettir”. Mısır’ın yeni firavununun kendisine biçilen ‘demokrasinin restorasyonu’ misyonundan ne anladığını, yüreğimiz acıyla kasılarak öğrendik. Bu yazıda Mısır tecrübesi ve katliamının kimi izdüşümlerine bakmaya çalışacağım.

Kimin acısı? 

Rabia işaretiyle bir toplumsal çığlığa dönüşen bu zulüm, bu ‘gün ortasında karanlık’ hali, tuhaftır ki toplumumuzun bazı kesimlerinde yankılanmadı. Hatta yankılanmak bir yana tuhaf tepkilerle karşılandı. Sivil insanların acımasızca katledildiği bu olay, aslında her vicdan sahibini mazlumun yanında saf tutmaya çağırıyordu. Ancak mazlum bize benzemediğinde onunla özdeşlik kurmamız zorlaşıyor. Mazlum; benim kılık kıyafetimden, dünya görüşümden çok uzak bir noktada kendini konumlamışsa, dünya görüşünü anlamsız ve tutarsız buluyor, hatta kendime tehdit olarak algılıyorsam onun çektiği acıyı anlamam zorlaşıyor. Bu hadise Türkiye’de ‘vicdan nasırlaşması’nın vardığı boyutları işaret etmesi bakımından önemli. “Siz de şunu yaptınız...” tarzı ayrıştırıcı söylemler, hemen bir “biz ve onlar” ikiliğine savrulma ve mevzilenme kolaycılığı ıstırap çekenle hemhal olmamızın önüne geçiyor. Tuhaf olan şu ki siyasi cepheleşme arttıkça insanlar kendi haklılıklarını ötekinin veya hasım saydığının haksızlığından devşirmeye çalışıyor. Bu noktada acı aritmetiği devreye sokuluyor ve çok farklı tecrübeler kabil-i kıyas kılınarak bu vicdani körleşme izah edilmek isteniyor. “Siz dört derseniz biz de beş deriz...” sığlığı sadece düşmanlığı körüklemekle kalmıyor acının da bir topografyası olduğunu, herkesin sadece kendi acısına ağlaması gerektiğini dile getiriyor. Oysa kökten bir empati, sadece bize benzeyeni değil, bize benzemeyeni de anlayabilmeyi gerektirir. Kurbanın acısına saygı duymakla bu acıya bizim yol açmadığımızı, bu acıyı dindirmekte çaresiz kalsak bile, onunla saf tutmakla bizim de masum olduğumuzu hissederiz. Masumlara sıkılan kurşunlara karşı çıkabilmekle, güvenlik ve rahatın getirebileceği duygusal ve ahlaki uyuşmadan kendimizi korumak isteriz. Zalimliğin bu ölçüde sakınımsız bir gösterisi, vicdan sahibi herkesi öfkelendirir ve bunca acı varken bize döşeklerimizde rahat uyumayı yasaklar. Ahlak, başkalarının acıları için de harekete geçmeyi gerektirir. Sadece benim için veya benim kabilem için değil, ‘öteki’ için de adalet.

Zulme/baskıya karşı durmak; ötekine acımaktan veya düşkün olana yardım etmek isteğinden daha fazlasıdır: Yüzleşme cesareti ister. Baskıcı yapılar içindeki kendi suç ortaklığımla yüzleşme: “Eğer ben birine boyun eğdirirsem, kendim olmakta özgür değilim demektir.” Susan Sontag’ın söylediği gibi, birinin barbar dediğine, diğeri, “herkesin yaptığını yapıyor” diyebilir. Galiba vicdan melekesi burada devreye giriyor, bana benzemeyen birinin canını acıtan şey için zihnim bana ne söyleyecek? “O da bunu hak etti” mi diyeceğim, pek çoklarının Mısır için söylediği gibi “ama Mursi de...” diye başlayan cümlelerle katil darbecileri örtük bir biçimde aklayacak mıyım? Yoksa bana benzemeyenin ıstırabına saygı duyacak ve darbeye darbe, katile katil diyerek mazlumlarla aynı safta yer alabilecek miyim? Vicdan iyi bir turnusol kağıdıdır. 

Tahayyül devrimcidir

“Kimin yaşamı yaşam sayılır ve hangi ölünün yası tutulur, bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?” Judith Butler’ın bu sorusu anlamlı. Bugün Mısır’da veya Suriye’de ölen insanların yası tutulmaz, onlar sadece istatistik olarak kayıtlara geçer. Zalimin mermilerine, kimyasal silahlarına karşı masumların kalplerinden başka zırhları yok. Realpolitik’in kibrine karşı masumiyetin kederi. Kibre karşı keder. Maddenin iktidarına karşı ruhun yüceliği. Buğdaya karşı himmetin, maddeye karşı mananın direnişi. Fıtratın ve masumiyetin direnişi. Realpolitik zalimliğin yeni adı ve bize onu öğütleyenler susmamızı, onca acı varken üç maymunu oynamamızı, kötülük karşısında dilsiz şeytan olmamızı öğütlüyorlar. Realpolitik şeytani bir sözcük adeta, haktan ve adaletten bahsedildiği her seferinde şer mihraklar bu sözcüğü fısıldayarak vicdanı buharlaştırıyor. Oysa zulüm nasıl tahrip ederek varsa, merhamet de bizden eylem bekliyor. Merhamet bizi dilsizlerin dili olmaya çağırır. Merhametli politika; değer eksenli olmayı, realpolitike yeğler. Rabia meydanında çocuğu zalim kurşunlarla öldürülmüş bir anne olduğunuzu tahayyül edin. Dünyada kimse katile katil diyemezse içinizdeki acı onulmaz bir biçimde katmerlenecektir. Bir ses, ülkenizin dışından, mahallenizin dışından, sizi şahsen tanımayan bilmeyen bir ses acınızı anlar ve katili telin ederse, dünya sizin için hala yaşamaya değer bir yer olacaktır.

Realpolitik mazlumların iniltilerini duymaz. Hayalpolitik ise adalet, eşitlik, hakkaniyet üzerine temellenecek yeni bir dünyanın düşünü kurar ve ‘başka bir dünya mümkün’ der. Bu açıdan Türkiye’nin güncel Mısır politikası, yönünü yitirmiş bir dünyada bir işaret fişeği gibi parlamakta ve yön göstermektedir.

Haberlerin ağında Mısır

Tahakküm/hegemonya sadece ayır/buyur kuralıyla yönetmez, tanımla ve buyur kuralını da kullanır. Tanımlayarak tahakkümü başlatır. Sözgelimi, Rabia Meydanı demokrasi yanlılarının buluştuğu bir yer midir yoksa Mursi yanlılarının mı? Getirdiğiniz tanım niyetinizi de söyler. BBC veya CNN, Mursi yanlısı tanımını getirirken faşist darbe yönetimini aklamış ve meseleyi kişiselleştirmiş olur. İş, onların sunumuna göre, sadece basit bir iktidar kavgasıdır. Bu oyuna gelenler de ‘Ne Mursi, Ne Sisi’ diyerek katil bir darbeciyle seçilmiş cumhurbaşkanını eşitler. Aslında Rabia Meydanı darbeye darbe diyebilen her görüşten demokrasi yanlılarının buluştuğu bir meydandı ama haberlerin ağı öyle örüldü ki burada buluşan ve can veren insanların demokrasi peşinde ve onları öldürenlerin de demokrasi katili darbeciler olduğu gerçeği ustaca gizlendi. Utanmadan İslam ve demokrasinin birbirine bağdaşmazlığı üzerine yazılar kaleme alındı. Oysa demokrasinin önündeki engel Mısır tecrübesinin de acıyla gösterdiği gibi İslam değil, Batılı istihbarat servisleri ve onların güdümündeki monarşilerdi. 

Elbette bu gelişmeler İslam ülkelerinde yaşayan insanların Batının artık ‘büyük bir rüya’ değil, ‘büyük bir riya’ olduğu algısını güçlendiriyor. Demokrasi gibi Batılı değerlerin savunusunun sadece Batı için yapılması, Doğu için Batının iktidarını tehdit etmeyecek kukla diktatörlük rejimlerinin yine Batı eliyle inşa edilmesi İslam aleminde hayal kırıklığı ve öfke uyandırıyor. Mısırın darbe yönetiminin görsel ve yazılı basında Amerika’dan mülhem bir biçimde, dini faşizm ve terörizmle mücadele ettiğini sık sık dile getirmesi hem Batılı efendilere bir mesaj hem de İslam ile terörü özdeşleştirmek isteyen İslamofobik vurguya İslam dünyasından eklenen bir ses. Bu propagandanın, yalanın daniskası olduğu halde dünyanın gözü önünde tekrarlanabilmesi de ‘sahibinin sesi’nin ne kadar pervasız ve hoyrat olabileceğini gösteriyor. 11 Eylül sonrasında Müslümanlardan, İslam’ın terörle alakalı olmadığına dair kanıt ve ‘şirinlik’ bekleyen dünya sisteminin kodamanları, bugün türlü hile ve desiselerle parçaladıkları İslam dünyasında sinir uçlarını kaşıyarak adeta öfke dalgaları yaratmak istiyor.

Mısır’dan çıkış

Batılı riyakarlığa karşı İslam toplumları savunma olarak içe mi kapanacaklar, yoksa değerlerin ve samimiyetin taşıyıcısı mı olmayı yeğleyecekler? Batı’nın tanımladığı ve hükmettiği, parçaladığı ve istismar ettiği coğrafya ve demografiler olarak mı kalmayı yeğleyecekler yoksa kapsamlı bir adalet fikrine yaslanarak dünyayı yeniden mi kurmayı deneyecekler? BM’deki temsil yapısına itirazın hayalpolitikin güçlü bir isyanı olduğunu düşünüyorum. Hayal devrimcidir. İslam dünyası, bölgedeki zorba krallıkların sığ düşünsel ufkuna sığmayacak bir hamle, bir sıçrayışla bu kapandan çıkabilir. Bunun için çatışmacı bir paradigma yerine çoğulcu ve çok dilli bir paradigmaya yaslanmak, ezilenlerle, adalet uğruna yorulmadan mücadele edenlerle, dini ve meşrebi ne olursa olsun yol arkadaşlığı etmek gerekir. Güney Afrikalı Müslüman alim Farid Esack, Mısır’dan Çıkış metaforunu İslami kurtuluş teolojisinin ana mihveri olarak tanımlar: “İsrailliler küfür içinde oldukları halde Allah onları kölelikten kurtarmış ve vaad edilmiş topraklara sağ salim ulaşana kadar terk etmemişti. “Mısır’dan Çıkış”, inançlar arası dayanışmanın tarihsel bir modelini temsil eder. Bir başka deyişle Çıkış, haksızlığa uğrayanlarla onların dini inançlarını hesaba katmadan tam bir dayanışma içinde olan tanrısallığı yansıtmakta ve böylece ezilenlerin ve ezenlerin inançsızlıkları arasında hayati bir ayrım yapmaktadır’. (Aktaran S. Rahemtulla, Kurtuluş Teolojisi, s. 139, Ayrıntı yay). Zulmün dini yok, son firavun ve şürekasının ne kadar zalimleşebildiğini gördük. İslam dünyası zorba krallara inat, adalet ve diğer üstün insani değerler etrafında kenetlenebildiğinde, zulme karşı tek yürek olabildiğinde, bir vücudun organları gibi bir diğerinin acısını hissedebildiğinde Mısır’dan çıkacağız. Tahayyül devrimcidir ve bugün artık ancak, hayalpolitikin akıncıları dünyayı değiştirebilir. 

          [email protected]