Red Alert: Bir dizi, yeni bir anlatı hamlesi

Doç. Dr. Mustafa Aslan/Sakarya Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema TV Bölüm başkanı, Film Araştırmaları Derneği Başkanı
10.10.2025

Red Alert ile Holokost sineması arasında kurulan paralellik dikkat çekiyor. Yahudi soykırımını bireysel hikâyeler ve çocuk figürleri üzerinden evrensel bir insanlık dramı olarak dünyaya taşıyan anlatılar, aynı estetik repertuvarla fakat bu kez tarihteki mağduriyetiyle değil, bugünkü “meşru müdafaa” söylemiyle yoğuruluyor.


Red Alert: Bir dizi, yeni bir anlatı hamlesi

Doç. Dr. Mustafa Aslan/Sakarya Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema TV Bölüm başkanı, Film Araştırmaları Derneği Başkanı

İsrail'in Filistin halkına yönelik uyguladığı soykırım, milyonları açlık ve ilaçsızlığa mahkûm eden abluka önce bölgesel bir öfke doğurdu; ardından dini, dili ve siyaseti farklı kesimleri kapsayan küresel bir vicdan hareketine dönüştü. Gazze ablukasını kırmak için yola çıkan Sumud Filosu'nun uluslararası sularda durdurulması ve aktivistlerin tutuklanması bu öfkeyi daha da büyüttü. Mesele artık yalnızca bölgesel bir çatışma değil, uluslararası hukuk ve evrensel vicdan meselesi olarak algılanıyor. Artan tepkilerin küresel baskıya dönüşmesini önlemek için yeni bir stratejiye hazırlanan İsrail; dijital medya, dizi ve filmlerle mağduriyet anlatısını yeniden kurgulayarak askeri üstünlüğünü kültürel alana taşımak ve uluslararası meşruiyetini yeniden inşa etmeyi amaçlıyor.

Batı'da ve Türkiye'de yükselen tepkiler

İsrail'in Sumud Filosu'na müdahalesi, Batı'da sokaklara taşan protestolar üzerinden geniş bir vicdan muhasebesine dönüştü. İtalya'da sendikaların öncülüğünde limanlardan meydanlara yayılan iş bırakmalar, "Blocchiamo tutto" sloganını ortak simge haline getirirken hükümet içindeki farklı sesler vicdan ile realpolitik arasındaki gerilimi açığa çıkardı. İspanya'da tablo daha net: Madrid ve Barselona'da konsolosluk önleri doldu, hükümet İsrail'i açıkça kınarken muhalefet daha sert adımlar talep etti. Birleşik Krallık ve Avrupa'nın diğer merkezlerinde diplomatik söylem temkinli kaldıysa da Londra, Paris, Berlin ve Brüksel'de yollar kapandı, yürüyüşler büyüdü ve sokaktaki tepki diplomasiyi aştı. Uluslararası kurumlar "uluslararası hukuk ihlali" vurgusunu yinelerken, yapılan açıklamalar protestoların meşruiyetini güçlendirdi.

Türkiye'de ise hem devlet hem toplum güçlü bir karşı duruş sergiledi; Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın BM kürsüsündeki "insanlık suçu/soykırım" vurgusu küresel gündemi belirledi. Müslüman dünyadan Hristiyan toplumlara, hatta bazı Yahudi çevrelere uzanan ortak bir duyarlılık hattı belirginleşti. Tepkilerin temelinde Gazze'deki iki yılı aşkın süredir devam eden soykırım, insani yardımların Gazze'ye alınmaması vardı. Sumud Filosu'nun uluslararası sularda engellenmesi ise bu birikimi hızlandıran tetikleyici bir eşik oldu.

İsrail'in tepkiyi önleme arayışı

Dünya kamuoyunda artan öfke, İsrail'i yeni bir "karşı-anlatı" inşa etmeye zorladı. Tel Aviv'in temel hedefi, bozulan imajını onarmakve algıyı yönetmek. "Saldıran biz değiliz, saldırıya uğrayan biziz; yaptıklarımız meşru müdafaadır." söylemi üzerine inşa edilen bir strateji; on yıllardır süren işgal, abluka ve soykırımı görünmez kılarken, başlangıç noktası olarak 7 Ekim'i merkeze yerleştirmeyi amaçlıyor. Böylece uluslararası kamuoyunun vicdani tepkisi yumuşatılmak, Batılı karar vericilerin üzerindeki baskı hafifletilmek isteniyor. Artık mücadele sadece askeri alanda değil; medya, kültür ve dijital platformlarda süreklileşen bir "psikolojik savaş" halini almış durumda.

Kötü imajı düzeltme yöntemleri

İsrail'in bu yeni evrede başvurduğu yöntemler dikkat çekiyor:

* Dijital kampanyalar ve influencer ağları: Sponsorlu içerikler, kısa videolar ve görseller aracılığıyla özellikle genç kitleye ulaşılmaya çalışılıyor.

* Algoritmik yayılım: Trendler, "story placement" ve kliplerle meşru müdafaa söylemi sürekli görünür hale getiriliyor.

* Seçici çerçeveleme (framing): Olayların başlangıcı 7 Ekim'e sabitleniyor; öncesindeki abluka, işgal ve binlerce sivil kayıp arka planda bırakılıyor.

* Karşı-hafıza üretimi: Dizi ve filmler gibi popüler kültür ürünleri, bugünün tepkilerini törpülemek ve geleceğin "hatırlama biçimlerini" şekillendirmek için devreye alınıyor.

Dizi ve sinemanın olağanüstü etki gücü

Duyguyu hızla üretme, empatiyi kitlesel ölçekte tetikleme ve kültürel semboller aracılığıyla "soft power" üretme kapasitesi beklide sinemanın en güçlü yanı. Sinema tarihi Yahudi topluluklarının bu gücü etkin biçimde kullanarak mağduriyetlerini dünyaya anlattıkları örneklerle dolu. Schindler'in Listesi (1993), Hayat Güzeldir (1997), The Piyanist (2002) ve Çizgili Pijamalı Çocuk (2008) gibi filmler, Yahudi soykırımını yalnızca tarihsel bir vaka olarak değil, evrensel bir insanlık dramı olarak sunmuş; mağduriyetin insani boyutunu evrenselleştirerek kalıcı bir vicdan dili oluşturmayı amaçlamıştır. Bugün ise benzer bir estetik repertuvar, farklı bir amaç için devreye sokuluyor. İsrail insanlık vicdanında kendisini sinema aracılığıyla aklamaya hazırlanıyor.

Diziler İsrail'i aklayabilir mi?

İsrail'in dizi ve filmler aracılığıyla yürüttüğü bu "aklama" girişimi belirli bir propaganda mantığına dayanmaktadır. Bu mekanizma üç temel aşmada çalışmaktadır.

1. Empati Üretimi: Sinemanın en etkili yöntemlerinden biri, olayları bireysel hikâyeler üzerinden anlatmaktır. Devlet politikaları soyut görünürken, bir annenin çocuğunu kaybetmesi ya da bir doktorun hayat kurtarma çabası izleyiciyi güçlü biçimde etkiler. Böylece çatışmanın politik bağlamı arka plana düşer, insani dram öne çıkar. Holokost filmlerinde olduğu gibi, bireysel hikâyeler evrensel bir empati yaratır (Insdorf, 2003). İsrail de bugün aynı yöntemi kullanarak "biz de mağduruz" söylemini güçlendirmeye çalışmaktadır.

2. Selektif Bağlamlandırma (Framing): Sinemanın bir diğer güçlü yanı, hangi olayların öne çıkarılacağına karar verebilmesidir. Senaryo aracılığıyla çatışmanın nedenleri, sorumlular ve hatalar yeniden çerçevelenir. Medyada "framing" (çerçeveleme) olarak bilinen bu yöntem (Entman, 2004), izleyicinin yalnızca seçilmiş bir kısmı görmesini sağlar. İsrail yapımları da benzer şekilde kendi eylemlerini güvenlik kaygısıyla meşrulaştırırken, Filistinli sivillerin kayıplarını geri plana itmektedir. Bu, suçun ve sorumluluğun yeniden dağıtılmasına hizmet eder.

3. Yüksek prodüksiyon ve estetik cazibe: Hollywood basit hikâyeleri yüksek bütçeli yapımlarla görsellikle ve güçlü müziklerle sunarak pazarlar. Görsel efektlerle desteklenmiş çatışma sahneleri ya da yoğun duygusal anlar izleyiciyi estetik bir büyüye çeker. Böylece verilmek istenen mesaj, daha kolay kabul görür. Stuart Hall'un (1997) işaret ettiği gibi sinema, yalnızca eğlence değil, aynı zamanda "estetikleştirilmiş ideoloji aktarımı"nın en etkili aracıdır.

İsrail'in sinema ve dizilerle yürüttüğü üç aşamalı propaganda mekanizması ancak küresel dağıtım ağıyla birleştiğinde gerçek etki gücüne ulaşır. Netflix, Apple TV, Disney+, Paramount+ gibi platformların yanı sıra küresel film piyasası, İsrail anlatısına yalnızca görünürlük kazandırmaz; aynı zamanda küresel sermaye desteğiyle bu içeriklerin meşruiyetini pekiştirir. Yüksek prodüksiyonun sağladığı cazibe, küresel platformların yarattığı yaygınlıkla birleştiğinde, tek bir ulusal anlatı milyonlarcakullanıcıya bir ada ulaşır. Böylece İsrail, politik söylemini yalnızca içerikle değil, bu içeriklerin dolaşıma girdiği küresel piyasa ve sermaye ağlarını da elinde bulundurarak güçlendirmeye çalışır.

Red Alert: Bir dizi, bir anlatı hamlesi

Hollywood'un en büyük yapım şirketlerinden biri olan Paramount, 7 Ekim'de yeni bir dizi yayınlayacağını duyurdu. Dizinin adı Red Alert. İsrail Eğlence Fonu tarafından doğrudan desteklenen bu yapım, Netanyahu'nun yeni "karşı-anlatı" stratejisinin ilk büyük adımı olarak öne çıkıyor.

Yayınlanan fragmanda hikâye Tel Aviv'de bir eğlence mekânında, günlük hayatın olağan ritmiyle açılıyor. Ardından aniden gerçekleşen saldırı sahnesiyle seyirci, "masum insanların bir anda hedef alınması" anlatısına çekiliyor. Böylece tüm hikâye 7 Ekim'e sabitleniyor; öncesinde yaşanan abluka, Gazze'deki yıkım ve binlerce sivil kayıp görünmez hale geliyor. Bu, klasik bir framing(çerçeveleme) stratejisi: anlatı hangi noktaya sabitlenirse izleyici olayları oradan okumaya mecbur bırakılıyor.

Dizinin adı bile bu çerçeveyi destekliyor. Red Alert (Kırmızı Alarm), İsrail'de ülke çapında güvenlik tehdidini işaret eden resmi uyarı sistemi anlamına geliyor. Bu başlık, "durup dururken saldırıya uğradık, ulusal güvenliğimiz tehdit altında" söylemini dramatik biçimde pekiştiriyor.

Yapımcı koltuğunda ise Hollywood'un deneyimli isimlerinden Lawrence Bender oturuyor. Quentin Tarantino'nun Kill Bill ve Pulp Fiction gibi kült filmlerinde de yapımcı olarak görev yapan Bender, güçlü estetik tercihler ve büyüleyici görsellikleriyle tanınıyor. Bu durum; bolca stilize sahne, dinamik kamera kullanımı ve sinematik yoğunlukla, politik anlatının görsel cazibe ile birleşerek estetik bir propagandaya dönüşeceğine işaret ediyor.

Red Alert ile Holokost sineması arasında kurulan paralellik dikkat çekiyor. Yahudi soykırımını bireysel hikâyeler ve çocuk figürleri üzerinden evrensel bir insanlık dramı olarak dünyaya taşıyan anlatılar, aynı estetik repertuvarla fakat bu kez tarihteki mağduriyetiyle değil, bugünkü "meşru müdafaa" söylemiyle yoğuruluyor. Yalnızca dramatik bir dizi olmanın ötesinde Red Alert, uluslararası kamuoyuna dönük stratejik bir politik hamle işlevi görüyor. Küresel eğlence endüstrisinin dev gücüyle birleşen yapım, İsrail'i "saldıran değil, saldırıya uğrayan" taraf olarak yeniden konumlandırmayı hedefliyor.

Sinema tarihinde masumiyeti ve korunmaya en muhtaç olanı simgeleyen çocuk figürü, Red Alert'te konuşma ve duyma engeli olarak karşımıza çıkarak mutlak savunmasızlığın simgesi haline geliyor. Böylece izleyici, İsrail'in saldırılarla ilgili sorumluluğunu sorgulamak yerine yalnızca masum bir çocuğun yaşadığı trajediye odaklanıyor. Bu tercih, İsrail'in "biz de mağduruz" söylemini güçlendiriyor ve meşru müdafaa çerçevesini daha inandırıcı hale getiriyor.

Ancak bu strateji, Gazze'de öldürülen binlerce çocuğun gerçeğini perdelemekten öteye geçmiyor. Bugün Gazze'de öldürülen çocukların görüntüleri dünya çapında öfke yaratırken, Red Alert bunun karşısına "bizim çocuklarımız da mağdur" anlatısını koyuyor.İsrail yine klasik bir propaganda refleksi işleterek; en savunmasız olduğu noktaya ters bir hikâye yerleştiriliyor ve vicdan terazisini bir kere daha bozuluyor.

Sonuç

Çocukları, kadınları ve masum sivilleri hedef alan İsrail'in bugün insanlık vicdanında ve gelecek nesillerin zihninde kendini aklama derdine düştüğü görülüyor. Yüksek prodüksiyonlar ve dramatik sahnelerle bireysel trajediye odaklanan izleyici politik bağlamdan uzaklaştırılıyor.

Ancak sinema ne kadar güçlü olursa olsun, Gazze'de yaşanan yıkım, on binlerce sivil kaybı ve soykırım kolektif hafızadan kolay kolay silinmeyecek. Bugün kurulan kurgusal mağduriyet hikâyesi, yarının vicdani, hukuki ve tarihsel muhasebesi karşısında kırılgan kalacak. İsrail'in yürüttüğü bu "hafızayı resetleme" çabası, hakikatin ağırlığıyla çeliştikçe daha da görünür hale gelecek.

Fakat bunun için bir şeyler yapmalı ve bir karşı-anlatı kurulmalıdır. Sinema, ancak sinemanın güçlü anlatı diliyle karşılandığında anlam kazanacak; propaganda ancak güçlü bir Gazze anlatısıyla dengelenecektir. Filmler, belgeseller, edebiyat ve sanat üretimleri, dünyanın gerçek yüzünü unutmaması için bir nefes oluyor. Çünkü en nihayetinde kolektif hafızayı belirleyen şey, sahadaki hakikatler ve bu hakikatleri sürekli görünür kılan vicdani anlatılar oluyor.