Refah ekonomisinin öteki yüzü

Ali K. Metin / Şair, Yazar
6.01.2023

Doğanın ekolojik dengesini bozmadan nasıl üretecek ve nasıl daha adil paylaşabileceğiz? Dünyanın kaynaklarını insanlığın geleceğini tehlikeye atmadan nasıl daha tasarruflu kullanabiliriz? Bu sorular basitliğine rağmen kapitalizme karşı eleştirel bir aklı inşa etmede radikal bir potansiyel içeriyor.


Refah ekonomisinin öteki yüzü

Refah arzusu için insanoğlunun bir çeşit yumuşak karnı diyebiliriz. Öyle ki, özgürlük, adalet, kardeşlik, dayanışma gibi evrensel değerlerle ilgili titizlik ve tahayyülümüz karşısında bizi sürekli aşağıya doğru çekmeye ve tavizkar kılmaya iteleyen bir debiye sahiptir. Ruhun veya zihnin karşında nefsin geliştirdiği reflekslerle belirli bir bağlaşım içerisinde zuhur etmektedir. Nefsani arzuların dışına çıkan sosyo-kültürel faktörler devreye girse bile, ontolojik yapımıza ilişkin bazı istisnalar hariç, bunların büyük ölçüde nefsin halleriyle, daha açıkçası egoyla ilişkili olduklarını biliyoruz. Bu yüzden kapitalizm dediğimiz sistemin en temel karakteristiklerinden birinin insan nefsine hitap etmek olduğunu en baştan açıkça tespit etmek yerinde olacaktır. Buna ister refah toplumu isterse tüketim toplumu diyelim, pek de fark etmez; sonuç itibarıyla kapitalizm, refah ve tüketim özdeşliğini sağlamaya yönelik sosyo-kültürel normatifler üzerinden bir hayat tasavvurunu toplumsallaştırmayı öngörüyor. Bunu da bütün problematik boyutlarına rağmen tarihsel olarak realize edebildiğini maalesef görüyoruz.

Kıtlık döngüsü

Kapitalizmin en garip ve belki de en iflah olmaz yanı, refah toplumunu yaratırken bile beraberinde kıtlığı üreten bir ekonomi-politiğe sahip olması. En azından bugünkü dünya sistemine bakarak bunu söyleme imkanına sahibiz. Vahşi kapitalizm döneminin kapitalistler ve proleterya sınıfları arasındaki çatışma zemini, refah toplumu politikalarıyla ortadan kalkmışa benziyor. Ancak bu çatışmanın merkez-çevre ülkeleri arasındaki gelişmişlik farkı üzerinden başka bir biçim kazandığını bugün rahatlıkla söyleyebilecek durumdayız. Bunun en basit ifadesi, Birleşmiş Milletler Teşkilatının verilerine göre bugün dünyada yaklaşık 830 milyon insanın açlık tehlikesi içinde olduğunu, 2,3 milyar insanın ise sağlıklı beslenememe sorununa maruz kaldığını söylememiz olacaktır. Kapitalizmin kuralları ve ihtiyaçları doğrultusunda teşekkül eden dünya sistemi, bir taraftan refah toplumunun ortalama düzeyini sürekli yükseltirken ve çeperlerini peyder pey genişletirken, diğer taraftan dünyadaki açlık ve yoksulluk tablosuna seyirci kalmamızı normalleştirmekte ya da bazı günah çıkarmaya yönelik küresel politikalar ve kurumlar yoluyla insanlık vicdanını teselli etme kabilinden çalışmalar yapabilmektedir. Kapitalist dünya sisteminin er veya geç açlık ve beslenme problemine küresel bir çözüm getireceği iddia edilebilir, gecikmeyle bile olsa bunun olabilirliği vardır, ayrıca bu yöndeki gelişmeleri desteklemek gibi bir sorumluluğumuzdan da söz edilebilir. Ancak bu konuda ne kadar ümitvar olursak olalım, kapitalizmin kıtlık ve yoksulluğu sürekli olarak üretmekten vazgeçemeyeceğini bilmemiz gerekir.

İktisadi büyümenin serencamı

Kapitalizm bir tarafıyla bolluk ekonomisi olduğu halde, diğer tarafıyla yoksulluğu üretmeye mecbur kalmaktadır. Doğasındaki tabir caizse büyüme hormonu ve eşitsizlik ilişkileri sebebiyle yoksulluktan ve/veya kıtlıktan beslenmeye düçar olan bir yapıya sahip. Kapitalizm elbette dayandığı toplumsal zemin sayesinde kendisini üretmeyi başarır. "İhtiyaçların sınırsız" olduğuna dair beşeri imajı, kendisi için iktisadi realiteye dönüştüreceği bir hareket noktası olarak alır, bunun üzerinden refah toplumunu ulusal/küresel bir ideolojiye dönüştürür. Ekonomide birinci önceliğin ve hedefin büyüme haline gelmesi, şüphesiz ki kapitalizmin, namı diğer refah toplumu ideolojisinin bir dayatmasından başka bir şey değildir. Gerek nüfus artışından gerekse refahın yaygınlaştırılmasından kaynaklanan büyüme ihtiyacını, rasyonel bir gerekçe anlamında elbette dikkate almak gerekir. Fakat gerçekler keşke bu kadar basit, rasyonel ve insani bir temele sahip olsa. Kapitalizmin büyümeye endeksli ve eşitsizlikten beslenen tabiatını hesaba katmadıkça alternatif bir ekonomi-politik ortaya koyamayacağımızı kabul etmek zorundayız. Büyüme ideolojisiyle bugün "refah toplumu" etrafında çok sıkı ve sahici bir hesaplaşmaya ihtiyaç var.

Üstelik bu hesaplaşmanın mutlaka küresel ölçekte ve artık ötelenmemesi gereken bir şekilde yapılması gerekiyor. Kapitalizmin ürettiği büyüme politikaları, bugün dünyayı ciddi bir felaketin eşiğine doğru götürmekte. Dünyanın kaynaklarını fütursuzca harcayarak ekolojik sürdürülebilirliği tehlikeye atmaktan çekinmeyen büyümeci yaklaşımlar ne yazık ki küresel ölçekte hala genel geçer bir egemenliğe sahip. Hatta popülist siyasetin en güçlü ayaklarından birini oluşturuyor. Oysa araştırmalar bize şu acı gerçeği söylüyor: Dünya ekonomisi yılda yüzde 2,6 büyüyecek olursa, buna bağlı olarak yılda yüzde 14'lük dekarbonizasyon ihtiyacı oluşacak. Paris Anlaşmasının öngördüğü 2 derece hedefine ulaşılabilmesi için gelişmiş ülkelerin karbon salınımlarını her yıl yüzde 12 oranında azaltması gerekiyor. J. Hickel, "Büyümenin olmadığı bir senaryoda bile bu mümkün değil, küçülme yaşanması şart" (Hickel 2021, 41-42) diyerek bize durumun vahametini hatırlatıyor. Ne var ki, kapitalizmin alıştırdığı hayat biçiminden vazgeçmeye gönüllü olmadığımız sürece, bunun bir işe yarayacağı şüpheli. Büyüme, kapitalist ekonomi-politiğin ürettiği bir kanser; beşeri, toplumsal bir hastalık halinde bütün bünyemizi ele geçirmiş görünüyor. Bunun aynı zamanda dünyayı inanmak istemediğimiz bir yok oluşa sürüklediğini fark etmek, gelecek kuşaklara karşı daha sorumlu bir tutum içinde olmak zorundayız. Bu da kapitalizmi nasıl aşacağımız, refah toplumuna karşı hangi alternatifleri geliştireceğimiz konusunda bir hassasiyete bizi davet etmektedir. Huzurun ve iyi hayatın tüketim düzeyiyle bir ilgisi olmadığını bilmemiz yetmiyor, aynı zamanda daha insani ve daha iyi hayat için elzem olan sosyal, kültürel, ekonomik, teknolojik, siyasi koşulları bütüncül bir dünya tasavvuru halinde ortaya koymak da gerekiyor.

Görünen tehlike

Doğanın ekolojik dengesini bozmadan nasıl üretecek ve nasıl daha adil paylaşabileceğiz? Dünyanın kaynaklarını insanlığın geleceğini tehlikeye atmadan nasıl daha tasarruflu kullanabiliriz? Bu sorular basitliğine rağmen kapitalizme karşı eleştirel bir aklı inşa etmede radikal bir potansiyel içeriyor. Ayrıca felaket neredeyse artık geliyorum demektedir. Küresel iklim değişikliğinin etkilerini giderek daha hissediyoruz. Yaşam konforumuzu bir şekilde bozuveren Covid-19'la neye maruz kaldığımız üzerine belki daha sağlıklı, daha ciddi düşünmek gerekiyor. Covid-19'un henüz bir başlangıç olduğunu iddia eden bilim adamlarına kulak kesilmekte fayda var. Denildiğine göre, tropikal ormanların içerisinde yaşayan bazı virüsler, ormanların azalması sonucu bazı hayvanlar yoluyla dışarı çıktılar. Covid-19 salgınına sebep olan SARS-COV-2 virüsü bunlardan sadece biri. Demek oluyor ki, yeni virüs tehlikelerine karşı uyanık olmak lazım. Sadece ormanların yok olması değil, kutupların erimeye başlamasıyla birlikte buz tabakaları altındaki virüslerin harekete geçme ihtimalinden söz ediliyor.

Gerçekçi arayışlar

Dolayısıyla kapitalizmin oluşturduğu konfor, bizim toz pembe hülyamız olduğu kadar felaketimiz de olabilir. Kapitalizme yani onun teknolojik dehasına güvenerek yapacağımız hatalar bizi daha da geri dönüşü olmayan çıkmazlara sürükleyebilecektir. Öyleyse durmamız gereken bilmeliyiz, ama nasıl? Kapitalizmin küresel hegemonyası karşısında gerçekten de büyük bir akla, yeni bir paradigmaya, bunu cisimleştirecek büyük bir siyasete ihtiyaç var. Bu açıdan Andre Gorz'un dediklerine katılmamak için bir sebep görmüyoruz: "Eski düzen artık bu şekilde süremeyeceği ve ufukta da yeni ve değişik bir düzenin hiçbir belirtisi görünmediği için gelecek, gelecek bugüne kadar rastlanmamış bir biçimde yeniden yaratılmak durumundadır. Temelde değişik bir toplumsal yapı önerenleri, gerçekçilik adına mahkum etmek artık mümkün değildir. Tam tersine, gerçekçilik, "sanayileşmeciliğin" gelişimini bundan böyle sürdüremeyeceği bir aşamaya ulaştığını saptamak anlamına gelmektedir; çünkü o, kendi doğurduğu engellerle tıkanmıştır. Bu yüzden, tüm eskiden yapılmış olanlar yüzünden hiçbir şey eskisi gibi gitmeyecek" (Gorz, 1985, 13).

Bukalemunlaşma yeteneği

Büyüme ne kadar gerçekçi değilse de kapitalizm o nispette bukalemunlaşabilen bir yeteneğe sahip. Biliyoruz; zira bütün gücünü bizatihi insanın süregiden tabiatından alıyor. Kapitalizmi sürekli dışımızda aramanın sağladığı konformizm bizi sahici ve radikal arayışlardan uzaklaştırıyor. Sosyalist kesimlerin bu gerçeği hala görmeye yanaşmadıklarına şahit olmak üzücü olmalı. Türkiye solu henüz "isyan ahlakı"nın devrimci gücünü özümseyecek bir bilince ulaşmış değil. Bununla beraber değişimin elbette tek başına fertlerden başlaması gerektiğini söylüyor değiliz, bunun gerçekçi olmayacağı aşikar. Ancak fertler olarak bir değişim göstermeden kapitalizmin değişmesini beklemek de beyhude denebilir.

Teknolojik dönüşüme bağlı ekonomi-politik gelişmeler kapitalizmin sonunu hazırlıyor olabilir mi, bundan doğrusu emin değiliz. Ne var ki kapitalizmi en nihayetinde biz besliyor, biz onu içimizde yaşatmaya devam ediyoruz. Bu amansız gerçeği görmedikçe kapitalizmle gerçekçi bir mücadeleye girişmemiz sanırım mümkün olamayacaktır.

Kaynaklar:

Hickel, Jason (2021); Çoğu Zarar Azı Karar/Dünyayı Küçülme Kurtaracak, Çev: Deniz Keskin, Metis Yayınları.

Gorz, Andre (1985); Cennetin Yolları / Yaşanan Ekonomik Buhran Üzerine Tezler, Çev: Turhan Ilgaz, Afa Yayınları

[email protected]