Referandum; ezberlenmiş korkular ve demokratik samimiyet testi

Adnan Boynukara / AK Parti Adıyaman Milletvekili
11.03.2017

Ne istediğini ve neye niçin karşı olduğunu tam olarak bilmeyen, ölçüsüz bir husumet ve önyargı girdabında siyasetsizliğe mahkum olmuş bir anlayışın kısır ezberleriyle karşı karşıyayız. 16 Nisan, işte bu anlayışın rejim ve demokrasi konusundaki samimiyetini de test eden bir seçim olacaktır.


Referandum; ezberlenmiş korkular ve demokratik samimiyet testi

Türkiye önemli bir değişimin ve bu değişimi hayata geçireceğimiz referandum sürecinin eşiğinde. Değişimin içeriğini okumadan, anlamadan konuşan ve ezberletilmiş kavramlar üzerinden politik dil geliştirmeye çalışan bir muhalefet var. Muhalefetin referanduma ilişkin sıklıkla gündeme taşıdığı iki soru, ezberci karakterini ortaya koyuyor.

Muhalefetin dile getirdiği konulardan birisi, rejim değişikliği konusudur. Herkes iyi bilir ki, Türkiye’de rejim  tartışması 1923’te bitti. Türkiye, ‘cumhuriyet’ diyerek rejim konusundaki pozisyonunu ortaya koydu. Referandum ile değişen ise sadece hükümet etme sistemidir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olarak adlandırılan bu yapı, rejim değişikliği değil, hükümet sistemi değişikliğidir. Cumhuriyet saltanatın karşısında, saltanata veya yönetimin belli bir zümre, aile veya elitler elinde dolaşmasına karşı olarak ortaya çıkmış bir rejimdir. Dolayısıyla, devletin başının seçimle, millet iradesiyle belirlenmesi, cumhuriyet rejimini değiştiren değil aksine güçlendiren bir değişikliktir.

Milli iradenin tecellisi 

Açık olan bilgilere rağmen, düzenli aralıklarla üretilen suçlamaların, rejim hassasiyetinden çok, milli iradenin tecellisi, hatta bizatihi bu iradenin devlet iradesine dönüşmesinden duyulan rahatsızlık olduğu aşikardır. İsterseniz yakın tarihimize bakalım ve aynı kavramlar üzerinden üretilen suçlamaları hatırlayalım. Rejim ‘hassasiyeti’ olan kesimler büyük bir halk desteğiyle gelen Menderes için “halifeliği getirecek ve rejimi değiştirecek”  demişlerdi. Yine bir darbe sonrası ilk sivil iradeyle iktidar olan Özal için de “diktatör”  demişlerdi. Anı şekilde meşru yollarla kurulmuş Refahyol hükümetinin düşürülmesi ve gayrimeşru 28 Şubat darbesine sahip çıkmak için “İrtica geliyor, İran’a dönüşüyoruz ve rejim değişiyor” suçlamasına sarılmışlardı. Bu anlayışın temsilcileri, 2002’den beri siyaseten AK Parti ile mücadele edememeyi rejim tartışması zeminine çekmiş, vesayet, imtiyaz ve korkularla yönetilen bir ülkenin daha fazla millet iradesiyle yönetilmesine karşı yani cumhura karşı “cumhuriyet elden gidiyor” sloganları atmışlardı. Dün de bugün de aynı şeyi yapıyorlar. Bu kesimler; mahalle baskısı, İranlaşıyoruz, Cezayirleşiyoruz, Malezya’ya dönüşüyoruz, yaşam tarzına müdahale ediliyor gibi onlarca suçlama ürettiler. Bunlar, korku üretmenin ve “rejim değişiyor” ezberini yaymanın araçlarıydı. Ama tutmadı! Bugün de aynı konuyu, aynı kavramlarla tekrarlıyorlar. Aynı şeyleri tekrar edip, farklı bir sonucun çıkmasını bekliyorlar. Bu, siyaset üretemeyenlerin, söyleyecek sözü olmayanların yapacağı düşünsel kısırlığın sonucudur.

Şimdi bu ezberlerin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gibi aslında tamamen idari ve özünde daha demokratik bir düzenlemeye karşı da ısıtıldığı görülüyor. Şurası açıktır ki, 16 Nisan’da referanduma sunulan değişiklik yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişkileri yeniden düzenlemedir. Bu organların hiçbiri ortadan kalkmıyor, hiçbiri diğerine bağlanmıyor. Sadece görev alanlarına ilişkin tanımlamalar yeniden yapılıyor. Aslında; cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesine ilişkin değişiklik bunun zorunlu ilk adımıydı. Bu sürece de, bahsettiğimiz anlayışın temsilcilerinin neden olduğu açıktır. AK Parti’nin cumhurbaşkanını seçmesini engellemek için üretilen hukuk dışı gerekçeleri hepimiz hatırlıyoruz. Şu an önerilen sistemin adı “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemidir”. Sistemin en temel özelliği, yürütmenin doğrudan millet tarafından seçilmesi ve devletin millete karşı sorumlu olan cumhurbaşkanı tarafından yönetilmesidir. Milletin direk oylarıyla ve beş yıl süreyle seçilen cumhurbaşkanı millette karşı siyasi sorumluluk sahibi olacaktır. Yani ortada bir rejim değişikliği yok. Aksine rejimin daha iyi ve doğrudan halk iradesiyle çalışmasına dönük bir düzenleme vardır.

‘Tek adam’lık mı?

Referandum sürecinde ısıtılan bir başka ezber ise ‘tek adam’lık, ‘diktatörlük’, ‘otoriterlik’ iddialarıdır. Bu iddialar, siyasi bir analizden değil, ezberlenmiş kavramlardan çıkarılan hezeyanlardır. Aslında referanduma sunulan metin okunursa, önerilen sistem ile cumhurbaşkanının yetkilerinin sınırlandırıldığı görülür. Şu an cumhurbaşkanının siyasi, yargısal ve cezai hiçbir sorumluluğu yok. Her türlü yetkiye sahip ama sorumluluğu yok. Siyasi sorumluluk cumhurbaşkanının 2014 yılında millet tarafından seçilmesiyle başladı. Mevcut cumhurbaşkanının, “İhaneti Vataniye Kanununa” göre yargılanabileceği sanılıyor. Bu da doğru değil. Çünkü 29 Nisan 1920’de çıkarılan vatana ihanet suçuna dair bir yasa, 12 Nisan 1991’de yürürlükten kaldırmıştı. Yani mevcut sistem içinde cumhurbaşkanını yargılayacak bir kanun yok. Ancak bu sistem değişikliği ile cumhurbaşkanının yargılanmasının yolu açılıyor. Yargı yolu açık ve meclis denetimine tabii bir sistemde, “cumhurbaşkanı tek adam olacak” iddiası ya demokratik mekanizmayı anlamamak ya da ard niyetli bir değerlendirmedir. Şu an bu değişiklik üzerinden, ‘diktatörlük gelecek’ diyenler, düne kadar cumhurbaşkanımız için “tek adam, diktatör, otoriter vb” gibi asılsız suçlamalar yapmış olanlardır. O zaman bu anlayışın temsilcilerine soralım; “Hani cumhurbaşkanı diktatördü, madem diktatörse bu değişiklikle tekrar mı diktatör, tekrar mı tek adam olacak, yani önceden yalan mı söylüyordunuz?” O zaman, çıkıp desinler ki,“Ey millet biz size eskiden yalan söyledik, Tayyip Erdoğan’a diktatör diye iftira attık”. Bunun adı, ezber siyasetidir, milleti yanıltmaktır ve ahlaki bir siyaset biçimi değildir.

Referandum ile millete sunulan metne bakacak olursak; cumhurbaşkanının “sorumsuzluğu” ortadan kalktığı ve “yetkili ama sorumsuz” olmaktan çıktığı görülür. Meclis denetimi ve cezai sorumluluk ile cumhurbaşkanı soruşturulabiliyor, yüce divana gönderilebiliyor. Bu durumda nasıl tek adamlıktan bahsedilebilir? Yargılanabilen ve denetlenebilen bir kişi, görev süresi belli, görev süresine milletin ekserisinin oylarını alarak gelecek ve bunun adı tek adamlık olacaksa demokrasinin ne olduğunu tekrar tanımlamak lazım! Bu anlayışa göre demokrasi, bir kişinin sorumsuzca, meclis ve yargı denetimine, hiçbir yaptırıma, sınırlamaya tabi olmadan istediği her şeyi hiçbir kanun ve anayasal kurala bağlı olmadan yapması mıdır? Kaldı ki, millet çoğunluğunun iradesiyle seçilecek olan cumhurbaşkanının milletin meclisiyle denetim ilişkisi içinde yürüteceği bir hükümet modelinin tartışılacağı zemin niçin ‘tek adamlık’, ‘diktatörlük’ vb. ‘meşum olasılıklar’ olmaktadır?

Bu ülke bir olasılık olarak değil, bir gerçek olarak defalarca askeri darbeler görmüş, demokrasi karşıtı güçlerin vesayetinden çekmiş ve diktatörlüğün bin bir biçimini yaşamışken, bu kabustan çıkışın ve sivil bir anayasayla daha demokratik bir düzene geçişin zemininde bu ezberleri tekrar etmenin hiçbir sahiciliği yoktur. Bunun bile idrakinde olmayan muhalefetin neyi savunduğun anlayabilmek zor. Özünde milli iradenin tecellisi ve devlete doğrudan etkisini artırmak olan cumhuriyet ve demokrasinin, bu temel ilkeyle alakası bile olmayan, aksine her durumda millete ve iradesine alerji duyan kesimler tarafından sakız yapılması siyasi tarihimizin en trajik gerçeğidir. Öyle ki, ne istediğini ve neye niçin karşı olduğunu tam olarak bilmeyen, ölçüsüz bir husumet ve önyargı girdabında siyasetsizliğe mahkum olmuş bir anlayışın kısır ezberleriyle karşı karşıyayız. Cumhuriyet ve demokrasi açısından en temel sorun bu olsa gerek. 16 Nisan, işte bu anlayışın rejim ve demokrasi konusundaki samimiyetini de test eden bir seçim olacaktır.

[email protected]