Reform ama nasıl?

Doç. Dr. Mehmet Zahid Sobacı / Uludağ Üniversitesi
1.07.2017

Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren, Türkiye’nin reform ajandası uluslararası(üstü) aktörler tarafından belirlenmiştir. Bu dönemde Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası ile yapılan kredi anlaşmalarına eklenen şartlarla Türk kamu yönetiminin yapısı ve işleyişi şekillendirilmeye çalışılmıştır. Türkiye’de reformlar yeni siyasal atmosferde yeşeren yeni siyasal kodlara dayalı olarak “yerli ve milli” bir tarzda yapılmalıdır.


Reform ama nasıl?

Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçmeye millet onay verdikten sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AK Parti’ye geri dönmesi; 3. AK Parti Olağanüstü Kongresi’nin sloganının “Yeni Atılım Dönemi: Demokrasi, Değişim, Reform” olarak belirlenmesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu kongrede yaptığı konuşma toplumdaki reform ve değişim beklentilerini yükseltmiştir. Türkiye’de uzunca bir süre siyasi gündemin önemli bir parçasını kaçınılmaz olarak yönetim sisteminin yeniden yapılandırılması oluşturacaktır.

Bu bağlamda, reformun nasıl yapılacağı, yani bu değişim sürecinin hangi ilkeler temelinde yönetileceğini tayin etmek önem arz etmektedir. Bu çaba, reform sürecinin başarıyla tamamlanması, dolayısıyla toplumun beklediği ekonomik ve demokratik sıçramanın gerçekleştirilebilmesi açısından kritiktir. Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede yaşanan gelişmeler; ülkemizin yakın zamanda tecrübe ettiği siyasi olaylar (Gezi olayları, 17-25 Aralık olayı, hendek siyaseti ve 15 Temmuz işgal girişimi gibi) ve uluslararası düzeyde Türkiye karşıtı tutum düşünüldüğünde, reform sürecinin iyi yönetilmesinin önemi daha iyi anlaşılabilir.

Değişimin ana ekseni

Türkiye’de reformun amacı, sürecin en başından itibaren sivil siyasetin üzerindeki vesayetin parçalanması, istikrarın sağlanması ve etkin ve hızlı yönetimin yaşama geçirilmesi olarak belirlenmiştir. Bu amaç, Türkiye’de 16 Nisan referandumuyla başlayan değişim sürecinin siyasal ve yönetsel boyutunun olduğuna işaret etmektedir. Aynı zamanda, bu değişim sürecinin en az iki aşaması olduğu anlamına gelmektedir. Reformun ilk aşaması, Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi güçlü bir siyasi aktörün liderliğine dayalı olarak, siyasal sistem değişikliğiyle gerçekleşmiş ve vesayetin ortadan kaldırılması ve istikrarın tesis edilmesi için çok önemli bir adım atılmıştır.

Reformun ikinci aşaması ise, yeni siyasal sisteme uygun bir yönetim yapısının inşa edilmesidir. Bu aşama, sistem değişikliği tartışmalarında çokça dile getirilen etkin ve hızlı icraat ile yakından ilişkilidir. Bu aşama, yürütme erkinin daha teknik yönünü ifade eden ve devletin hizmet götürücü mekanizması olan bürokrasinin hantal işleyişinden sıyrılarak, daha az kaynakla daha fazla iş üretecek bir yapıya kavuşturulması anlamına gelmektedir. 

Reformun ilkeleri

Reformun bir teknik yönü olmakla birlikte, aslında reform siyasal, hukuksal, ekonomik, toplumsal ve psikolojik boyutları olan bir meseledir. Dolayısıyla, bu çok boyutlu ve karmaşık olgunun başarıyla yaşama geçirilmesi veya sonuçlandırılması için her ülkeye uygulanabilen genel geçer bir ilkeler manzumesi veya bir başarı reçetesi yazmak mümkün değildir. Bununla birlikte, Türkiye’nin reform tarihinden ve uygulamalarından hareketle reform sürecinde etkili olacak bazı ilkelerden bahsedilebilir. İlk olarak, Türkiye’de reformlar yeni siyasal atmosferde yeşeren yeni siyasal kodlara dayalı olarak “yerli ve milli” bir tarzda yapılmalıdır. Türkiye’nin idari reform tarihine bakıldığında, dışsal aktörlerin reform süreçlerinde oldukça belirleyici olduğu görülmektedir. Örneğin, Cumhuriyet döneminde, özellikle planlı dönem öncesinde reformların sistematik ve bütüncül bir bakış açısından yoksun olduğu ve yabancı uzmanlar eliyle yürütüldüğü anlaşılmaktadır. Bunu reform girişimlerinin temel çıktılarından (Neumark Raporu, Thornburg Raporu,Barker Raporu, Chailloux–Dantel Raporu, Martin-Cush Raporu gibi) anlamak mümkündür. Planlı dönemde daha yerli birtakım reform girişimleri (MEHTAP, KAYA gibi) gerçekleştirilse de yabancı uzmanlar eliyle de reformlar devam etmiştir. Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren, Türkiye’nin reform ajandası uluslararası(üstü) aktörler tarafından belirlenmiştir. Bu dönemde Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası ile yapılan kredi anlaşmalarına eklenen şartlarla Türk kamu yönetiminin yapısı ve işleyişi şekillendirilmeye çalışılmıştır.

Yine, Avrupa Birliği (AB) özellikle 2000’li yıllardan itibaren Türkiye’de reformun dışsal tetikleyicisi olmuştur. Bu dönemde, AB koşulsallığı bağlamında, bir aday ülke olarak Türkiye ve AB arasında bir oyun oynanmaktadır. Asimetrik güç ilişkisini doğasında barındıran bu mekanizma çerçevesinde, tam üye olabilmesi için üyelik yükümlülüklerini yerine getirmesi aday ülkeden talep edilmekte, böylece AB ülkedeki siyasal ve yönetsel değişimin yönünü tayin edebilmektedir. Bununla birlikte, AB artık Türkiye için koşulsallık mekanizmasını etkin bir şekilde işletememektedir. Ekonomik ve siyasal bir proje olarak AB’nin içinde bulunduğu durum; AB’nin Türkiye’ye verdiği taahhütleri yerine getirmemesinin ve 15 Temmuz darbe girişimi karşısında takındığı tutumun yarattığı güven kaybı ve nihayetinde Türkiye’nin son dönemde masaya eşitler arası ilişki çerçevesinde oturma iradesi göstermesi, bu mekanizmanın işletilememesinde etkilidir.

Bugün gelinen noktada, Türkiye’nin uluslararası finans kuruluşları ve AB karşısındaki pozisyonu, kendi reform ajandasını belirlemek ve politikalarını benimsemek açısından fırsatlar sunmaktadır. 2000’li yılların ortasına kadar yapıldığı gibi, artık Türkiye’deki reform ve değişimleri AB’ye uyum sağlama çabası ile gerekçelendirmeye gerek yoktur. Dışsal bir aktörün Türkiye’yi reform için motive etmesi gerekli değildir. Açıkça ifade etmek gerekirse, Türkiye AB istediği için değil, bu sınırlar içerisinde kahramanca yaşayan millet daha iyisini hak ettiği için reform yapma iradesini gösterme kudretine sahiptir.

Türkiye’de reforma dair bir diğer ilke, daha kapsayıcı ve saydam bir reform süreci yönetmektir. Reform toplumun tümünü etkileyen tartışmalı bir olgudur. Bu tartışmada, bir kişinin reforma dair takınacağı tavrı ideolojisi, reformun içeriğine ilişkin bilgisi ve karakteri belirleyebilir. Bireysel düzeyde, değişime yönelik psikolojik barajların aşılması ve insanların reform için ikna edilmesi gerekmektedir. Ayrıca, Türkiye’de reforma bürokrasinin direnç göstermesi ve süreci manipüle etmesi kuvvetle muhtemeldir. Reform sürecinin saydam ve farklı toplumsal kesimleri sürecin paydaşı haline getiren bir tarzda yönetilmesi, bürokrasinin direncinin ve manipülasyonlarının önüne geçilmesi ve toplumsal desteğin sağlanması açısından katkı sunabilir.

Orta demokrasi tuzağı

Bu tarz bir reform yönetimi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 3. AK Parti Olağanüstü Kongresi’nde dile getirdiği “orta demokrasi tuzağı”ndan kurtulmak amacına doğrudan hizmet edecek ve ülkemizin demokrasi standardının yükseltilmesine katkı sağlayacak bir yaklaşımı sahiplenme anlamına gelir. Ayrıca, iktidara gelmenin barajının yüzde 50 artı 1’e yükseldiği Türkiye’de, bu yaklaşım yeni sistemin gerektirdiği merkeze hitap etme ve kuşatıcı siyaset yapma gerekliliği ile uyumlu bir reform yapma tarzıdır.

Türkiye’de reformların üzerine inşa edilmesi gereken diğer ilke, bütüncül bakış açısına sahip olmaktır. Siyasal ve yönetsel sistem, birbirine karşılıklı bağımlılık ilişkisi içerisinde olan parçalardan oluşan bir bütündür. Bu karşılıklı bağımlılık, bir parçada yaşanan değişimin veya bozulmanın diğer parçayı da etkileyeceği anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’de gerçekleştirilecek bir reform girişiminin yeni sistemsel tıkanıklıklara ve kurumsal zafiyetlere yol açmaması için bu bütünselliği dikkate alması gerekmektedir. Bu reform girişiminin, bir yandan kendi içinde bir alt sistem olarak yönetim yapısını örgütsel, fonksiyonel, mevzuat ve personel boyutları ile ele alması gerekirken; diğer yandan yürütmede yaşanan değişimin yasamada da reformu gerektirdiği göz önünde bulundurulmalıdır. Gerek meclis iç tüzüğünün yenilenmesi gerekse milletvekili ile vatandaş arasında daha demokratik ve yakın bir ilişki oluşmasına katkı sağlayacak olan siyasi partiler yasasının ve seçim sisteminin değiştirilmesi meselelerini bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir.

Reform girişimlerine kurumsal desteğin sağlanması,  reform sürecinin yönetimi açısından son bir ilke olarak belirtilebilir. Bu destek, bir kamu kurumu, hükümete bağlı bir birim, bir araştırma merkezi veya bir komisyon aracılığıyla sağlanabilir. Bu yapı, bir yandan en üst siyasal seviyede reformların desteklendiğini sembolize ederken, diğer yandan Türkiye’deki parçalı reform yönetimi sorununun ortadan kaldırılması için kilit bir rol oynayacaktır.

Bu ilkeler üzerine oturtulabilen bir reform hamlesinin toplumsal meşruiyeti, dolayısıyla kabul edilebilirliği yüksek olacaktır. Bu meşruiyet, süreç içerisindeki olası itirazları ve tıkanıklıkları aşmak için çok önemli bir referans oluşturacaktır. Türkiye’de ve bölgede yaşanan yakın zamanlı gelişmeler düşünüldüğünde, Türkiye’nin patinaj çekmelere ve gereksiz vakit kayıplarına tahammülünün olmadığı aşikârdır.  

[email protected]