Reformlara rağmen, yargı

Adnan Boynukara - Yazar
21.12.2013

İster soyut norm denetimi sonucunda, isterse bireysel başvuru sonucunda verilmiş olsun, yasama, yürütme ve yargı organları AYM’nin ortaya koyduğu kritere uymak durumundadır.


Reformlara rağmen, yargı

Tartışmaların odağındaki kurumlardan birisinin, yargı olduğu konusunda kuşku yok. Farklı gerekçelerle gündeme gelen yargının tartışma konusu olmasını, belirli aralıklarla demokratik işleyişi askıya alan gelenekten, bu geleneğin sonucu oluşturulan kurumlarından ve kimilerinin kendini devletin ‘sahibi’, ‘koruyucusu’ görme refleksinden bağımsız değerlendirmek zor.

Demokratik işleyişin düzenli aralıklarla kesintiye uğratıldığını sıklıkla konuşuyoruz. Türk demokrasisinibu çerçeveden analiz ettiğimizde,’korku’ üzerinden üretilen ‘vesayet’ kavramı ve millet iradesini sınırlandırma girişimleri en yalın haliyle ortaya çıkar. Bu nedenle de her türden demokratikleşme talebi ve çabası karşısında sergilenen tutumları, ‘korku’, ‘bölünme’, ‘hain’, ‘vesayet’ ve millet iradesini sınırlama kavramları olmadan tanımlamak oldukça güç. Bu durum nedeniyle olsa gerek ki, çok partili hayata geçişle başladığı kabul edilen ‘Türkiye Demokrasi’tarihi, müdahaleler tarihi olarak kabul edilmiştir. Hatta’darbeler arası demokrasi tarihi’ ifadesini kullanmak dahi,abartılı bir tanımlama olmayacaktır. Bu durumu, sadece askeri bürokrasinin eseri olarak tanımlamak kolaycılık olur. Çünkü darbe ve müdahale,kolektif bir yapının ürünüdür. Dolayısıyla sorumluluk da, ortaktır.Ortaya çıkan ‘günahın’ ortaklarından birisi de yargıdır. Yargının günahını/sorumluluğunu; siyasetteki iklim değişimlerine paralel olarak ‘kurtarıcı misyonu’ üstlenmek, hakem olma vasfını yitirip taraf olma keyfiyetiyle varlığını sınırlamak, siyasetin seçkinlerce belirlenen ‘makbul ve meşru sınırlar’ içinde tutulmasında ve sivil siyaset aleyhine alan daraltma mücadelesinde rol üstlenmek, yasalarla suç olarak tanımlanmış olmasına rağmen demokratik düzene el uzatma teşebbüslerini görmezden gelmek veya hukuku bu teşebbüsleri meşrulaştırma aracı olarak kullanmak, darbe dönemleri dışında da ‘sürekli vesayet’ anlayışının kurumsal taşıyıcısı olmak, bireyi devlete, özgürlüğü güvenliğe ve adaleti statükoya feda etmek şeklinde sıralamak mümkün.

‘Koruyucu-sahip’ değil, hakem

Özellikle müdahale dönemlerinde yaşananların ve gündelik hayatta karşılaştığımız kimi uygulamaların, kendini ‘devleti koruma’ misyonuyla var eden anlayıştan kaynaklandığı açık. Halbuki; ‘kurtarıcı misyon’ üstlenmek ve ‘sahip’ edasıyla davranmak, hakem olma vasfını yitirmektir. Zaten sorunlu inşa edilmiş olan demokratik işleyiş bu tutum ile birleşince vatandaşlar için hayat çekilmez bir hal almaktadır. Çünkü Türk demokrasisinin büyük zaafı, yukarıdan aşağıya doğru, yani vesayetçi seçkinlerin bir lütf-u şahanesi olarak kurulmuş olmasıdır. Diğer bir deyişle, kendilerini kurucu irade olarak tanımlayan kesimlerin izin verdiği ölçüde hayata geçen kısıtlı ve eksik bir demokrasi... Kimi yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesiyle bu anlayış geriletilmiş olsa da, kendini ‘sahip’ ve ‘koruyucu’ olarak konumlandırmış olan anlayışın devam ettiğine ilişkin işaretler az değil! Şunu açıklıkla ifade etmek lazım ki, bu ülkenin ve devletin sahibi, bu ülkede yaşayan herkestir. Hiç kimse, devlet ve ülke sahipliği konusunda kendini önde görme hakkın sahip değildir. Kişilerin maaş alarak yaptıkları görevleri, onlara devletin sahibi olma ayrıcalığı değil, vatandaşa hizmet zorunluluğu verir. Bu demokratik işleyişin gereğidir. Demokratik işleyişte yargının görevi, bireyler arasında veya devlet ile vatandaş arasında ortaya çıkan sorunlarda hakem olmaktır. Bunun ötesi, vesayetçi anlayışın sürdürülmesinden ibarettir. Türkiye, 2004 yılında, Anayasanın 90. maddesinde yaptığı değişiklikle, “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası analaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır” hükmünü hayata geçirmiş bir ülkedir. Bu nedenle; kişiye göre uygulamalar kabul edilemez ve herkes için adalet ilkesi, temel bir haktır.

Tutuklulukla ilgili neler yapıldı

Hukukçular; tutuklama, ceza muhakemesi sürecinde şüpheli veya sanığın kaçmasını ya da suç delillerini karartmasını önlemek amacıyla başvurulan, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını yakından ilgilendirmesi sebebiyle üzerinde titizlikle durulması gereken bir koruma tedbiri olduğunu sıklıkla ifade ederler.Bu tedbirin uygulanması için kişinin kuvvetli suç şüphesi altında olması, ayrıca kaçma veya delilleri karartma kuşkusunun bulunması gerekir. Diğer taraftan; tutuklama nedenlerinin objektif olarak varlığı halinde dahi, yargılamanın makul sürede tamamlanması ve tutukluluk süresinin amacına aykırı biçimde uzamaması önemlidir. AİHM ve Anayasa mahkemesi tutuklama nedenlerinin varlığını teyit ettiği birçok somut olayda, makul süreleri aşan tutukluluk hallerini ihlal sebebi saymıştır. Yargılamaların makul sürelerde sonuçlandırılması, tutukluluk halinde özel önem taşımakla birlikte, genel olarak adil yargılanma hakkının ayrılmaz bir parçasıdır.

Suçluluğun sabit olmadığı ve kesin bir hükmün henüz ortaya çıkmadığı muhakeme sürecindeki tutukluluğun son çare olması, eleştirilere konu olan bazı sorunlu uygulamaların çözümü, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının daha güçlü bir teminata kavuşturulması için 3. Yargı Paketi hazırlanmıştı. 02 Temmuz 2012 tarihinde TBMM’de kabul edilen 6352 sayılı Kanun, tutuklama konusunda önemli yenilikler getirmişti. Bu kapsamda;Tutuklama konusunda yaşanan sıkıntıların ve eleştirilerin azaltılması amacıyla tutukluluk yasağı sınırı iki yıla çıkarılmıştı.Uygulayıcıların tutuklama konusunda daha özenli olmaları amacıyla tutuklama kararlarının somut olgularla gerekçelendirilmeleri zorunluluğu getirilmişti. Yani; tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya bu husustaki bir tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda, kuvvetli suç şüphesi ve tutuklama nedenlerinin varlığı ile tutuklama tedbirinin ölçülü olduğunun somut olgularla gerekçelendirilerek açıkça yazılması gerektiği vurgulanmıştı.Böylece her bir somut olayla ilgili mahkemeler karar verirken verdikleri kararları ayrıntılı bir şekilde gerekçelendirmek zorunda kalacaklardı.Adli kontrol uygulamasının kapsamı genişletilmiş ve adli kontrol tedbirinin uygulanabilmesi bakımından süre sınırı tamamen kaldırılmıştı. Bu sayede tutuklama sebeplerinin varlığı söz konusu olsa bile, tutuklamaya alternatif olarak mahkemelerce gerekli görülmesi halinde, şüphelinin tutuklanması yerine adli kontrol altına alınmasına karar verilebilmesi imkânı sağlanmıştı. Düzenlemeyle, gerçek anlamda bir tutuklama alternatifi oluşturulmuş, tutuklamanın kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını amacın ötesinde kısıtlayan mahsurları da önemli ölçüde azaltılmıştı.

AYM kararı ve uygulamalar

Devletin demokratik dönüşümünün sağlanmasının yollarından birisi de, hak arama mecralarının çeşitlendirilmesi ve vatandaşın buna ulaşımının sağlanmasıdır. Buna ilişkin olarak 2010 referandumu ile getirilen Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Hakkının önemli bir adım olduğu, son tartışmalarla ortaya çıkmıştır. Anayasa Mahkemesinin Balbay kararı özetle;tutuklamanın devamına karar verilirken, davanın genel durumu yanında,tahliyesini talep eden kişinin özel durumunun dikkate alınması ve bu anlamda tutukluluk gerekçelerinin kişiselleştirilmesini bir zorunluluk olarak ortaya koymuştur. Bununla birlikte Mahkeme, tahliye taleplerini inceleyen mahkemelerin, bu talepleri reddederken gerekçelerini yeterince kişiselleştirmemiş olmalarına, aynı zamanda milletvekili seçilmiş olan kişinin kaçacağına, ya da delilleri karartacağına dair inandırıcı somut olgular ortaya koyamamış olmasına da işaret etmiştir. Yüksek mahkeme; tutukluluğunun devamı hakkında karar verilen kişi milletvekili olduğu takdirde, çatışan değerlere bir yenisini eklemiş; kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının yanında, seçilmiş milletvekilinin tutuklu olması nedeniyle yasama faaliyetine katılamaması sonucu mahrum kalınan kamu yararının da dikkate alınması gerektiğine işaret etmiştir. Bu çerçevede mahkemelerin milletvekili seçilen kişilerin tutukluluğunun devamına karar verirken, hem kişi hürriyeti ve güvenliği hakkından, hem de seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının kullanılmasından kaynaklanan yarardan çok daha ağır basan, korunacak bir yararın varlığını somut olgulara dayanarak göstermeleri gerektiğini ortaya koymuştur. Anayasa Mahkemesi ayrıca, dava kapsamında yargılanan sanıklardan bazılarının kaçması ya da kaçmaya teşebbüs etmesi, bazı sanıkların ise delilleri karartma girişiminde bulunması şeklindeki gerekçelerin, diğer sanıklar içinde geçerli olmayacağının altını çizmiştir. Diğer önemli bir nokta ise Anayasa 153’ün “mahkemenin kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamları, gerçek ve tüzelkişileri bağlar” biçimindeki son fıkrasıdır.

Şimdi; tutukluluğun istisnai bir durum olmasına, tutukluluğa alternatif olarak getirilen tedbirlere ilişkin yasal düzenlemeler yapılmasına ve Anayasa Mahkemesinin tutukluluk statüsünden hükmen tutuklu statüsüne geçmiş ve dosyası Yargıtay’da olan bir milletvekiline ilişkin kararına rağmen; tutuklu yargılaması devam eden milletvekilleri hakkında verilmiş olan kararı anlamak zor. Mahkemenin,tutuklama kararlarının somut olgularla gerekçelendirilmesi zorunluluğuna ilişkin yasal düzenlemeye rağmen, tutukluluğun devamına ilişkin kararında bildik ifadeleri kullanmaktan öteye geçmeyen kararı oldukça düşündürücüdür. Bu tutum, yapılan onca reform çalışmasına ve yasal düzenlemeye rağmen kimilerinin, yukarıda bahsettiğimiz vesayetçi yaklaşımlardan vazgeçmediğini ortaya koymaktadır. 

Balbay kararının yalnızca ilgili dosya için geçerli olduğunu, başka dosyalara teşmil edilemeyeceğine ilişkin tartışmalar da söz konusu. Ancak anayasanın açık hükmü dikkate alındığında, ister soyut norm denetimi sonucunda verilmiş olsun, isterse bireysel başvuru sonucunda verilmiş olsun, yasama, yürütme ve yargı organları mahkemenin ortaya koyduğu karara uymak zorunluluğu vardır. Aksine davranış, anayasanın açık hükmünü çiğnemek anlamına geleceği açıktır.Bununla birlikte; yargıdaki uygulamaların kişilere göre farklı olduğu inancının yerleşmesinin toplumdaki adalet duygusunun yaralanmasına ve demokratik işleyişin olmadığına yönelik fikirlerin yaygınlaşmasına neden olacaktır. Bununla birlikte, yargı müdahalesi ile siyasetin ve toplumun dizaynı sonucunu doğurduğu açıktır!

[email protected]