Robinson Crusoe sadece ıssız bir adada hayatta kalmaya çalışan bir adamın hikâyesi değildir. Aksine bir medeniyetin başka bir medeniyeti ne şekilde şekillendirmek istediğinin, hatta onu nasıl yeniden kurmak istediğinin alegorik bir metnidir. Robinson bir adaya düşen bir birey değil, Batı aklının kimsesizliğe bile tahakküm uygulayabilen temsilcisidir aslında. Karşısına çıkan her şeyi yani toprağı, hayvanı, doğayı ve en önemlisi insanı ehlileştirme görevi ve yetkisini kendinde görmenin meşrulaştırıldığı romandır.
Prof. Dr. Bayram Özer/ Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Çocuklarımız bizi niçin beğenmiyor?
Çocuklarımız ülkesini niçin beğenmiyor?
Çocuklarımız kültürümüzü niçin beğenmiyor?
Ve bütün bunların sebebi ne?
Cevap veriyorum.
Çocukların suçu yok.
Asıl suçlular bizleriz.
Peki bu soruların konuyla ilgisi ne?
Anlatmaya çalışayım.
Bir roman var. Sanırım bu yazıyı okuyup da bahsettiğim romanı duymayan ve bilmeyen yoktur.
Çünkü her ne kadar eğitim sistemimiz bize okuma alışkanlığı ve sevgisi kazandırma konusunda çok başarılı olmasa da okumamamız gereken kitapları okutmak konusunda oldukça başarılı.
Bunlardan biri Robinson Crusoe.
Kısaca ıssız bir adada hayatta kalmaya çalışan bir adamın hikayesi.
Kimsesizliğe uygulanan tahakküm
Ama Robinson Crusoe sadece ıssız bir adada hayatta kalmaya çalışan bir adamın hikâyesi değildir. Aksine bir medeniyetin başka bir medeniyeti ne şekilde şekillendirmek istediğinin, hatta onu nasıl yeniden kurmak istediğinin alegorik bir metnidir. Robinson bir adaya düşen bir birey değil, Batı aklının kimsesizliğe bile tahakküm uygulayabilen temsilcisidir aslında. Karşısına çıkan her şeyi yani toprağı, hayvanı, doğayı ve en önemlisi insanı ehlileştirme görevi ve yetkisini kendinde görmenin meşrulaştırıldığı romandır.
Romanın konusunu hatırlayalım: İngiliz bir ailenin tek çocuğu Robinson, macera hevesiyle bir gemi seyahati yapmaktadır. Seyir esnasında Türk korsanların saldırısı sonucu şimdiki Fas yakınları diye tahmin edilen bir yerde içinde olduğu gemi batar. Robinson ıssız bir adaya düşer ve o adada hayatta kalma mücadelesi verir. Bu mücadele sırasında hep umutlu, inançlı ve kararlıdır. Umudunu kaybetmemenin, ne kadar çaresiz olsan bile içinde bulunan inancın ne kadar değerli olduğunun mesajlarını sürekli verir ve bu arada Hz. İsa ve Hristiyanlık hakkında öğretilerden de bahseder.
"Ehlileştirilmesi gereken varlık"
Hayatta kalma mücadelesi sırasında ise Cuma ile bir şekilde karşılaşır. Ancak romandaki Cuma, bir insan olarak değil, "ehlileştirilmesi gereken bir varlık" olarak çıkar karşısına. İki yerli yamyam kabilenin birbiriyle savaşması sonucunda esir alından Cuma'yı kurtarır ve ona isim verir. Kurtarmayacak olsa yerli kabile Cuma'yı yiyecektir büyük ihtimalle. Çünkü onun için esir almışlardır.
Robinson kurtardığı yerliye dil öğretir ve zaman içerisinde de din öğretir. Ve sonunda da ona bir rol biçer.
Cuma artık Robinson'un sadık hizmetkârıdır. Çünkü Rabinson Cuma'yı kurtarmasa idi büyük ihtimalle ölecekti. Onun hem hayatını kurtarır hem de medeniyet adına ona her şeyi büyük bir sabır ve azimle öğretir.
Şimdi bu romanın kurgusuna baktığımızda aslında bir dünya düzeni fikrinin alttan alta nasıl işlediğini açık bir şekilde görmekteyiz. Romanın kurgusuyla günümüz küresel düzenin nasıl örtüştüğünü anladığım şekilde anlatmaya çalışayım. Belki içinde biraz komplo teorisi var diyebilirsiniz.
İlk olarak romanın yazarına bakalım. Yazar bir anlamda Tanrı'dır burada. Çünkü karakterin kaderini yazarken aynı zamanda karakter üzerinden oluşturduğu toplum algısı ve medeniyet unsurlarının da kaderini o yazmıştır ve her şeyi en doğru şekilde bilen odur ve Batılıdır.
Baş karakterimiz olan Robinson Batı'yı temsil eder. Medeni, Batılı, dindar, eğitimli, güçlü, azimli ve Hristiyan.
Öteki burada Türk korsanlarla başlayan ve Cuma ile kimlik bulan Müslüman toplumdur. Bu toplum Doğulu, yamyam, korsan, eğitimsiz, inançsız ve kurtarılmaya muhtaçtır. Kendi hallerine bırakılamazlar. Çünkü bu onların yüksek ahlak ve insani erdem anlayışlarına ters düşer. Ahlaklı olmanın gereği olarak kendi hallerine bırakılsa birbirlerini yiyecek barbar toplulukları kurtarmak ve medenileştirmek onların görevidir. Bu yüksek bir ideal ve insani bir amaçtır.
Kurtuluşun adresi olarak Batı
Romanda "Türk korsanları" ifadesi geçerken bunun basit bir tarihî referans olmadığını hemen anlarız. Burada Türk imgesi, sadece Osmanlı'yı temsil etmez. Aynı zamanda Müslüman, Doğulu, yabancı ve potansiyel tehdit anlamına gelir. "Mağripli köle tüccarları" gibi ifadelerle desteklenen bu anlatı, Doğu'yu kölelik, tehdit ve vahşilikle özdeşleştirirken, Batı'yı düzenin ve kurtuluşun adresi olarak gösterir.
Üstelik bunu öyle ustaca yapar ki, okuyucu kitabı bitirdiğinde farkına bile varmadan "Doğu tehlikelidir, Batı kurtarıcıdır" düşüncesini içselleştirir.
Çünkü romanda Robinson tam ölmek üzere iken Cuma'yı büyük bir cesaretle kurtarır ve ona medeniyeti öğretir. Robinson olmasa yerliler birbirlerini yiyecekler bir başka açıdan bakıldığında. O yüzden kurtarılmaya muhtaçtırlar. Onları birinin kurtarması gerekir ve bu görev de kader tarafından Robinson'a verilmiştir. Eğer kendi hallerine bırakılırsa, bu Robinson'un ahlak anlayışına ve güçlü inanç duygusuna ters düşmektedir. Yani inancı ve ahlakı ona bu barbar yerli bireyi kurtarma görevi vermiştir. Ama hepsini de kurtaramaz. Yalnız bu kurtarıcılık bile bir yere kadardır. Çünkü Robinson ne yaparsa yapsın günün sonunda Cuma yine de ölür. Yani bu topluluklar sonunda yok olmaya mahkumdur. O zamana kadar Batı'nın kurtarıcılığına ve terbiye ediciliğine ihtiyaçları var. Ne kadarını kurtarabilirlerse artık...
Kısaca romanın sonunda kazanan her zaman Batı'dır. Doğu ya yok olur ya da Batı'ya benzeyerek var olma şansı elde eder. Ancak o da belli bir zamana kadar.
Romanın verdiği mesajları yorumlamaya devam edebiliriz. Ama buraya kadar olan yorumlar yeterli olur sanırım.
Asıl bu noktada dikkat çekmem gereken bir şey var.
İşte tam da bu noktada mesele romanın içeriğinden çok, Türkiye'de onlarca yıl boyunca tavsiye edilen kitaplar listesinde yer almasıdır. Yani yıllar boyunca ıssız ada fenomeni Türk çocuklarının zihninde de kurulmuştur.
Her yıl binlerce öğrenci bu romanı okumuş, üzerine kompozisyon yazmış, filmini izlemiş, çizgi filmi ile eğlenmiş ve sonunda farkında olmadan Robinson'a dönüşmüştür ya da dönüşmek istemiştir. Yalnız bir sorun var. Bu çocukların hepsi Cuma olarak doğmakta ve Cuma olmanın ezikliğini ilkokuldan itibaren sürekli ve tekrar tekrar yaşamaktadır. Ve bu resmi eğitim yoluyla olduğu kadar günlük hayat ve popüler kültür yoluyla da desteklenmektedir.
Yani kendi ülkesinde Robinson romanındaki Cuma olduğunu bilerek ama bilmezden gelerek, sürekli Robinson gibi olmaya ve yaşamaya çalışan bir topluluğu kendi ellerimizle yetiştiriyoruz.
Sonunda ne oluyor peki. Kendi coğrafyasına yabancılaşmış, kendi tarihinden hicap duyan, kendi diline ve kültürüne mesafeli bir Cuma.
Düşünün. Romanı okuyan herhangi bir çocuk ya da genç, romandaki Cuma olmak ister mi?
Gelinen noktada bir toplumun genç bireyleri, doğup büyüdükleri topraklara karşı mesafeli, uzak ve yabancı diyarlara karşı ise hayranlıkla yetişmektedir. Onların gözünde Batı'nın ürettiği her şey ışıltılı, yerli olan ise eksik, kusurlu ve geride kalmıştır. "Neden Türk yapımı bir araba kullanmıyoruz?" sorusu artık ciddi bir arayıştan ziyade ironik bir tebessümün bahanesi haline gelmiştir. Bu düşünceyi savunmak çağ dışılık, savunan kişi ise bağnazdır. Çünkü cevap çoktan ve daha çocukluk çağında zihinlere kazınmıştır. Batılılar yapar, üretir, düşünür. Türkler ise sadece savaşır, öfkelenir, bağırır.
Türklerin bilimde ve teknolojide yeri yoktur. Olsa bile dikkate değer değildir. Sanatları seçilmez, edebiyatları beğenilmez. Yaratıcılık Batı'ya aittir, duygu ise Doğu'nun zayıflığıdır. Aklın temsilcisi Batı'dır, duygusallığın ve irrasyonelliğin ise Doğu.
İşte bu zihinsel yapı bireysel bakış açısı ile açıklanamaz. Bu aslında kültürel bir formasyonun ve yıllar içinde işlenmiş psikolojik bir çarpıtmanın sonucudur. Ve çoğu zaman bu fark edilmez. Çünkü çocuk daha okula adım atmadan önce bile "kendisine ait olanın" bir şekilde değersiz olduğuna ikna edilmiştir. En parlak fikrin hep dışarıdan geleceği, en doğru davranışın hep başkasından öğrenileceği öğretilmiştir. Böylece insan, kendi toprağının renginden korkar ve kendi halkının sesinden utanır olmuştur. Gözünü sürekli dışarıya çevirir ve gördüğü her şeye hayran olur.
Ve bütün bunların arkasında işte o kitaplar vardır. Robinson Crusoe, Batı'nın bir hikâyesi olabilir. Batılı çocuklar için belki cesaret, dayanıklılık, bireycilik gibi değerleri yüceltir. Fakat Türk çocukları için aynı bu kitap aşağılık kompleksine, kimlik krizine, kültürel yabancılaşmaya ve psikolojik kırılmaya zemin hazırlar. Bu adeta kültürel bir Brüksel sendromudur. Çünkü çocuk artık hem celladına hayrandır hem de onun tarafından sevilmek için kendi kültürel değerlerinden vazgeçmeye hazırdır. Üstelik bu cellat onu adada kurtaran Robinson kılığındadır. Nazik, akıllı, bilgili ve Batılı.
Peki çözüm nedir?
Herhalde ilk olarak Robinson'u kendi adasına geri göndermek gerekir. Cuma'yı ise kendi dilinde, kendi inancında, kendi kültüründe yeniden konuşur hâle getirmek.
Bunu bir sansür çağrısı olarak anlamayın. Niyetim o değil.
Tam tersine gerçek bir edebi eleştiri olarak kabul edin.
Çünkü gerçekte bir medeniyetin başka bir medeniyeti aşağılamak üzere kaleme aldığı metinler dokunulmaz değildir bana göre.
Evet, Robinson Crusoe iyi bir romandır, ama bir o kadar da etkili bir kültürel mühendislik ürünüdür.
Artık bu tür kitapları sorgusuzca okutmanın değil, sorgulatmanın zamanıdır. Çünkü sürekli bu tür mesajlara maruz kalan çocuklarımız, eninde sonunda o mesajları farkında olmadan sahiplenmeye ve kendi davaları haline getirmeye başlıyorlar. Aslında kendileri olmayan bir kimlik inşa ediyorlar ve bu kimlikleri kendileri oluyor sonra. Kendilerini öyle görmeye başlıyorlar. Onun için mücadele ediyorlar.
Bu düzeni ve döngüyü kırmamız gerekiyor.
Kendi çocuklarımızı başkalarının kurallarıyla yetiştirmekten vazgeçmeliyiz. Hele bu başkaları bizi beğenmeyen, sevmeyen ve aşağılayan başkaları ise.
Çocuklarımızı yetiştireceğimiz kitaplarımızı kendimiz yazalım.
Ve bu kitaplarda kendimizi anlatalım.
Ve bu kitaplar sayesinde çocuklarımız kimliklerini kazansınlar.
Çünkü en büyük medeniyet, insanın önce kendi kimliğini tanımasıdır.
Ve belki de asıl roman, insanın kendi benliğini ve kimliğini tekrar kazanma mücadelesidir.
Kaybettiğimiz ve bir türlü kazanamadığımız kimliğimizi yeniden kazanalım.
Toplumsal olarak yaşadığımız sorunların asıl sebebi bu çünkü.