Roma-Floransa-Venedik turist hattında

0
2.09.2012

Turizm aslında bir Anglosakson icadı. On dokuzuncu asırda kış ortasında İngilizler, soğuktan Fransa’nın güney sahillerine kaçar, biraz güneş yüzü görürlermiş. Bence zeki adamın yapması gereken de bu. Atalarımızın yazın yaylaya, kışın ovaya veya sahile inmesi gibi. Fakat turistlerin bir endüstri halinde dolaşması sanırım Amerikanların işidir.


Roma-Floransa-Venedik turist hattında

Prof. Dr. İSKENDER ÖKSÜZ /Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi

Turizm aslında bir Anglosakson icadı. On dokuzuncu asırda kış ortasında İngilizler, soğuktan Fransa’nın güney sahillerine kaçar, biraz güneş yüzü görürlermiş. Bence zeki adamın yapması gereken de bu. Atalarımızın yazın yaylaya, kışın ovaya veya sahile inmesi gibi. Sonra birden akıllarına denize girmek gelmiş. Erkekler mayolarla, kadınlar da haşemaya benzer kıyafetlerle. Denize Aralık’ta girilmeyeceğine göre İngilizler’in Cote de-Azur seyahatleri de yaza kaymış. Ondan sonrasını biliyorsunuz.

Fakat turistlerin bir endüstri halinde, tarih, sanat ve kültür peşinde bölükler halinde dolaşması sanırım Amerikanların işidir.

İtalya’ya dönelim. Eşimle buralara, Roma ve Floransa’ya son gelişimiz on yedi yıl önceydi. İtalyanca’nın operalar yaratan sesini de unutmuşuz. Sanki bütün kelimeler o veya i ile bitiyor... Günlük cümleleri bir operanın librettosundan alınmış gibi. (İşte buyurun, “libretto” kelimesinin kendisi de öyle!)

Musa’nın dizindeki çentik

Önce hatırladığımız yerlere gidelim dedik ve Zincirli Aziz Pietro Kilisesi ile başladık. San Pietro in Vincoli... San Pietro putperest Romalılarca burada zincirlenip tutulmuş. Çözüldüğünde de zincir bir daha açılmamak üzere kendi kendine ısınıp, eriyip kaynamış. Zincirin İtalyancası bizim dildeki vinç kelimesi. Herhalde onlardan aldık. Denizcilik tabirlerimizden çoğu İtalyanca’dır. Fakat biz oraya San Pietro’un zincirlerini değil, Mikelancelo’nun boynuzlu Musa’sını görmeye gittik. Bir terslik olduğunu orada anlamalıydım. On yedi yıl önce Musa’nın dizi dibine kadar yaklaşırken şimdi dört beş metre uzakta durmak zorundaydık.

Musa’nın dizi önemli... Denilir ki Mikelancelo eserini bitirdikten sonra şöyle bir bakıp o kadar memnun kalmış, onu o kadar gerçeğe yakın bulmuş ki “Konuş!” diye bağırıp elindeki çekiçle dizine vurmuş. Hakikaten Musa’nın dizinde bir çentik var.

Mikelancelo’nun şevkati

Daha sonra San Piyetro Kilisesi’ndeki Pieta’ya da yaklaşamayınca öğrendik: Birkaç yıl önce delinin biri elinde baltayla Pieta’ya saldırmış. Bu saldırıdan sonra bu en önemli eserler korumaya alınmış. On yıllar önce de Luvr’daki La Jakond saldırıya uğramıştı. O günden beri yirmi santimlik bir camın arkasından seyrediliyor.

Pieta, şevkat demek. Hazreti İsa’nın çarmıhtan indirildikten sonra cesedinin anne kucağında tasvirine deniyor. Belli İncil ve Tevrat sahneleri ve bazı Roma efsaneleri o kadar çok işlenmiş ve tekrarlanmış ki, artık “şevkat” dendiğinde bu sahnenin anlaşılacağı muhakkak. Bu hükmüm ne kadar doğru bilmiyorum. Belirli sahnelerin düzinelerce defa düzinelerle değişik sanatçı tarafından tekrarlandığı kesin. Fakat acaba Mikelancelo olmasaydı Pieta denilince şıp diye Pieta anlaşılır mıydı? Burası şüpheli.

San Pietro’yu mevcutlu gezdik. Kadim dostumuz, felsefe hocamız, Vatikan Sefirimiz, Ekselans Profesör Dr. Kenan Gürsoy Beyefendi büyük bir lütufla bize eşlik etti ve adım adım bilgilendirdi. Yardımlarını ertesi günkü Vatikan Müzesi gezimizde de esirgemedi.

Kilise senin üzerinde yükselecek

Hristiyanlığın nasıl da şehitlik, eziyet, ölüm ve fedakârlık üzerinde yükseldiğini hissediyorsunuz. Bu tabiî Hazreti İsa’nın, onlara göre, insanlığı kurtarmak üzere ölümüyle başlıyor. (Bize göre çarmıha gerilmemiştir.) “Tanrı, sizi sevdiği için oğlunu feda etti” derler! Kafam kalın olduğu için anlamam. Daha ilkel dinlerin belayı savuşturmak için Tanrılara kurban vermesi gelir aklıma. San Pietro Katedrali de Aziz Pietro’nun gömüldüğü yerde yükselmiş. Romalılar’ın öldürdüğü daha nice Hristiyan da bu katedralin altında gömülüymüş... Rivayet edilir ki Hazreti İsa, Pietro’ya, “Kilise senin üzerinde yükselecek!...” diye bir kehanette bulunmuş.

Düşünün. Bizim de, hem iki bin yıl öncesine değil, iki yüz yıldan az bir zaman öncesine ait o kadar çok şehidimiz, kurbanımız var ki. Onların üstüne mabetler kursak ve ziyarete gelenlere anlatsak. Burada falancaların öldürdüğü şu kadar bin Müslüman gömülü... Sonra onların nasıl öldüğünün tasvirlerini tekrar tekrar ve tekrar yapsak. Yazsak, çizsek, oynasak. Nasıl bir psikolojimiz olurdu acaba?

Roma’yı gezdiren otobüs turları var. Belli başlı üç tane. Bir tanesi “Hristiyan Roma”. Adından anlaşılacağı gibi daha çok kilise ağırlıklı. Kolesoum’a da gidiyor ve orada da aslanlara yedirilen Hristiyanlar var malum.

Hırsız bolluğu turistik reklam mı?

Floransa’da Rönesansa daha yakınsınız. Tabiî öyle olacak. Roma’da Roma var, Ortaçağ ve Papalık var, sonra da Rönesans var. Ama Floransa’da Roma daha az, Rönesans daha çok. Hümanizm... Daha önce giyimli figürlerle temsil edilen İncil, Tevrat ve Roma efsanaleri şimdi çıplak figürlerle temsil ediliyor. Böylece medeniyet bir sıçrama yapmış oluyor. Mikelancelo burada da bütün haşmetiyle karşımızda. İkinci Pieta’sı Floransa’da. Fakat dikkatin odağında onun Davud’u var.

Şehir Babaları’nın toplanıp karar verdikleri

Signoria Meydanı’nda Davud (aslında meydandaki kopyası, aslı Accademia’da) ve Ammannato’nun Neptün heykeli var. Tabiî Neptün’ün bahtsızlığı

Mikelancelo’nun eseriyle yan yana durması. O dev heykellerin sanatçıları, heykel yapmadıkları zamanlarda dağ bayır gezip mermer arıyor. Şehir efsanesine göre Mikelancelo, Neptün’ü görünce şu kâfiyeli-aliterasyonlu cümle ağzından dökülüvermiş... O ve i seslerine mukayyet olun ve opera gibi sesli okuyun: “Ammannato, Ammannato, che bel marmo hai rovinato” Ammanato, Ammanato ne güzel mermeri berbad etmişsin!

Floransa’da cüzdanımı takside bıraktım. Saatler sonra fark ettim. Kaldığımız otelin yönetici-sahibine söyledim. Ortalığı yıktı! Şehirde üç taksi şirketi varmış. Aradı ve benim taksiyi buldu. Bu arada bize nakit borç vermeyi teklif etti! Saatler sonra taksinin şoförü hanım da bulundu - ilk seferde bulunamamıştı; çünkü siesta yapıyormuş. Benim cüzdan içindekilerle eksiksiz geri geldi. İtalya’da hırsız bolluğu turistik reklamı mı acaba?

Mediçilerin, ve Makyavel’in şehri Floransa. Roma’ya trenle yaklaşık bir, Venedik’e iki saat.

Venedik’te ölüm mahalli

Venedik’e ta 1981’de gitmiştik, pek bir şey de anlamamıştık. Büyük Kanal kıyısında bir yerde kötü ve çok pahalı bir pizza yemiştik, o kadar. Bu sefer bıkana kadar kaldık. Pizzalar yine kötü ve pahalıydı.

Venedik’de de müze var: Accademia Müzesi. Fakat Vatikan ve Floransa’dan sonra doymuştuk ve müzede Mikelancelo yoktu. Mikelancelo Venedik’e gelmiş ve birkaç yıl kalmış ama orada eseri yok galiba. Venedik’e gelip eser de veren bir başkası Hemingway. “Venedik’te Ölüm”ü vaka mahallinde kaleme almış!

‘Sineleri üryan, bakışları davetkar’

Eşim ve ben, uzun zamandan beri yurt dışına çıkmamıştık. İtalya’yı son görüşümüz de ta geçen asırdaydı. 1995 olmalı. Tabi arayı bu kadar açınca kültür şokları bıraktığımız yerden devam etti. Taharet musluğu olmayan tuvaletlerden başlayarak!

Bu kadar kültür farkını anlamak lazım. Bizim elçiler de Avrupa’ya ilk gittiklerinde epey bir kültür şoku yaşamış ve yaşatmışlardı.

Avrupa’da, törenlerde askerler kılıç çeker...

Şimdi bizde de çekiyorlar. Törenlerdeki kılıç çekiş, “kılıcım emrinizde” anlamına gelir. Tüfekle selamlamak da bu eski kılıç âdetinin devamı. “Silahını sunmak” deniyor. Biliyorsunuz düğünlerde de kılıç çekilir. O kılıçlar da yeni kurulan yuvanın sembolik olarak korunmasıdır...

Bizde ise kılıç çekmek ciddî bir iştir. Osmanlı’da Müslüman olmayanlar kılıç taşıyamaz. (Müslümanların yanında ata da binemez.) Kılıç çekildi mi kullanılır. Zaten saraya falan kılıçla giremezdiniz.

İlk elçilerimizden biri, kılıç çekmiş tören kıtasını görünce elini beline koyup onları bir güzel azarlamıştı: “Seyfi üryan tutmak, beyanı husumettir; sokasız anları kınlarına!” (Kılıcı çıplak tutmak, düşmanlık beyanıdır; onları kınlarına sokunuz!” ) Sonra da merkeze rapor yazıp Avrupalı hanımları müzevirlemişti: “Sineleri üryan, bakışları davetkâr”. Galiba Paris sefirimizdi, “Bunlar aslında göründükleri kadar kalabalık değiller. Yakından bakınca gördüm ki sokaklar kadın dolu; onun için bu kadar kalabalık görünüyorlar” diye yazmıştı.

Çinli turist çokluğu

İtalya’ya dönecek olursak, bu kadar ara vermenin bazı avantajları var. Yavaş fakat kararlı değişiklikler sizi çarpıyor. On yedi yıl önce bütün taksiler Fiat ve Lancia idi. Şimdi Volksvagen, Opel, Mersedes ve Sitroen çoğunlukta. Hatta Japon arabaları bile İtalyan markalarının önünde. Bu bir tek Venedik için geçerli değil, çünkü Venedik’te otomobil yok. Hoş kamyon, otobüs falan da yok. Venedik’te bütün ulaşım denizden yapılıyor. Polis, ambulans, taksi dâhil. Belediye otobüsleri: Vaporetto. Turistler için “gondolo”. Küçük esnaf yük taşıyacaksa “sandolo”. Üzerinde “Taxi” yazanlar da dört kişilik motorlu “sandololar”. Gondolo’lar popüler tabi... Amerikan turistleri onlar taşıyor. Herhalde ekstra ücret karşılığı olmalı-biz binmedik, bilmiyorum-gondolcular şarkı da söylüyor. Meselâ, “O Sole Mio”...

Turizmi Anglosaksonlar icad etti, Amerikanlar zirveye taşıdı demiştik. Gerçekten on yedi yıl önce her yerde Amerikan bölükleri vardı. Önde en arkadakinin de göreceği bir bayrak veya sopa ucuna takılmış bir eşarp veya bebek; herkes kendi mihmandarını görür ve müsait yerlerde onun nutkunu dinlerdi. Bu nutuk da çoğunlukla İngilizce olurdu.

Değişiklikler şunlar: Artık müsait yerde değil her yerde nutuk mümkün; çünkü mihmandarın küçük bir mikrofonu ve FM vericisi, turistlerin de alıcıları ve kulaklıkları var. Tur sırasında dağıtılıyor, alıcıları sonra topluyorlar.

Bu usulle kulak misafiri olup korsan turizm bilgisi almak da mümkün olmuyor artık.

İkinci büyük değişiklik, Çinli turist çokluğu. Sayıca Amerikanları geçmişler. Rus turist de az değil. Hoş İtalya’da küçük esnaf arasında da bol miktarda Çinli var.

Pasaport kuyruğunda AB emaresi

Avrupa Birliği, pasaport kontrolünün dışında pek mevcut değil. Orada malum, AB üyesi pasaportları ve olmayanlar diye iki kuyruk var; İtalya’ya has bir de Mukaddes See= Vatikan Devleti var ama o da AB kuyruğuna giriyor. Pasaport kuyruğu dışında hiç AB emaresi, meselâ Polonyalı musluk tamircisi görmedim. Turist bölüklerini başındaki bayrak değişmemiş; bölükler yine balonlara, bebeklere, bayraklara bakıp yürüyor.

Paris sefirimizin sözlerini biraz değiştirerek tekrarlayabiliriz: Bunlar göründükleri kadar kalabalık değiller. Yakından bakınca anlaşılıyor ki sokaklar aslında turist dolu. Bu, üç şehir için de doğru bir hüküm ama Roma- Floransa- Venedik hattında ilerledikçe daha da doğru hale geliyor. Roma’da İtalyan da bol; fakat Floransa’da turistler çoğunluğu ele geçiriyor.

Venedik tamamen turistler için yaşayan bir şehir. Herhalde bir İtalyan’a karşılık on turist var. Kışın nasıldır acaba? Zaten Eylül ayında şehrin ana meydanı San Marco’yu deniz basıyormuş. San Marco civarındaki şık lokanta ve dükkânlar da müşteri memnuniyeti için bol çizmeler stoklarlarmış. Hani şu ayakkabı üstüne giyilenlerden.

Venedik hep böyle değildi tabiî. Akdeniz’in önemli bir deniz gücü ve ticaret merkeziydi. Her iki özelliğiyle de bizimle bazen dost, bazen düşman oldu. Büyük Kanal’ın kıyısında Osmanlı antreposu ve Türk Hanı, Fontego dei Turchi bütün haşmetiyle duruyor. Bina şimdi Tabiat Tarihi Müzesi.

[email protected]