Prof. Dr. Aysun Bay Karabulut / Malatya Turgut Özal Üniversitesi Rektörü
Hatırlarsınız, Covid-19 pandemisinin tüm dünyayı korkulu bir bekleyişe sürüklediği ilk günlerde televizyon ekranlarına bazı görüntüler düşmüştü. Görüntüler İtalya ve İspanya’dandı. Salgından korunmak için evlerine kapanan insanlar balkonlarında müzik yapıp şarkılar söylüyorlardı. Mahalle aralarından coşkulu melodiler yükseliyor, morallerini üst seviyede tutmak isteyen İtalyanlar ve İspanyollar yüksek sesle şarkılar söylüyor ve evlerinin balkonlarında dans ederek birbirlerine destek oluyorlardı. Aynı acıyı çekenleri birbirlerine yakınlaştıran o güçlü duygudaşlık örneğiydi bu. İzleyenlerin içini ısıtıyordu.
Bütün dünyanın alkışlar eşliğinde ve bir çeşit özdeşleşme refleksi ile izlediği bu sahneler, hepimiz tarafından ortak bir düşmana karşı birlik olmanın, birlikte hareket etmenin ve kurtuluş ümidini diri tutmanın bir yolu olarak görüldü. İnsan güçlü bir varlıktı. Varoluşunu hedef alan bütün tehditlere karşı direnebilirdi. Kendisine güvenmeli, göğsünü yarıp çıkmaya meyilli olan varoluş coşkusunu ne idüğü belirsiz bir virüsün yaydığı korkunun bastırmasına izin vermemeliydi. Fakat bir süre sonra söz konusu görüntüler yerini maalesef aynı ülkelerden gelen trajik görüntülere bıraktı. Yüksek sayıda vakalar ve ölümler, yetersiz sağlık imkânları, yer sıkıntısından dolayı hastane koridorlarına yatırılan, çıplak karolar üzerinde acı içerisinde kıvranan hastalar… Salgın ümitten daha hızlı yayılmış, virüsün yaydığı korku, hazırlıksız yakaladığı insanların varoluş coşkusunu bastırmıştı.
Peki, virüsün beklenenden daha hızlı ve tahripkâr bir biçimde yayılmış olması, ona karşı psikolojik olarak güçlü durmanın anlamsız olduğuna ve işe yaramadığına mı delalet eder? Kuşkusuz hayır! Psikolojik direnç fazlasıyla önemlidir, fakat somut tedbirlerle beslenip tahkîm edildiği ve gerçekten de Covid-19’un meydana getirdiği psikolojik etkileri geriletebilme gücünü gösterebildiği sürece…
Ruhlardaki tahribat
Klasik gelenek ruh ve beden arasında bir ayrım yaparak ruhu öncelese de, bu durum ruh ve beden arasında güçlü bir ilişki olduğu gerçeğini dışlamıyor. En azından şu fani ayaltı âlemde ruhumuzun bedenimizden ya da bedenimizin ruhumuzdan bağımsız olmadığını günlük hayatımızdaki deneyimlerimizden biliyoruz. Bedensel sağlık sorunları insanı ruhsal olarak etkiliyor. Modern insanın ruhu, bedenine ilişkin kavrayışını aksettiren bir harita gibi adeta. Korku, huzursuzluk, kaygı ve tükenmişlik gibi birçok yaygın semptomun “bedenselliğimiz” ile ilişkisi artık tartışma konusu bile edilmiyor. Aynı şekilde ruhsal sorunların da beden sağlığı üzerinde fazlasıyla belirleyici olduğu bugün bilinen bir gerçek. Nitekim modern tıp özellikle stres türünden “soyut” rahatsızlıkların insanın midesinden kalbine, beyninden ciğerlerine kadar birçok organında ortaya çıkan ölümcül hastalıklarla irtibatlı olduğunu ortaya koymuş durumda. Dolayısıyla hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz: “İnsanda beden ruhun, ruh bedenin yongasıdır.”
Şimdi atlatsak bile...
Meseleye bu açıdan baktığımız zaman, Covid-19 pandemisinin, yol açtığı bütün fiziksel tahribatın ötesinde insan ruhunda da kalıcı bir dönüşüme neden olmakta olduğunu söyleyebiliriz. Dileyenler kısa bir internet taraması ile bu konuda daha şimdiden yapılmış onlarca bilimsel çalışmaya ulaşabilir. Araştırmalar, uzun süre devam eden karantina koşullarının sebebiyet verdiği dikkat ve yoğunlaşma sorunları, korku, huzursuzluk, yalnızlık ve çaresizlik duygusu, öfke ve tahammülsüzlük, suçluluk ve matem hisleri, sağlıklı olma endişesi, anksiyete kaynaklı çarpıntı, darlanma, iletişim sorunları, uykusuzluk vb. gibi sayısız belirtinin akut stres bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, majör depresyon, anksiyete bozuklukları, diyosiyasif bozukluklar türünden önemli davranış problemlerine dönüşebileceği konusunda bizi uyarıyor. Yani pandemi sürecini somut olarak atlattıktan sonra uzun yıllar boyunca onun ruhsal nitelikli artçı etkileri ile karşı karşıya kalmamız fazlasıyla mümkün gibi görünüyor.
Bu manzaranın işaret ettiği ufuk çok net: Pandemi ile mücadelede en az bedensel mücadele kadar ruhsal mücadeleye de önem vermemiz, psikolojik açıdan kendimizi güçlü kılmamız gerekiyor. Peki, bunu nasıl başaracağız? Yalnızca müzik yapıp şarkılar söyleyerek ya da dans edip birbirimize moral vererek, kendimize ve çevremize psikolojik telkinlerde bulunarak yürütebileceğimiz bir mücadele midir bu? Yoksa daha başka şeyler de mi gerekiyor?
Psikolojik direncin zemini
Daha önce bu sütunlarda yayınlamış olduğumuz başka yazılarımızda Covid-19 ile mücadelede nasıl beslenmemiz gerektiğini ya da hangi fiziksel tedbirlerin bu süreçte bizim açımızdan önemli ve öncelikli olduğunu, bir başka ifadeyle bedensel olarak salgın ile nasıl başa çıkabileceğimizi elimizden geldiği ölçüde anlatmaya gayret etmiştik. Dolayısıyla bu metnin ana fikrini oluşturan “beden ve ruh” birlikteliği açısından baktığımızda, pandemiye karşı psikolojik direnç oluşturma noktasında önceliğimizin sözünü ettiğimiz fiziksel tedbirler olduğunu söyleyelim. Sağlıklı beslenmenin, virüs yayılımına karşı fiziksel tedbirler almanın ve en önemlisi karantina koşullarını kendimiz ve sevdiklerimiz açısından hiç olmazsa belirli bir süre “doğallaştırabilmenin” en az bedenimiz kadar ruhumuzu da dengede tutacağını aklımızdan çıkarmamalıyız. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, pandemiye karşı psikolojik bir direnç inşa etmede “yeni yaşam biçimini” normalleştirebildiğimiz, doğallaştırabildiğimiz ölçüde başarılı olabiliriz. Karantina koşullarının neden olduğu olumsuz psikolojik belirtilerin büyük kısmının “maruz kalmışlık duygusu” kaynaklı olduğu hatırlanacak olursa, belirttiğimiz hususun önemi daha doğru bir biçimde anlaşılabilir.
Sağlıklı bir normalleşme için tedbirli ve dikkatli yaşam biçimini normalleştirmenin öncelikli olduğu açıktır. İnsanın kendisini güvende hissettiği bir vasatın oluşturulabilmesi buna bağlıdır. Bu bakımdan bedensel olanın ruhsal olan üzerindeki etkisini kontrol altına alabilmeyi öncelikli hedef haline getirmeliyiz. Dolayısıyla bu süreç içerisinde sağlıklı beslenme, düzenli uyku ve egzersizlere ek olarak beslenme biçimimizi “yeni sosyal normale” uygun biçimde organize edebilmemiz önemlidir.
Kafein azaltma yöntemi
Mesela yapılan araştırmalar, karantina sürecinde çay ve kahve tüketiminin genel olarak artış kaydettiğini, buna bağlı olarak ivme kazanan kafein tüketiminin stres faktörlerini tetiklediğini göstermiştir. Yani kafein tüketimini azaltarak stres faktörlerini zayıflatabiliriz. Bunun için çaydan vazgeçmeye de gerek yok. Çayı demlemeden önce bir buçuk-iki dakika suyun içerisinde bekletip sonra suyunu dökerek demlemek, içeceğimizdeki kafein oranını yüzde seksenlere kadar azaltacaktır.
Bu türden basit önlemler, bir yandan karantina koşullarında “farklılaşan” beslenme alışkanlıklarımıza bağlı olarak gelişen psikolojik semptomları azaltmaya yararken, diğer yandan da bir çeşit özgüven duygusuyla psikolojik durumumuzu tahkîm edecektir. Kontrolün bizde olduğu duygusu hepimize iyi gelecek, korunma refleksimiz ve tedbirlere ilişkin hassasiyetimiz artacaktır. Dolayısıyla bedenimize göstereceğimiz en ufak bir ilginin bile bize psikolojik direnç olacak geri döneceğini vurgulayalım.
Önce beden sonra ruh
Pandemi sürecinde ruh sağlığı ve psikolojik direnç açısından bedensel dengelerin gözetilmesi öncelikli refleks olmalıdır, buna şüphe yok. Fakat insanın, duyularını aşan bir duygu varlığı olduğu da unutulmamalıdır. Dolayısıyla ruh sağlığımızı tahkîm etmek için ikinci aşamada bu yönümüze odaklanmamız, onu da ihmal etmememiz gerekmektedir. Bunun için de hem aklımızı hem de kalbimizi besleyen etkinlikleri günlük rutinimiz içerisine dâhil etmeli, hastalanma endişesi ile kafamızın karışmasına, aklımızın bulanmasına ve psikolojimizin altüst olmasına izin vermemeliyiz. İçerisinden geçmekte olduğumuz salgın döneminin tarihte meydana gelen yüzlerce salgından biri olduğunu ve bir süre sonra sahneden çekileceğini bilmeli, bunun yalnızca bizim ve çağımızın karşılaştığı “benzersiz bir bela” olduğu eğilimine teslim olmamalıyız. Varolma içgüdümüzün bizi kontrolden çıkarmasına müsaade etmemeli, pandeminin kişisel olarak insan hayatında yaşanan pek çok kırılmadan biri olduğunu ve tedbirler karşısında aciz kalacağını bilmeliyiz. Kısaca kendimize, çevremize, hayatımıza, dünyaya ve salgına ilişkin sağlıklı bir idrake sahip olmalı, bütün bunları doğru ve yerinde değerlendirebilmeliyiz.
İnsanın güçlü bir psikolojik duruşa sahip olabilmesinin tek bir yolu yoktur. Bu herkese göre değişebilir. Dolayısıyla kendi eğilimlerimizi doğru tartmalı ve psikolojik yatırımımızı bu doğrultuda yapmalıyız. Örneğin kader inancımız kuvvetliyse, kuşkusuz elimizden gelen çabayı gösterdikten sonra dua ederek teslimiyet duygusunun kucaklayıcı ferahlığına kendimizi bırakabilmeli, değilse alacağımız tedbirlerin bizi güçlü kılacağına inanmalıyız. Kitap okumak, müzik dinlemek, dans etmek, çiçeklerle ilgilenmek, toprağın kokusunu içine çekmek ya da film izlemek bize kendimizi iyi hissettiriyorsa bunları ihmal etmemeliyiz. Her an bizi yakalamak ve aklımızı çelmek isteyen kaygı, endişe, ümitsizlik, tükenmişlik vb. gibi “düşmanlara” fırsat vermemeli, günlük hayatımızı kalbimize ferahlık ve bize neşe veren aktivitelerin renklerine boyamalıyız.
Kim bilir, belki bu süreçte ruhumuzu yeterince tahkîm edebilmeyi başarırız da merhume şairemiz Gülten Akın’ın “Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” dediği güçlü dizesi artık o kadar fazla oturmaz içimize…