Türk edebiyatında Kerbela mersiyeleri: Şairin feryadı kalemin gözyaşı

Prof. Dr. Haşim Şahin / Sakarya Üniversitesi
5.09.2020

Kerbelâ hadisesi sonraki yüzyıllarda sadece siyasi olayların pek çoğunun altyapısını oluşturmakla kalmadığı gibi, kültürel ve edebi açıdan da her zaman yaşatıldı. Bununla birlikte, bu hadiseyi yüzlerce yıldır diri tutan, insanların hafızalarına kazıyan âlimler, sufiler ve şairler oldu.


Türk edebiyatında Kerbela mersiyeleri: Şairin feryadı kalemin gözyaşı

Yüzlerce yıldır Muharrem ayı Müslümanların kalbinde buruk bir acıyı temsil eder. Konuya aşina olanların çok iyi bildiği üzere, bunun nedeni Muharrem ayının Hz. Peygamber’in torunu ve Hz. Ali’nin oğlu olan Hz. Hüseyin’in 10 Muharrem 61, yani 10 Ekim 680 tarihinde Emevi hükümdarı Yezid b. Muaviye’nin emriyle şehid edilmesidir. İşte bu nedenle İslam dünyasının büyük bir kesimi, bilhassa Şiiler ile ülkemizde yaşayan Alevi ve Bektaşiler tarafından Muharrem mâtem ayı kabul edilir. Bu ayın ilk on gününde Muharrem orucu tutulur, Hz. Hüseyin ve aile efradının Kerbelâ’da susuz bırakılmalarına ithafen banyo yapılmaz, çok fazla su içilmez, bu şekilde evlâd-ı Resûl’ün çektiği acıya sembolik de olsa ortak olunur.

İslam coğrafyasının büyük bir bölümünde böyle bir tavır sergilenmesinin, bu elim hadisenin insanların zihinlerinde sürekli diri ve taze tutulmasının nedeni, her ne kadar ortaya çıkış nedeni olarak siyasi bir gerekçeye dayansa da İslam tarihinin en vahşi hadiselerinden birisi olması, her şeyden evvel, Hz. Peygamber’in “Cennet gençlerinin efendileri” olarak nitelediği iki torunundan hayatta kalan sonuncusu olan Hz. Hüseyin ve onun beşikteki bebeği dahil olmak üzere ailesinden yetmiş iki kişinin aç ve susuz bırakılarak, orantısız güç kullanılarak hunharca katledilmeleridir.

Sıkıntı ve bela

Kelime anlamı ‘‘sıkıntı’’ ve ‘‘belâ’’ demek olan Kerbelâ’da yaşanan bu olay, zamanla İslâm tarihinin en unutulmaz ve tarif edilmez acılarından biri hâline gelmiştir. Kerbelâ’da Emevi orduları tarafından kuşatılan Ehlibeyt mensupları, Hz. Peygamber’in öpmeye bile kıyamadığı torunu Hz. Hüseyin’in yanı sıra, daha önce Muaviye tarafından zehirletilerek öldürülen Hazreti Hasan’ın oğulları, Hz. Hüseyin’in amcaları Câfer ile Âkil’in oğulları ve torunları ile Hz. Ali’nin diğer evlâdları Cafer, Osman, Abdullah ve Abbas da zulme karşı direndikleri için ağabeylerinin yanında birer birer canlarını vermişlerdi. Hz. Hüseyin’in altı aylık oğlu Ali Asgar, Kerbelâ şehidlerinin en küçüğüydü. İnsafsızca atılan bir ok boğazına saplanmış, masum yavrusunun kanlar içerisinde kucağında can vermesine dayanamayan Hz. Hüseyin, evladından akan kana bulanmış elini havaya kaldırarak ‘‘Şahit ol Ya Rab!’’ diye haykırmıştı.

Kerbelâ hadisesi İslam dünyasında bir daha onarılamayacak yaralar açtı. Bu olaydan sonra mezhep kavgaları daha da derinleşti. Emevilere karşı bilhassa Abbasoğulları, İranlılar ve Türkler tarafından sert bir muhalefet ortaya çıktı. Ehlibeyt mensupları takibata uğratıldı. Emevi zulmünden kurtulabilmek için, Hz. Hüseyin’in bu saldırıdan sağ kurtulabilen tek evladı olan Ali Zeynelâbidin kendi köşesine çekilerek bir daha siyaset işlerine girmedi. Öldürülme korkusu yaşayan ve Emevi baskısından çekinen diğer Ehlibeyt mensupları ise Afrika, Yemen ve İran taraflarına kaçmak zorunda kaldılar. Emevilere karşı içten içe bir muhalefet örgütlendi. Oldukça geniş bir coğrafyada fetihler gerçekleştirmelerine rağmen Emeviler, hiçbir zaman İslam ümmetinin gönlünde hatırı sayılır bir yer edinemedikleri gibi, çoğu defa Sünni yahut Şii dünya tarafından lanetlendiler. Horasanlı Ebu Müslim önderliğinde gerçekleşen bir darbe neticesinde Emevi Devleti ortadan kaldırıldığında bu isyana Türkler, İranlılar ve en başından beri Emevi iktidarına karşı olsalar da baskıdan dolayı seslerini çıkaramayan Araplar doğrudan destek verdiler. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen, Hanefi mezhebine mensubiyeti bilinen Timur’un, Orta Doğu Seferi’ne çıktığı sırada Şam’a giderek Yezid’in mezarını açtırıp kemiklerini yaktırması ve mezarı askerlerinin pislikleriyle doldurması bu tepkinin en somut şeklidir.

Maktel-i Hüseyin

Kerbelâ hadisesi sonraki yüzyıllarda sadece siyasi olayların pek çoğunun altyapısını oluşturmakla kalmadığı gibi, kültürel ve edebi açıdan da her zaman yaşatıldı. Bununla birlikte, bu hadiseyi yüzlerce yıldır diri tutan, insanların hafızalarına kazıyan âlimler, sufiler ve şairler oldu. Erken dönemlerden itibaren İslam tarihi kaynaklarında bu olaya yer verilse de, sözünü ettiğimiz sufî, âlim ve şairlerin kaleme aldıkları Kerbelâ mersiyeleri çok geniş bir sahada ve kalabalık meclislerde okunmak suretiyle toplum nezdinde daha yaygın bir etki oluşturdu. Kerbelâ ve Hz. Hüseyin’in şehid edilmesini konu edinen eserlerden meydana gelen ve Maktel veya Maktel-i Hüseyin adı verilen bir edebi tür ortaya çıktı.

Kerbelâ mersiyeleri eski dönemlerden itibaren Arap, İran ve Türk toplumunun bu vahşet karşısında yüzyıllar sonra yükselen ve günümüze kadar devam eden feryadı, bir anlamda literatürde genelde Emevilere özelde ise Yezid’e karşı kalem ile verdikleri bir savaştı. Kerbelâ ve Hz. Hüseyin’in şehadeti konusunda günümüze ulaşan ilk metnin sahibi Ebû Mihnef (ö. 774) idi. Hz. Ali’nin hilafet merkezi olan Kûfe’de doğup büyüyen ve çocukluğundan beri Hz. Ali ve Ehlibeyt yandaşları arasında büyüyen Ebû Mihnef, Maktelü’l-Hüseyin adını verdiği bu eserini yaşadığı döneme kadar uzanan yazılı ve sözlü kaynaklardan faydalanmak suretiyle kaleme almıştı. Muharrem’in ilk on gününde okunması amacıyla yazılan bu eser gerek yazıldığı dönemde gerekse sonrasında geniş bir yankı uyandırdı. Abbasi devri müelliflerinden Hişam b. Muhammed el-Kelbî, Vâkıdî, Nasr b. Müzâhim, Hüseyin b. Yahya el-Kummî ve Muhammed b. Zekeriyyâ b. Dinâr el-Gallâbî bu eserden ilham alarak yeni Maktel-i Hüseyin’ler kaleme aldılar. 945 yılında Abbasilerin hilafet merkezi Bağdad’ı ele geçiren Şii Büveyhî Devleti’nin Muharrem ayını resmî matem ayı kabul etmesi Maktel-i Hüseyin yazımında ciddi bir artışı da beraberinde getirdi. Bu eserlerin bazılarında Kerbelâ hadisesinin bir facia olarak değil, Şiilerin imanlarını diri tutmak için bir nimet olarak kabul ettiklerine dair verilen bilgiler hayli ilginçtir.

Maktel-i Hüseyin başlığını taşıyan mersiyelerin yazımı sadece Arap coğrafyasıyla sınırlı kalmadı ve kısa süre içerisinde gerek İran gerekse Anadolu coğrafyasında bu tür eserler yazılmaya başlandı. Bu eserlerin Şii dünyada çok daha artış gösterdiği açıktır. İran sahasında yazılan ilk Maktel-i Hüseyin’in müellifi ise Hüseyin Vâiz Kâşifî idi. Timurlu hükümdarı Hüseyin Baykara dönemi âlimlerinden ve aynı zamanda Nakşbendiyye tarikatına mensup olan Kâşifi, 1502 yılında Herat’ta kaleme aldığı eserine Ravzatü’ş-Şühedâ adını vermişti. Ravzatü’ş-Şühedâ’nın etkisi sadece Timurlu topraklarıyla sınırlı kalmadı, Fuzulî’nin Hadikatü’s-Süedâ’sına ilham kaynağı olduğu gibi, ilerleyen dönemde Safeviler devrinde matem toplantılarında ravzahanlar tarafından yüksek sesle ezbere okundu. Aşık Çelebi ve Câmi-i Rûmî tarafından Türkçe’ye tercüme edilen bu eser, Kerbelâ hadisesine karşı Nakşbendiyye mensuplarının tavrını ortaya koyması bakımından da oldukça dikkat çekicidir.

Anadolu’da yaşayan Türkler arasında bu türün ilk temsilcisi Kastamonulu Şâzi oldu. İsfendiyaroğulları Beyliği coğrafyasında yetişen Şâzi, 763/1361-1362 yılında kaleme aldığı eserine Dâstân-ı Maktel-i Hüseyn adını verdi. Osmanlı coğrafyasında ise 15. yüzyıldan itibaren hemen her yüzyılda, muhtelif tarikatlara mensup şeyhler, âlimler ve edibler tarafından çok sayıda Maktel-i Hüseyin kaleme alındı. Bu bir anlamda Osmanlı Türkleri’nin Hz. Peygamber’e, Hz. Ali’ye, Hz. Hüseyin ve diğer Ehlibeyt mensuplarına karşı duydukları sevgi ve muhabbetin satırlara dökülmüş bir yansımasıydı.

Kundaktaki sembol

Yıldırım Bayezid devrinin meşhur mutasavvıfı Emir Sultan’ın müridlerinden Yahya b. Bahşî, Safi, Nureddin Efendi, Bekâyi, Kemterî İbrahim, Lâmii Çelebi, Yusuf Meddah, Fuzûlî, Abdülhak Efendi, Vehbî, Nailî, Zekâyî, Feyzî, Müştak, Kıbrıslı Hasan Nesib Efendi, Leylâ Hanım Maktel-i Hüseyin yazan şairlerden sadece birkaçıdır. Fuzulî’nin meşhur Hadikatü’s-Süedâ’sı yazıldığı dönemden itibaren bu türün en meşhurlarından birisi oldu. Son dönemde, 1881’de Tekirdağ’a bağlı Malkara’da dünyaya gelen ve Kadimi Baba adıyla şöhret bulan Bektaşi Babası Ali Rıza Öge de Kerbelâ üzerine mersiye kaleme almıştı. Çok sık olmasa da bazen sadece Hz. Hüseyin için değil, aynı zamanda ailenin diğer fertleri için yazılmış maktellere de rastlanabilmekteydi. Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Asgar’ın şehadetini konu edinen anonim maktel bunlardan birisiydi. Hz. Hüseyin’in Şehrbânû isimli eşinden doğan ve Kerbelâ olayının gerçekleştiği sırada henüz kundakta bir bebek olan Ali Asgar, Kerbelâ’nın sembolü, Emevi ordusunun vicdan körlüğünün timsaliydi. O, düşmanıyla savaşmak üzere hazırlık yapan Hz. Hüseyin’in son bir defa öpmek için dudaklarına götürdüğü sırada, Huzeyme el-Kahili’nin attığı bir okun boğazına saplanması suretiyle şehid edilmişti. Uğur Yiğiz’in yayına hazırladığı bu anonim maktelde, Ali Asgar dile getirilmiş, babası ile sohbet ettirilmiş, onun susuzluğuna vurgu yapılmış ve Emevilere lanet edilmiştir. Ali Asgar’ın babasıyla konuşması ve kendisinin de abileri ve amcaları gibi şehid olmak istediği: “Kesildi koç gibi kurbanların kuzun kaldı / Gelür bu ahû kuzusu sana feda” dizeleriyle ifade edilmiştir. Muhtelif dönemlerde Kerbela ile ilgili minyatürlerde en fazla betimlenen tasvir Hz. Ali Asgar’ın şehadetidir.

Maktellerin hemen hepsinde Hz. Hüseyin’in yaşadığı zorluklar anlatılmış, onun davasının haklılığına vurgu yapılmış, Hz. Ali devrinden itibaren Hz. Peygamber ailesinin karşılaştığı zorluklara değinilmiş, bu olayın müsebbibi olan Emevilere ve Yezid’e açıkça lanet edilmiştir. Hemen hemen bütün maktellerde Gülzâr-ı Haseneyn olarak kabul edilen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in faziletleri ve onların karşılaştıkları zulümlere yer verilmiş, Kerbelâ hadisesi, olayların seyri, Ehlibeyt mensuplarının ve Hz. Hüseyin’in şehadeti ve sonrasında gerçekleşen olaylar anlatılmıştır. Bu arada Hz. Hüseyin’in kardeşleri Hz. Zeynep ve Hz. Ümmü Gülsüm ile Hz. Hüseyin’in son İran kisrası III. Yezdücerd’in kızı olan Şehrbânû da ailenin maktellerde zikredilen diğer fertleridir. Bazı maktellerde Yezid’in yanı sıra Ebû Süfyan, Hind ve Muaviye’ye de bu hadisenin sorumlusu olarak gösterilmiş, onların cehennemlik oldukları dile getirilmiştir. Kerbelâ’ya dair bir mersiye kaleme alan Abdülhak Efendi bu konuda verilebilecek örnek isimlerden birisidir. O, eserinde, Emeviler ile Haşimîler arasında, İslamiyet’in ilk yıllarından beri var olan mücadeleyi dizelerine taşımış; “Cedd-i mel’ûn Resûl’ün dişini itdi şikest / Ceddesi amm-ı Nebî’nün ciğerün yidi Yezid /Kendüsi eyledi damad-ı Nebi’ye isyan / Veledi dahi Hüseyn hazretini itdi şehîd / Utanur müslim olan la’net ider Abdülhak / La’n Allah Yezîden vü ala kavm-i Yezid” demek suretiyle bu konuda Emevi ailesinin tamamının suçlu olduğunu açık bir şekilde dile getirmişti.

Sözünü ettiğimiz Maktel-i Hüseyin’ler bilhassa Muharrem ayında halkın toplandığı meclislerde yüksek sesle okunur, hep birlikte gözyaşı dökülürdü. Bilhassa tekke kültürü içerisinde Muharrem ayının ayrı bir yeri vardı. Bektaşiler ve Mevleviler bu ayda matem törenleri düzenler, makteller okuyarak Kerbelâ’ya ağıtlar yakar, Yezid’e lanet ederlerdi.

[email protected]