Sapkın cereyanlar nasıl önlenebilir?

Dr. Ramazan Akkır / Siyaset Bilimci-Yazar
28.07.2018

Osmanlı 1866 yılında tekke ve zaviyeleri kontrol altına alabilmek için Şeyhülislamlığa bağlı Meclis-i Meşayihi kurmuştur. Zaman zaman asker kaçaklarının yuvasına dönen tekke ve zaviyeler, kendi haline bırakılmamış, denetim ve gözetim altına almıştır.  Sapkın cereyanları önlemenin yolu; şeffaflaşmaktan, tarikat ve cemaatleri yasallaştırarak denetim altına almaktan gelmektedir


Sapkın cereyanlar nasıl önlenebilir?

Tarikat, cemaat veya benzeri dinimsi yapılar, yeniden Türkiye’nin gündeminde. Gündemin ana başlıklarını ise tarikat ve cemaatlerin dindeki yeri, bu tür yapıların toplumsal ve ekonomik işlevleri, devletin cemaatlerle olan ilişkisi, kontrol mekanizmalarının varlığı veya yokluğu oluşturuyor. 15 Temmuz gecesi dini ve dindarları suiistimal eden FETÖ’nün bu ülkeyi işgale kalkışması, bu tür sapkın yapıların denetlenmemesi halinde ne kadar tehlikeli olabileceğini ortaya çıkardı. Son olarak Adnan Oktar grubuna yönelik yapılan operasyon ve ortaya çıkmaya başlayan kriminal gerçekler, tarikat veya cemaat adı altındaki karanlık yapıların dini itibarsızlaştırmasının yanı sıra ülkenin güvenliğini zedeleyebileceğini yeniden hatırlattı. “Mümin aynı delikten iki defa ısırılmaz” düsturuna rağmen hem Osmanlı tarihinde hem de cumhuriyetin kısacık tarihinde dinden beslenen sapkın hareketler tarafından ısırılmaya devam ediyoruz. Peki, neden ve niçin bu türlü yapılar bu topraklarda neşv-ü nema buluyor, kolayca bir cazibe merkezine dönüşüyor?

Türk dervişleri

Tarikatler, Anadolu’nun İslamlaşmasında ve bu toprakların irfanî bir ruh kazanmasında etkili olmuş kurumların başında gelir. Ömer Lütfi Barkan’ın ifadesiyle Türk dervişleri, kolonizatördür ve bu toprakları iskan ve imar etmekle beraber İslamlaştırmıştır da. Bu dervişler, “Zahit ve tufeyli bir zümre teşkil etmekten ziyade; çalışmak ve toprağı açmak muhabbetiyle müteharrik bir sınıf kolon, kırlara doğru taşmakta ve yayılmakta olan bir cemiyetin doğurduğu canlı ve müteşebbis bir tip yeni insandır.” Ahmet Yeseviler, Ahi Evranlar, Bacıyan-ı Rumlar, Şeyh Edebaliler bu toprakları mayalayan ve insanlarımıza ruh aşılayan kolonizatörlerdi.

Ancak modern zamanlarda yeni sorunlarla karşı karşıya kalmaya başladık. Türkiye’nin resmi dindarlığı dinden beslenen sapkın hareketlere karşı panzehir üretemiyor ve arayış içindeki insana anlamlı bir değerler manzumesi sunamıyor. Öncelikle, sosyolojik olarak dinlerin ve dinden beslenen bu tür hareketlerin en temel gayesi, toplumlara belli bir zihniyet ve anlam dünyası kazandırmakla beraber insana dünyayı kullanma yaşama kılavuzu sunmaktır. Sosyolog Peter Berger’in ifadesiyle; “Hayata anlam ve gaye kazandıran din, insanın dünya kurma girişiminde stratejik bir rol oynamaktadır. Din, evrenin tamamını insan açısından manidar bir varlık olarak kavramanın cüretkâr bir girişimidir.” Kısacası, dinlerin en temel gayesi, arayış içinde olan insana anlamlı bir yaşam reçetesi sunmalarıdır. Söz konusu sapkın hareketler de dinin bu en temel gayesinden faydalanarak insanları ikna eder.

Türkiye özelinde meseleye yaklaştığımızda fotoğrafın daha da netleştiğini görürüz. Çünkü Türkiye’nin geçirdiği seküler veya laik tecrübe, arayış içindeki insanımıza veya özellikle gençlerimize panzehir üretmekten oldukça uzaktı. Yeni kurulan Cumhuriyet rejiminin en büyük eksikliği de bireyin hayatını kuşatan değerler sistemini inşa edememesiydi. Dahası, Kemalizmin, ne sosyal adaletin nasıl gerçekleştirileceğine dair kapsamlı programı vardı ne de bireyin dünyaya tutunmasını sağlayacak ahlaki ilkeler bütünü. Cemaat ve tarikatler ise bireye dinin öngördüğü sosyal ve manevi değerler manzumesi sunarak manevi tatmin sağlıyordu. Bu topraklarda yaşanan İslam’ın en temel farkı, toplum hakkında zengin semboller ve düşünme kalıpları hazinesi sunması değil miydi? Ancak sapkın hareketler, dinin bu ve benzeri büyüleyici kodlarından esinlenerek resmi İslamın ulaşamadığı kitlelere ulaşıyor, onları manevi tatmine ulaştırarak büyülüyordu. Türkiye panzehir üretmediği müddetçe insanımızın ve özellikle gençlerimizin bu tür yapıların büyüsüne kapılması kaçınılmazdı.

 Ara dönem politikaları

İkinci olarak, sapkın hareketlerin ortaya çıkmasının bir nedeni de ara dönem din politikalarının sakatlığı ve bu dönemlerde yerli, dini, milli ve kültürel bağların kopartılmasıdır. Necdet Subaşı’dan ilhamla söylersek, ara dönem “Sivil yönetimin bir darbeyle devrilmesi ya da yönetimde ortaya çıkan kesintilerle yasama, yargı ve yürütme yetkilerinin askeri bir kontrol mekanizmasında toplanmasıyla oluşan olağandışı yönetim biçimleri için kullanılmaktadır. Ara dönemler seçilmiş kurumlara dayalı yönetimin kesintiye uğramasına ve siyasal sistemin yeniden biçimlendirilmesine neden olmaktadır.” Dahası, ara dönemde oluşan din politikası, dinin araçşal bir meta olarak görülmesine ve laiklik etrafında milli bir dinin inşasına dayanmıştır. Ancak üretilen bu din ne gençlerin maneviyat arayışına cevap verebilmiş ne de bu toplumun geneline bir değerler manzumesi sunabilmiştir. Daha da kötü olan ise, darbe dönemlerinde üretilen dinin, yerli-dini damarı kurutarak kökü dışarıda olan radikal dini hareketlere kapı aralamış olmasıdır. Tabiri caiz ise, darbeler dini siyasallaştırmış, dinimsi yapıları ise hem meşrulaştırmış, hem de hareket alanı bulmalarına yol açmıştır. Çünkü ara dönemin inşa etmeye çalıştığı din ve dindarlık; bir taraftan radikalizmi yükseltirken bir taraftan da maneviyat merkezli oluşumların içini boşaltmış, sapkınlığa zemin hazırlamıştır. “FETÖ, 1960 Darbesi’nden sonra doğmuştur. 12 Eylül Darbesi’nden sonra gelişmiştir. 28 Şubat’tan sonra devlete yerleşmiştir” diyen Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in “Devlet, çocukların Kur’an Kurslarına gitmesini yasaklarken, Diyanet’in yolunu keserken, FETÖ’yü büyütüyordu” tespiti de bu gerçeğin dışa vurumuydu.

Tek parti yönetiminin baskıcı zihniyetinin dini vicdanın demir kafesine hapsetmek istemesi, din eğitimini yasaklaması; dini yaşantının yer altına inmesini beraberinde getirecekti. Bu da sapkın hareketler için bulunmaz bir imkan demekti. Bu ülkenin yakın tarihinde, din eğitimini cami hocasından gizlice almaya çalışan halkın görmezden gelinen veya yadsınan ihtiyacı saklıdır. Yasak ve baskı, bir taraftan dini alanda cehaletin perdesini kalınlaştırırken bir taraftan da sapkın dini hareketlerin toplum nazarında meşrulaşmasına neden olmuştur. Daha da ötesi, yeraltına inen yapıların denetimden ve sahih kaynaklarından uzaklaşması; hem tarikat ve cemaatlerin din ile olan bağını zedelemiş hem de arayış içindeki insana anlamlı bir cevap üretilememesine yol açmıştır.   

Peki, bu ahval ve şerait altında yapılması gereken tarikat ve cemaatleri yok etmek mi olmalı? Tekke ve zaviyeleri kapatan, tarikat ve cemaatleri görmezden gelen Kemalizmin baskıcı zihniyetine mi dönülmeli?

Hiç şüphesiz, her düşünce kendi ötekisini de doğurur. Bu çerçevede toplum ile devlet arasında aracı kurumlardan olan tarikatların da sapkın, heretik olanları vardır ve olacaktır. Yasaklamak, ötelemek, görmezden gelmek veya şeytanlaştırmak ne çözüm olabilir ne de insanların bu tür yapılara meyletmesine engel olabilir. Yapılması gereken, tıpkı Osmanlı’nın yaptığı gibi denetim ve gözetim altında tutmak olmalıdır. Hatırlayınız, Osmanlı 1866 yılında tekke ve zaviyeleri kontrol altına alabilmek için Şeyhülislamlığa bağlı Meclis-i Meşayihi kurmuştu. Zaman zaman asker kaçaklarının yuvasına dönen tekke ve zaviyeler, kendi haline bırakılmamış, denetim ve gözetim altına almıştır.  

Dini suiistimal eden, devlet ile toplumun arasına açan sapkın cereyanları önlemenin yolu; şeffaflaşmaktan, tarikat ve cemaatleri yasallaştırarak denetim altına almaktan geçiyor.

@AkkiRamazan