Savaş zamanı salgın, salgın zamanı savaş

Bülent Tokgöz/ Şair-Yazar
17.04.2020

Tarih boyu cihangirler Tanrı'nın Kılıcı, Kırbacı gibi sıfatlarla anıldı. Virüslerse Tanrı'nın görünmez ordusu olsa gerekti. Bağışıklık sistemimizle girdikleri bu cenk kıyamete dek sürecek. İnsan için hasarsız zafer hiç gerçekleşmeyecek.


Savaş zamanı salgın, salgın zamanı savaş

Tarihin en büyük öznesinin en küçük varlıklar oluşu ne tuhaf bir tecellidir. İdeolojiler tarihin başat gücünün ne olduğu bahsinde didişedursun, mikroskobik yaratıklar altyapı-üstyapı demeden toplumları kırıp geçirmiş, ortaya koyduğu dehşetli meydan okumayla da uygarlığın başlıca mimarlarından olmuştur.

İnsan toplulukları, onunla avcı-toplayıcılıktan yerleşik hayata geçtiği evrede tanıştı. 12 bin yıldan beri bu tanışıklığın demografik, kültürel, iktisadî, siyasî ve elbette ki askerî neticeleri oldu. Günler içinde imparatorlukları telef eden bir güçle baş etmek, askerî planlamanın da aslî unsurlarındandı. Ordular karşı karşıya geldiğinde savaş talihi kimi zaman salgınlar eliyle iş görüyordu. Bazen bir orduyla gizli bir işbirliği yapıp diğerine çullanıyor; bazen de üniforma ve flamaya aldırmaksızın ikisini de hezimete uğratmak için kendi askerini sahaya sürüyordu.

Ordu ve savaş kavramları, kalabalık kitleleri barındırdığından eski çağlarda salgınların da birincil taşıyıcıları oldu. Denizciliğin gelişmesiyle mikroplar yeni bir ulaşım yolu bulmazdan önce bir beldeden diğerine en çok orduların intikaliyle taşınıyordu. Kalabalıkların birbiriyle yakın temasta olduğu, sağlıksız şartlarda konaklamak zorunda kaldığı, beslenme ve temizlenme imkânlarının çok kötü olabildiği koşullar en çok ordu ve savaşla bir araya geldiğinden salgınların başlaması için de uygun birer ortam işlevi gördüler.

Apollon’un gazabı

Savaş ve veba kelimeleri bir kitapta ilk kez 3 bin yıl evvel geçti. M.Ö. 1180’lerde yaşanmış Truva Savaşı’nı anlatan İlyada ve Odysseia destanında. Anadolu’nun Ege’ye bakan kıyılarında yaşamış kör bir şair tarafından söylenen 16 bin mısra arasında, tıpkı insanlar gibi savaşa tutuşan tanrıların da maceraları anlatılmaktaydı. Tanrı Apollon’un gazaba gelip hasım orduya veba salması cenkte önemli bir dönemeçti. Korkusuz savaşçıları dize getiren, kralları teslime zorlayan, surları yıkan en güçlü orduydu veba. Apollon’un farelere de hükmeden tanrı oluşu da dikkate şayandı. Fare pireleriyle taşınan bir hastalık için oldukça mantıklı bir tanrı seçimi.

“… Yakarmalarımı nasıl dinlediysen bundan evvel

Akhaların ordusuna yumruğunu nasıl indirdiysen beni sayıp

Şimdi de tez elden yerine getir şu dileğimi:

Uzaklaştır amansız salgını Danaolardan

Böyle yakardı Foibos, Apollon da dinledi onu.”

Kara bahtlı Kartaca

Resmî kayıtlara geçen ilk vaka ise M.Ö. 431’de yaşandı. Yunanistan’ın en güçlü iki şehir devleti kozlarını paylaşmak için Atina surları önünde karşılaştığında. Savaşçı Sparta kurnaz Athena’ya üstünlük kuramazken başkent içinde baş gösteren veba salgını Atinalıları köşeye sıkıştırdı. Bu, Spartalıların hamlelerinden daha güçlü bir darbeydi. Nüfusun üçte birini, 100 bin kişiyi kıran hastalık donanmaya da sıçradığında Atina halkı umutsuzca barış arayışına girdi. Savunma komutanı Perikles’in de canını alan veba, bütün orduların en çok çekindiği hasım sıfatıyla adını askerî tarihe orada yazdırdı. Savaşın kaderine ilk müdahalesi değildi bu, son da olmayacaktı.

M.Ö. 406’da Kartaca kumandanı Hannibal Mago, Sicilya’ya çıkarma yaptığında tarih bambaşka bir çehreye bürünebilirdi. Veba buna izin vermedi. Büyük zayiat içinde kumandan da vardı. Kartaca ordusu, 396’da bir kez daha gelip Sirakuza’yı kuşattığında, İkinci Sicilya Savaşı’nda, bir kez daha veba tarafından arkadan vuruldu. Çökme noktasına gelen ordu kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı. Şu açıktır ki, veba araya girmeseydi Roma İmparatorluğu yerine asırlara damgasını vuran ad Kartaca olacaktı.

Roma İmparatorluğu’nu kurtaran da yıkan da aynı menhus güç olacaktı. Marcus Aurelius’un M.S. 161’deki Ortadoğu seferinde ordu veba tehdidiyle geri çekilmeye zorlanacaktı. Ne var ki ordu anayurda ölüm taşıyacaktı. İmparatorun diğer adıyla Antonine Vebası olarak anılan salgın, günde 2 bin Romalı öldürerek, 15 yıl içinde nüfusun yüze 25’ini, 5 milyon insanı canından edecekti.

Veba diyoruz ama aslında kimse emin değil, belki de bir çiçek türüydü. Nitekim Çin’den Mısır’a kadar her yerde namını duyurmuştu. Hatta hicrî 2. asırda dedesinden duyduğu kıssaları kaleme alan El-Ezrakî, 571’de Kâbe’yi yıkmaya gelirken “biçilmiş ekin tarlasına dönmüş” Ebrehe ordusunu helâk eden şeyin çiçek salgını olduğunu rivayet eder.

Mikroplar, mahiyetinin tam anlaşılmadığı çağlarda dahi en öldürücü silah oldukları fark edilmişti. Asurlular, M.Ö. 6. asırda düşmanı zehirlemek için su kuyularına çavdardan elde ettikleri kimyasallar atıyordu. Yunanlılar da bakteri kullanımında geri kalmıyordu. Atinalı Solon müshil bir otu Kirissa Kuşatması’nda düşman kuyularına attırmıştı. Rakip böylece kendisiyle değil ishalle cebelleşecekti. Bu iki hadise, biyolojik silah kullanımına dair ilk vakalar olarak kayıtlara geçmişti.

Ok uçlarına zehir

Kuyu sularının zehir deposuna dönüştürülmesi eski çağlardan günümüze değin devam etti. Su kaynaklarına hayvan ve insan cesetleri atılarak salgın kaynağı hâline getirilmesi Amerikan İç Savaşı’nda da 2. Dünya Savaşı’nda da denenmiş bir yöntemdi. Orgeneral Sherman, Anılar’ında su kaynaklarında çiftlik hayvanlarını kasten öldürdüklerini itiraf ederek pişmanlık beyanında bulunuyordu. Her iki taraftan ölen 600 bin askerin 400 bininin salgın kurbanı oluşu göz önüne alınırsa gecikmiş bir nedametti bu. Organik zehirlerin ok uçlarına sürülerek kullanımı cilalı taş devrinden beri uygulanan bir teknikti. Gelgelelim salgının düşmanın üstüne salınması biçiminde bir uygulama çok geç bir tarihte kaydedildi. 1346’da Altınorda’nın son hükümdarı Kırım’daki Keffe Kalesi’ni kuşattığında. Cenevizlilerin direnişini kırabilirdi ama ordusu veba tarafından kırılmaktaydı. Vebanın kemirdiği cesetleri tuttu mancınıkla kaleden içeri attı. Gerçek manada ilk biyolojik silah kullanımı böylece Tatarlara nasip oldu.

Vebadan kaçarcasına

Cenevizliler vebadan kaçarcasına kaleyi boşaltıp gemilere atlayıp Akdeniz üzerinden Venedik ve Cenova gibi pek çok limana dağıldılar. Bazı sahillerde ise kıyıya vuran gemilerin güvertelerinde irinli cesetlerden başka bir şey yoktu. Bir de taze kan arayan aç fare pireleri. En az 25 milyon Avrupalı bu pirelerden haberi dahi olmaksızın canından olacaktı. Pireler cellât ve tiranların tamamından fazlasına kıyacaktı.

Vebalı cesetlerin düşman üstüne atılmasının sonuçları o kadar muazzamdı ki sonraki devirlerde de birçok ordu kolay zafer umuduyla bu yola başvuracaktı. 1422’de Prag yakınlarındaki görkemli Karlstejn Kalesi’ni kuşatan prens, 2 bin el arabası dolusu ceset ve dışkıyı mancınıkla içeri atacak; Ruslar da bir benzerini 1710’da Reval’de İsveçlilere reva görecekti.

Yeni Dünya’nın sonu

14. asırda kıta nüfusunu biçen veba, Avrupalıları işgücü bakımından yıkıma uğratmıştı. Feodalitenin sonunu getiren salgın, yeni tekniklerin olduğu kadar yeni kıtaların keşfinin de itici gücü oldu. Kıta sakinlerini kâşiflere çeviren salgın, gittiği yerlerde bambaşka suretlerde ölümlerin vesilesi olacaktı. 1492’de Kolomb’u müteakiben Amerika kıtasına çıkanlar kılıçtan çok yanlarında götürdükleri mikroplarla yerlilere galebe çaldı.

Eski Dünya’nın bağışıklık kazandığı marazlar karşısında Yeni Dünyalılar pek savunmasızdı. Başta çiçek olmak üzere, yanlarında götürdükleri domuzlardan bulaşan Domuz gribi de, kızamık ve tifüs de tüfeklerden daha çok iş gördü. Çiçek virüsü bulunan bir battaniye bütün bir kabileyi ölümle örterken Beyaz Adam’ın yorulmasına gerek kalmadı. Yıkım o kadar büyüktü ki işgücü temini için başka bir kıtaya dadanma lüzumu duydular. Afrika’yı köle deposu olarak kullanıp Amerika’ya taşıdılar. Yeni konuklar yanlarında sıtma ve sarı humma da getirmişti; kalan yerliler için bir başka ölüm sebebi daha. Nüfusun yüzde 90’ı, milyonlarca yerli böylece buharlaşıp gitti. Onlar sömürgecilik salgınının kurbanlarıydı.

Mikropların da hakkını yememek lazım. Halklarımızı korudukları da oldu. 964’te Bizans Tarsus’u ve Antakya’yı kuşattığında ordusunu saran marazlardan kaçmak için geri çekilmek zorunda kaldı. 1096’dan itibaren çekirge sürüsü gibi bölgeye doluşan Haçlıların emellerine tam olarak ulaşmasına gene mikroplar engel oldu. İlk seferdeki 500 bin Haçlıdan 100 bini mikrop marifetiyle öldü. 1189’daki İkinci Haçlı Seferi’nde de Antakya önlerinde 600 bin civarındaki ordunun 1o’da birini gene veba halletti. 1218-19’daki Dimyat kuşatmasında da 17 bin askeri vebanın elinden alamadılar. 1227’de 2. Frederick sefere destek için ordusunu gemilere bindirmiş fakat dizanterinin diş göstermesiyle gerisin geri limana dönmüştü. (Asırlar sonra başka bir Frederick, Fransız devrim ordusuna karşı harekete geçtiğinde 42 bin kişilik sefer gücü gene dizanteriden 30 bine düşünce adaşıyla aynı şeyi yapacaktı.)

General Tifüs

Salgınların bizim fatihlerimizi durdurduğu da vakidir. 1153’te Sultan Mesud Çukurova’ya girdiğinde sıtma tarafından durduruldu. Fatih Sultan Mehmet 1476’da Boğdan seferinden, safları arasında veba yayılınca vazgeçmek durumunda kaldı. Mikrop orduları karşısında hepsi mağluptu. Fakat hiçbir general Napolyon kadar salgınların gadrine uğramadı.

1801’de Haiti’yi zapta kalktı, 50 bin askerinden 47 bini döküldü. 2 milyon kilometrekarelik araziyi satmaktan başka çare bulamadı; ABD’yi iki katına çıkarıp abat etti. 1812’de Rusya’yı zapta kalktı, Moskova’yı aldı fakat General Tifüs karşısında 600 binlik ordusundan geriye çok az döküntü kaldı. Diğer savaşlarında ise askeri frengiden kıvrandı. Bu kadar dramatik ve enfekte bir sicile sahip kumandanın Waterloo’yu hemoroidi yüzünden kaybetmiş olması ayrı bir cilveydi.

Tanrı’nın Kılıcı

1. Dünya Savaşı, salgınların tüm güçlerini sergilediği en zalim harp oldu. Herkes ağır bedel ödedi ama Osmanlı’nın bilançosu içler acısıydı. Müttefikimiz Alman ordusunda bu oran yüzde 10’ken bizdeki asker ölümlerinin yarısı hastalıktandı. Hastane kayıtlarına göre 338 bin can. En feci tablo Erzurum merkezli 3. ordununkiydi. 116 bin. Tifüs, dizanteri ve sıtma, bakımsız, ilaçsız, yolsuz, ikmalsiz askere merhamet etmedi. Hastalıktan ölüm, yaralı ölümlerinin 28 katıydı. Savaştan Almanya nüfusu artmış olarak, Fransa ise yüzde 1 kayıpla çıkmıştı. Bize gelince, insanımızın yüzde 30’unu kaybetmiştik. Yüzde 10’u göçle, geri kalanı da salgınla.

Yine de bizi kurtaran bir başka salgın oldu: İnfluenza. 1918 başlarında yayılan grip olmasaydı savaşın galipleri toparlanıp yarım kalan hesaplarını görmek üzere hamle yapacaktı. Ancak savaştan daha fazla insan katleden virüs, Avrupa’yı hayli yıpratmış, bizimle uğraşacak mecal bırakmamıştı.

Tarih boyu cihangirler Tanrı’nın Kılıcı, Kırbacı gibi sıfatlarla anıldı. Virüslerse Tanrı’nın görünmez ordusu olsa gerekti. Bağışıklık sistemimizle girdikleri bu cenk kıyamete dek sürecek. İnsan için hasarsız zafer hiç gerçekleşmeyecek.

[email protected]

Kaynakça:

David Swan- Hoarding during the reign of Marcus Aurelius, and its relation to the Antonine Plague

Engin Kurt- Savaşların Sonuçlarını Etkileyen Salgın Hastalıklar

Kenneth Kahn- The ‘Spanish’ Influenza pandemic and its relation to World War I

Laura K. Donohue- Pandemic Disease, Biological Weapons, and War

Lisa Kallet- Thucydides, Apollo, the Plague, and the War

Muazes Demirel- Eskiçağ Ön Asya Toplumlarında Görülen Salgın Hastalıklar

Murat Yolun- İspanyol Gribinin Dünya Ve Osmanlı Devleti Üzerindeki Etkileri

Prof. Dr. Hikmet Özdemir- Salgın Hastalıklardan Ölümler 1914-1918

Stefan Riedel, Biological Warfare and Bioterrorism: A Historical Review

Süleyman Tekir- Sarıkamış Harekâtı Sonrasında Türk Ordusunda Görülen Salgın Hastalıklar ve Yaşanan Kayıplar