Savaşı görüyoruz ya gerçeği?

Dr. Özlem Yumrukuz / Yıldız Teknik Üniversitesi
4.03.2022

Bir simulakr olarak medya, gerçekte yaşananı yok ettikten sonra onun yerine bir hiper-gerçeklikle savaş ortamından gönderilen acı ve kasvet doğurucu hisleri tersyüz eder. Böylece kendimizi gerçeklik ile görüntünün karıştığı, görünümle türetilmiş gerçekliğin yeniden görüntüyü belirlediği bir sarmalın içinde buluveririz.


Savaşı görüyoruz ya gerçeği?

2014 yılında başlayıp 2022 yılı başlarında tekrar artan Ukrayna ve Rusya arasındaki gerginlik Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik adına savaş değil "operasyon" adını verdiği askeri bir müdahaleye dönüştü. Bizim jenerasyonumuzun ABD ve NATO'nun I. ve II. Körfez savaşlarıyla ya da Sırbistan'a müdahalesiyle aşina olduğu görüntüler ve haberler medya üzerinden ekranlarımıza tekrar akmaya başladı.

Denetimsiz dağıtım

Sanıyorum her iki olay arasındaki en önemli fark Körfez Savaşlarında CNN ve BBC gibi geleneksel medyanın muhabirleri üzerinden servis edilen şehirlerin bombalanması, gecenin füze infilaklarıyla aydınlanması, ölümler ve dramların hikayeleştirilmesi gibi içeriklerin artık büyük ölçüde sosyal medya tarafından denetimsiz ve editör süzgecinden geçmeden üretilmesi ve dağılmasıdır. Aynı kalansa ölümlerin, dramların, çok sayıda ve çeşitli tahribatın savaş alanındaki yakıcı sıcaklığını ekranlardan izlemek ve onların soğuk birer istatistiğe dönüşmesidir. Tıpkı Covid 19 yüzünden ölenlerin sayıya indirgenmesinde olduğu gibi. Ekranları başındakiler için bu haberler hızla tüketilip sonrasında herhangi güçlü ve kalıcı bir his bırakmadan akıp giderler, sıradanlaşırlar ve sıradanlaştılar. İlk günkü heyecan verici özelliklerini kaybettiler.

Jean Baudrilliard (1929-2007) medyayla hayatımıza giren trajediye dair oldukça etkili ve güçlü tespitlerde bulundu. Bu tespitlerin hala güncelliğini koruduğunu Rusya'nın Ukrayna müdahalesi tekrar gösterdi. Gerçekten de sıcak olaylar medya üzerinden hızlıca soğuyan içeriklere dönüştü. Her şeye vakıf olurken kayıtsızlık ve duyarsızlık beraberinde geldi. Ukrayna'dan Tayvan'a, Filistin'den Sudan'a tüm çatışmalardan haberdar olduk, zaman ve mekan sıkışmasıyla hemen her gün olağan dışı ama gittikçe hissizleştiren birçok olayı medya üzerinden takip ettik. İzlediğimiz olayların şiddeti ve sayısı arttıkça öznel ve nesnel açıdan olağan ile olağanüstülük arasındaki sınır değişti ve birçok şey olağan ve sıradan gelmeye başladı. "Bugün ölü sayısı bu, çok şükür elli kişi daha az kayıp var!" Nitelik yerini niceliğe bıraktı. Ölenlerin hikayelerinden çok sayıları önem kazandı ve o da sıradanlaşarak silikleşti ve kayboldu. Bu savaş için de aynısı olacak gibi duruyor. Hatta ilk günkü telaşın artık medya izleyicisinde gözlenemez olduğu aşikar.

İmge üretimi

Diyorum ki konvansiyonel veya sosyal medyada akan görüntülerdeki izlediğimiz gerçeklik ve onun izdüşümü olan imge, gerçeği öldürüyor. Medya bu anlamda bir simulakrdır. Yani bir gerçeklik olarak algılanmak istenen görünümün kendisidir. Medyanın bir simulakr olarak yaptığı şey kısaca şudur: Gerçek acının yansıması olarak savaş imgesi sunmak ve savaşın gerçek yüzünü sübjektif ve eklektik bir biçimde yansıtarak imge üretmek. Bir simulakr olarak medya, gerçekte yaşananı yok ettikten sonra onun yerine bir hiper-gerçeklikle savaş ortamından gönderilen acı ve kasvet doğurucu hisleri tersyüz eder. Böylece kendimizi gerçeklik ile görüntünün karıştığı, görünümle türetilmiş gerçekliğin yeniden görüntüyü belirlediği bir sarmalın içinde buluveriyoruz. Görünümler gerçeğe dönüştükçe özne ile nesne, neden ile sonuç, mesaj ile araç, aktif ile pasif arasındaki fark flulaşmaya başlıyor.

Nostaljik çıkarımlar

Önümüze düşen bu çok sayıda görüntünün dezenformasyon içerip içermediği gibi sorular temkinli ve sağduyulu yaklaşmayı gerekli kıldığı gibi gerçek ve görünüm arasındaki akışın yönünü ve tonunu da muğlaklaştırır. Kişilerin hayatındaki acımasız ve ağır çok sayıda, çeşitli tahribat savaş alanındaki yakıcı sıcaklığını bırakarak ekranlara transfer olurken soğuk birer istatistiğe ve/ya hızla tüketilip sonrasında herhangi güçlü ve kalıcı bir his bırakmadan olağan hayatın devam ettiği kurgusal içeriklere dönüşür. Medya kanalıyla gördüğümüz veya duyduğumuz aşırılıkların sayıca artması ve üzerimizde bıraktığı etkinin sıradanlaşması karşısında birçoğumuz insanlığın öldüğünden veya dünya kamuoyunun tepkisizliğinden dem vurarak nostaljik çıkarımlarda bulunuyoruz. Oysa "gerçek" ve "medyada onun yerine geçen görünüme" bir de Baudrillard'ın düşünme biçimiyle ve terminolojisiyle bakınca savaşın bireyler ve küresel kamuoyu üzerindeki etkilerini daha iyi ayrıştırabileceğimiz kanaatindeyim.

Baudrilliard'ın "Körfez Savaşı aslında olmadı" başlığıyla yaptığı önemli tespitlerini Ukrayna müdahalesinde bizzat tecrübe ediyoruz. İki ülke savaşta; ancak Moskova'da, St. Petersburg'ta hayat olağan akışında devam ediyorken Kiev'de, Kharkiv'de insanların üzerinde bombalar patlıyor. Savaşın olanca acımasızlığını taraflardan sadece birisi yaşıyor. "Canlı" olarak takip edilen savaş görüntülerinin gerçek hayatta reel bir karşılığı var. Böylece gerçek ile görünümün birbirinin içine geçtiği yeni bir hipergerçeklik ortaya çıkıyor. Bir kara harekatı olduğu için Rus tarafındaki kayıpların boyutunu tam kestiremiyoruz. Ancak emperyal bir güç olmanın getirdiği imkanlarla Çeçenleri öncü bir güç olarak kullandığı bilgisi halihazırda elimizde. Bu nedenle, belki Rusya'nın savaş yerine müdahale ifadesiyle içkin propaganda dilinin gerçekçi bir tarafı da bulunuyor.

Çin sendromu

Aynı zamanda Baudrillard'ın Çin Sendromu ile kavramsallaştırdığı bir olguyu da yine söz konusu krizin hemen öncesinde tecrübe ettiğimizi söyleyebilirim. Zira Rusya'nın gerçekten felakete yol açabilecek ve belki nükleer savaşı tetikleyebilecek bir müdahale yapmayacağını düşünüyorum. Belki izlenen onlarca Hollywood filminin etkisiyle son saniyede şehri havaya uçuracak bir bombanın doğru kablosunun kesilmesi ya da bir ajanın veya sıradan bir polisin muhtemel yıkıcı bir nükleer saldırıyı son anda engellemesi gibi Ukrayna Krizi'nin de adı sanı belli olmayan kahramanlarca son anda engellenmesini bekliyoruz. Bizleri savaş seçeneğini düşünmemeye iten belki de Hollywood filmlerini yaptıran nihilist halet-i ruhiyedir. Gerçekten de II. Dünya Savaşı'nda meydana gelen yıkımın toplumlar üzerindeki etkisi o kadar büyük olmuştur ki binlerce nükleer başlığın gölgesi altında da olsa tüm küreyi içine alan tahripkar bir sıcak konvansiyonel savaş, belki bu halet-i ruhiyenin getirdiği etkiyle uzakta tutulabilmiştir. En azından gelişmiş dünyada siyasi karar alma mekanizmalarının kamuoylarını bir savaşın maliyetine ikna etmeleri zorlaştı. Zira gerçek bir savaş ve onun doğuracağı nükleer felaket dışa dönük bir patlama doğuracak, böylelikle korunma tedbirleri ve risk yönetimiyle hiç gerçekleşmeyeceği umulan nükleer tehdidin caydırıcı ve toplumsalı kontrol altında tutan etkisi, bir diğer ifadeyle güvenlik ideolojisi ortadan kalkacaktır. Oysa sosyal olayların medyada nicel ve nitel açıdan izleyiciye boca edilmesi ve bilginin ve iktidarın yoğunlaşmasıyla artan denetim altında yıkıcı bir savaşın olmayacağı, gerçekliğin medya işleyişi dahilinde içe dönük patlamalarla sönümleneceği bir süreçte olayların anlamı ve enerjisi düşeceği düşünülmektedir.

Sonuçta konvansiyonel sıcak savaş, nükleer tehdit, çok kutuplu dünya düzeni, Doğu – Batı diyalektiği gibi politik olgu ve kavramların tozlu raflardan tekrar indiği içinde bulunduğumuz bu süreç, zamanın tek seferlik kırılması mıdır yoksa süreklilik arz eden bir trend değişimi midir bugünden kestirmek zor. Ancak politiğin toplumsala etkisini yeni medya ve bilgi iletişim teknolojilerindeki gelişimin görünümleri çoklaştırıcı ve hızlandırıcı etkisini de dikkate alarak analiz etmeliyiz. Baudrillard'ın hastalık metaforunda olduğu gibi trajik bir olayda elem, keder, acı gibi her türlü duygusal tepkiyi veren ama duygunun üreteceği reaksiyonu her zaman ortaya koyamayan bir birey ve toplum oluşumunu anlamaya böylelikle daha da yakınlaşabileceğimizi düşünüyorum.

[email protected]