Savaşın değil barışın 'Özneleri' olmak

Prof. Dr. MEYDA YEĞENOĞLU / İstanbul Bilgi Üniversitesi
19.01.2013


Savaşın değil barışın 'Özneleri' olmak
Türkiye’de süregiden şiddetin sona ermesini bekleyenler olarak nefesimizi kestik, büyük bir umutla yıllardır özlediğimiz barışın tesis edileceği günleri bekler durumdayız. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir kez daha sonu hayal kırıklığı ile bitecek bir süreci yaşamaya tahammülünün kalmadığını düşünüyorum. Bu sürecin kazasız belasız atlatılması ve kalıcı olacak bir müzakere sürecinin başlaması için sadece devletin, hükümetin ve PKK’nın değil, tüm  partilerin, sivil toplum kuruluşlarının, entellektüellerin ve en önemlisi de medyanın büyük bir sorumluluk ve hassasiyet ile hareket etmesi zaruridir. Yukarıda saydığım tüm aktörler tarafından ne tür hassasiyetler gösterilmesi gerektiğinin analizini bu yazının sınırları içinde yapmak mümkün olmadığından, aşağıda yalnızca devletin ve hükümetin bu süreçte kendisini konumlandırma biçiminin hayati önem taşıdığını tartışacağım. Barış sürecinde devletin alması gereken konumu irdelemeden önce, terörist şiddet karşısında devletin nasıl konumlanmış olduğuna kısaca bakalım.

 

Yasa ve şiddet

 

Yasanın kaynağının ne olduğunu soran Jacques Derrida, bu kaynağın mantıken yasadan önce gelmesi ve onun temelini oluşturması gerektiğini, dolayısıyla bu kaynağın kendisinin yasal olamayacağını söyler. Derrida, yasayı oluşturan ama kendi yasal olmayan bu kaynağa kurucu şiddet adını verir. Ancak ona göre temel olan bu şiddet hep saklı kalır. Ondan yıllar önce, Walter Benjamin konuya başka bir noktadan yaklaşarak, yasal ve yasal olmayan şiddet arasında ayrım yapılmasına neden olan şeyin ne olduğunu sormuştu. Benjamin’e göre, şiddet üzerinde tekel sahibi olan devlet şiddetin başkaları tarafından uygulamasına karşı çıkar, çünkü diğer şiddet halleri devletin şiddet üzerindeki tekelini tanımazlar, adeta bu tekele rakip olurlar. Ama aynı zamanda böylece kökendeki bir şiddeti de açığa çıkarmış olurlar.

 

İstisnai durumlar 

 

Son yıllarda dünya gündemini belirlemeye başlayan “terörist” hareketler bu kökendeki şiddeti harekete geçirmeye çalışıyor veya bu sonuca yol açıyor. Bu da terörün çoğu zaman toplumsal nedenleri olduğunun unutulmasına neden oluyor. Türkiye’de de benzer bir süreç yaşadık. Terörist şiddete karşı sert bir tepkinin gelişmesine paralel olarak yasaların askıya alınmasına ve istisnai durumun (state of exception) oluşturulmasına tanık olduk. Bu ise sivil hak ve özgürlüklerin ve insan haklarına ilişkin temel normların askıya alınmasını beraberinde getirdi. Giorgio Agamben, yasanın kendini askıya alabilmesi olan “istisnai durum”un ancak hükümran tarafından gerçekleştirilebileceğini, yani hükümranlığı ifade ettiğini söylemişti. 

 

Yasallık ve yasasızlık

 

Ancak istisnai durum sadece yasanın iptal edilmesi veya yasaların kaldırılması demek değildir.  Aynı zamanda, paradoksal biçimde, istisnai durumun oluşturulması yasalarda inanılmaz bir çeşitlenme ve çoğalmaya neden olur. Yasanın bu bitmek tükenmez çoğullaşması öyle bir noktaya kadar gider ki, bunun sonucunda adeta hükümranlık ile şiddet birbirlerine karışıp bir bütün oluşturur hale gelirler. İşte bu nedenle, istisnai durum, yasallık ve yasasızlık halininin birbiri içine geçtiği ve yasallık ile şiddetin arasındaki sınırın ortadan kalktığı duruma işaret eder. Bu durumun sonucunda oluşan kalıcı durum ise siyasetin alanının daralmasına ve hatta tümden veya kısmen ortadan kalkmasına neden olur. İstisnai durum bir istisna olarak işlev görmek yerine adeta bir yönetim biçimine dönüştüğünde, savaş söyleminin ve şiddetin toplumun temel özelliği haline geldiğini gözlemleriz. 

 

 


Bu durumda, hükümranlık şiddete dayalı bir başka hakimiyet biçimi haline dönüşür ve yasal sistem de sistemleştirilmiş ve kanun haline dönüştürülmüş şiddet olarak işlev görmeye başlar. İşte Türkiye’de on yıllardır yaşadığımız şiddet ve savaş ortamının bizi getirdiği nokta bu olmuştur. 

 

Şiddet ve düşman

 

Yukarıda ortaya çıkan durumun terörün ve şiddetin toplumsal nedenlerini unutmamıza yol açtığını vurgulamıştım. Yasa hiçbir zaman boşlukta gerçekleşmeyeceği gibi onu oluşturan “kurucu şiddet” ile sadece fiziksel şiddeti düşünmemeliyiz. Belirli gurupları dışlamak, veya belirli gurupları tanımamak, doğrudan fiziksel şiddet içermese bile, bir başka anlamda şiddet içeren davranışlar olabilir. İşte terör ve şiddeti oluşturan ve destekleyen toplumsal ortamın nedenlerini bu noktada aramalıyız. “Tehlikeli öteki” ve “düşman” zihniyeti ile ancak varolan çatışma ve savaş durumu devam eder. En önem verilen gayret düşmanı bulma, onu adlandırma ve tanımlama haline gelir. Dışarıdaki bu düşman yalnızca bizim yaşam biçimimize değil aynı zamanda liberal ve milli kültürün temsil ettiğine inanılan evrensel ideallere de bir tehdit oluşturmaktadır. Devlet’in istisnai durumu harekete geçirişi, ve güvenlik önlemleri almak için bir dizi şiddet mekanizmasını devreye sokması hep ulusal idealler adına gerçekleşmektedir.

 

Düşmanın ne biçimde tanımlanacağına ilişkin içeriği ve çerçeveyi sağlayan şey ise hali hazırdaki toplumsal ve kültürel bağlamdır. Başka bir deyişle, düşman ve dost arasındaki karşıtlık hüküm sürmekte olan ulusal, siyasi, dini, etnik ve diğer ayrımlaşmalara eklemlenmeden var olamaz. O nedenle, düşmanın siyasi olarak adlandırılması ve işaretlenmesi ulusal yaşam biçimini oluşturduğu düşünülen şeyin tanımlanmasından bağımsız düşünülemez. Terrörist şiddete karşı geliştirilen ulusal söylem herşeyden önce belli tür etnik veya dini özelliklere göre tanımlanmış düşmana dayanır.  Düşmanın şiddetine karşı korunan “ulusal ideal”in içeriği ötekilik hakkında hali hazırda varolan bilme biçimlerince şekillenir.

 

Barışa doğru...

 

Savaş, terör ve şiddet hali bu ise, barış halinin nasıl bir hal olacağını sorarak veya nasıl bir durum olursa ancak o zaman barış halinin varlığından söz edebileceğimiz sorusunu sorarak başlamalıyız. 

 

Herşeyden önce barış durumu Türkiye’de siyasetin alanının genişlemesi ve bu alanda yer alan öznelerin çoğullaşması demek olmalıdır. Barış halinin yaratılmasına katkıda bulunacak tek süreç ise müzakere, yani diyalogdur. Diyalog dediğimizde ise konuşan ve birbiriyle etkileşim ve temas içinde olan en az iki figürden bahsediyoruz demektir. Yani barış devletin Kürt halkına ve terör örgütüne basit bir lütfu olmayacaktır. Barış, en az iki eşit özne arasında tesis edilecek bir durumdur, bir özneden diğerine bahşedilecek bir lütuf değil. Nasıl ki savaş durumunun en az iki öznesi vardır, barış durumunun da en az iki öznesi olacaktır. En az iki özne olması demek ise, burada bir diyalog, bir alış-veriş, bir pazarlık olduğu anlamına gelir. Devletin, diyalogda bulunduğu özneye buyurgan bir tavırla sadece kendi fikirlerini empoze edebildiği bir durumun adı barış olamaz. Diyaloğa giren özneler birbirleriyle eşit olarak konumlanmadıkca, birinin diğerine lütufda bulunur bir buyurgan özne olarak konumlanması durumunda barışa yönelik diyalogdan söz edemeyiz. 

 

Barış süreci, bu süreç içinde yer alan farklı söylemlerden ve taleplerden müteşekkil olmak zorundadır. Bu ise barış sürecinin çok boyutlu ve çoksesli olması gerektiği anlamına gelir. Farklı talepleri ve söylemleri dile getiren farklı otoriteler var olduğu sürece çokseslilikden söz edebiliriz. Ancak, yasa koyucu özne, toplumsallığın, yasanın, siyasetin alanının tek belirleyicisi olmaya devam ettiği sürece hükümran konumunu idame ettirecektir ve bu durumda çoksesli bir siyaset alanından söz etmemiz mümkün olmayacaktır. O halde, barış sürecinin ilk ve en temel koşulu monofonik (tek sesli) otorite olma israrından vazgeçip, polifonik (çoksesli) otoriteyi kabullenmektir. Bu durum siyasetin alanının genişleyip, çeşitlenmesini getirecektir beraberinde. Barışın ortak bir ürün olacağı fikri tüm sürece damgasını vurduğunda monofonik otoritenin çok-aktörlü ve çok-sesli bir siyaset ile yer değiştirmesi söz konusu olacaktır. O halde barış ancak ve ancak ortak bir ürün olabilir. 

 

Barışın ortak bir ürün olması, monofonik otoritenin yerini polifonik otoritenin alması aynı zamanda haklar konusunda Türkiye’de bugüne kadar yaşadığımız süreçlerden başka bir sürecin oluşturulmasını da beraberinde getirmelidir. Çoğulluk ise ancak verilecek hak ve özgürlüklerin bir diğerinin kaybı olarak algılanmadığında, yani siyasi otorite bir “sıfır toplamlı oyun” (zero-sum-game) olarak yaşanmadığında mümkün olabilir. Bunun için herşeyden evvel siyasi otoritenin, hükümetin, ve devletin bu süreçte kendilerine yöneltilecek itiraz ve eleştirileri varoluşuna ilişkin bir tehdit olarak algılamadığı bir atmosferin oluşturulması gereklidir. 

 

Son olarak, “teröre karşı savaş” söyleminin ve güvenlikçi siyasaların üzerinde temellendiği dost-düşman karşıtlığını kuran söylemden acilen kurtulmamız gerekmektedir. Bu güne kadar milliyetçi ve dışlayıcı bir biçimde kurgulanan ulusal ideali ve bu ideali tehdit eden düşman figürünün beslendiği söylemlerin yerine, eşit haklara sahip eşit vatandaşlar söyleminin yeşertilip büyütülmesi ve Kürt halkı  hakkında hali hazırda varolan ayrımcı ve yok sayıcı kurgu ve temsillerin yerine çok kültürcü, etnik farklılıkların daha eşitlikçi kurgularla yer değiştirmesi barış sürecinin olmazsa olmaz koşuludur.